Zamanın oku!*: Eski ve yeni işçi sınıfı üzerine – Tufan Yakın

Esneklik ve kuralsızlaştırma sınıfı nasıl değiştirdi?

İnsan zihni hayatındaki değişimleri genellikle geçmişin bir sürekliliği şeklinde algılama eğilimindedir. Ancak, kimi olayların yaşamımızı geri dönülmez biçimde değiştirdiğinin o an pek farkında değilizdir. Bunun, gecikmeli olarak çok sonra farkına varırız. O zaman, yaşadığımızın bir kopuş olduğunun da ayırdına varmış oluruz.

İşte biz 1 Mayıs vesilesiyle bu kopuşu işçi sınıfı ekseninde ele alacağız.

Çalışma hayatında modernite öncesinde ve erken modern toplumlarda babanın işi oğlu tarafından devralınır ve nesiller boyu sürerdi. Klasik modernitede ise mesleki yapılar nesille birlikte değişir, oğullar ve bu sefer kızlar da kendi mesleklerini seçmede özgürdürler. Bundan farklı olarak günümüz geç modern dönemde iş tercihleri tüm iş hayatını kapsamaz, artık çalışanlar yaşamları boyunca onlarca kez iş değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Kurumsal istikrarın azaldığı neoliberal dönemde kariyerini ilk başladığı işte bitirmek artık geçmişteki gibi olağan bir durum değildir…” (Harmut Rosa / Yabancılaşma ve Hızlanma)

İkinci dünya savaşından sonra 1980’lere kadar eski kuşak işçi sınıfının temel özelliklerinden biri yaşamlarının riskler, dalgalanmalar içermeyen son derece istikrarlı ve doğrusal akmasıydı. Elbette direnişler, grevler vardı ama bunlar daha ileri kazanımlar içindi. Mevcudun gerisine düşme kaygıları yoktu. İşleri sendikalarının güvencesi altındaydı.1945 ila 1970’li yıllar işçi sınıfının tüm zamanlarında sendika üyeliğinin en yüksek olduğu yıllardır. 60’lı ve 70’li yıllarda yüzde 70’leri bulan toplu sözleşmelerin oranı günümüzde yüzde 20’lere kadar düşmüştür.

Eski kuşağın iş güvencesi ve emeklilik sorunları yoktu. Bu kuşak için geleceğe dair belirsizlikler hemen hiç yoktu. Tüketim konusunda hiçbir şekilde arzu ve hazlarının esiri olmamışlar, tersine harcamaya değil tasarrufa önem vermişlerdi. İş ve meslekleri kendi değerlerini ispatlama aracıydı o kadar ki içlerinde bazıları çalışma karşılığında hak ettikleri mükâfatı bile kabul etmeyecek kadar dünyevi çileciliğe sahipti. Bir tür Protestan ahlakıydı bu. Türkiye’nin 1960’lı yıllarda oluşan modern sanayi proletaryası da gecikmeli de olsa bu gelişimin dışında değildir.

Dünya meseleleri karşısında politik tutum almayı bir görev bilirlerdi. Savaşa ve sömürgeciliğe karşıydılar. Ve belki de en temel özellikleri işyerlerinde sahip oldukları karar alma güçleri bugünkü kadar dip noktalarda değildi.

Bir diğer özellik çocuklarının kendilerinden daha iyi öğrenim görmeleri ve daha iyi işlerde çalışmaları konusunda çok istekli olmalarıydı. Bu dönemin gençleri ailelerinin sınıf atlama duygusunu gerçekleştirmek için motive edilmişlerdi.

Ebeveynleri ikinci dünya savaşı sonrası sosyal refah döneminin görece rahat ekonomik koşullarında yaşamış olan 70 ve 80’ler kuşağı, neoliberalizmin sert dalgasıyla tanışan ilk kuşak olmuş, ebeveynlerinin güdülediği daha iyi bir yaşam arzusu ise esnekleşen kapitalizm karşısında güdük kalmıştır. Yaşadıkları bu hayal kırıklığına isyan etseler de nesilleri ayıran bir uçurumla karşı karşıya olduklarının geç de olsa farkına varmışlardı.

Güne değil geleceğe, tüketime değil birikime önem veren ebeveynlerinden aldıkları kültür, esnek ve kuralsız neoliberal çalışma hayatı tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemiştir. Geçirimsiz ve birbirinden kopuk iki farklı ekonomik-sosyal hayat vardır karşılarında. Kapitalizmin yeni sloganı “uzun vade yok” olmuştu ama bu kuşak tüm hayatı boyunca bunun tam tersi bir kültürle, gelecek için günü feda ederek, öz disiplinli çalışmanın erdemi ile yetiştirilmişlerdi. Toplumsal olaylara güçlü refleksleri olan ve dayanışma ilişkileri içinde büyüyen bu kuşak Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler vardır” söylemiyle neoliberalizmin şok edici yeni bir aşamasına da tanıklık etmekten kurtulamayacaktı. İstikrarlı bir geçmişten istikrarsız ve öngörülemez bir gelecek yolculuğu içinde buldular kendilerini.

Yeni dönem değişime açık olmak, risk almak ve formel değil enformel olmak, proje üretmek, yeni teknolojileri kullanmak, “kablosuzlaşan hayata(Zygmunt Bauman) uyum sağlamak zorunluğunu dayatıyordu. Özellikle Sovyetlerin yıkılmasından sonra sermayenin sabırsızlığı hiç olmadığı kadar artmış, oligarklar “çabuk getiri elde etme” yöntemleri üzerinde -özelleştirmeler(!)- yoğunlaşmaya başlamışlardı. Bu beraberinde geleneksel sanayilerin iş yapma modeli olan hiyerarşik piramit tarzı yukarıdan aşağı örgütlenmenin de değiştirilmesini gerekli kılmıştır. Yeni keşif piramit tarzı yapılara göre daha çabuk değiştirilip, yeniden şekillendirilebilen “network türü” iş yapma modelleridir. Takımadalara benzer bu uygulama modern teknolojiyle birleştiğinde artı değer sömürüsünü katlamasından tutalım tenkisatları kolaylaştırmasına, belirsiz iş sürelerinden tutalım sınıf uzlaşmacılığına kadar sömürü mekanizmasına yeni bir çehre kazandırmıştır.

Yeni kapitalizmin çalışan sınıflarının ebeveynleri gibi kendi çocuklarına hayata, çalışmaya, geleceğe ve gündelik yaşama dair anlatacağı neler kalmış olabilir? Ebeveynlerinden devraldıkları sosyal sorumluluk ve toplumsal reflekslerin giderek un ufak olduğu koşullarda onlar çocuklarını AVM fareleri olmaktan ya da sosyal medya fenomenlerini taklit etmekten nasıl kurtarabilirler? Esnek kapitalizme uyum sağlayan sınıflar ayakta kalmaya çalışırlarken bu esneklik onlarda onarılmaz biçimde bir “karakter aşınmasına” (R. Sennet / Yeni Kapitalizm ve Karakter Aşınması) neden olmuş gözüküyor. Hiç geri dönmeyecek olan çocukluk çağlarına umutsuzca özlem duyuyorlar.

Bu özlem duyma işi elbette kimi yanılsamalara yol açabilir. Örneğin “çalışmanın erdeminin” yüceltilmesine! Çalışmayı normalleştiren hatta onu mitolojikleştiren sadece kapitalist ideolojiler değildir, bu kimi geleneksel sol söylemlere de sızmıştır. Oysa bizim için çalışma zamanının azaltılması ve “daha kısa bir çalışma haftası” yakın geleceğin temel sloganlarıdır.

Zamanın oku

Eskinin risksiz, güvenceli ve rutin çalışma modelleri karşında kapitalizmin geliştirdiği yeni esneklik anlayışı 21. yüzyılın çalışanları için kurumları kökten değiştirerek iktidar içinde iktidar yaratmıştır. Temelinde isyansızlaştırmanın olduğu bir çifte kıskaçtır bu. Toyoizm, postfordizm, kalite çemberleri, takım liderleri, özelleştirme, deregülasyon, performans, Mobbing, sıfır sürtünme, Endüstri 4.0 vb.

Bu süreklilik içinde bir değişimden ziyade tam bir kopuştu. Geri dönülmez bir kopuş! Zamansal değişim o kadar serttir ki bir yazar buna “şok doktrini(Naomi Klein) adını vermişti. Günümüz genç işçi kuşağının sınıf mücadeleleri hafızasının zayıf olmasının bir nedeni de işte bu geçmişten sert ve geri dönülmez kopuştur. “Bu an zamanın okunun kırıldığı andır! Kısa vadeye odaklı, geleneklere ve dayanışma ilişkilerine düşman bir politik ekonomide hedefine varamaz oldu bu ok!” (R. Sennet / Age)

Fordizmin işçi sınıfında yarattığı Protestan ahlakından patronunun “kendi yanında” olduğu yanılsamasını uyandıran bir tür otoritesiz iktidar modeline geçilmişti.

Günümüzde sınıf bilincini geleneksel Marksist yaklaşım ile çözmenin giderek karmaşıklaşmasının temel nedenlerinden biri de işte bu gelişim sürecidir. Esneklikle her gün daha fazla iç içe geçen yeni teknolojiler eski işçi sınıfında var olan “zanaatkârlık ruhunu”, mesleki disiplini ve dayanışma ilişkilerini alt üst etmiş, bu değerleri arkaik ilan etmiştir. Eskinin tartışılmaz berrak gerçekleri ücret, sendika, tazminat, emekli maaşı, iş güvencesi, toplu sözleşme, grev, dayanışma, vb. yüzyıllık kazanılmış haklar şimdi tekrar mücadelelerle yeniden kazanılması gereken olgular haline dönüşmüştür. Sadece bu da değil, geçmişin geleneksel sendikalı, vardiya saatleri belirli, orta yaşlı, erkek sınıf bileşiminin yerini yarı zamanlı sendikasız çalışan, çok dilli etnik, göçmen, genç ve kadın işçiler almıştır.

Örneğin göçmen işçilik ‘90’lardan sonra Türkiye için yapısal bir olgu olmuştur. Kapitalizmin küreselleşme evresinde sadece emek-sermaye değil mekânsal eşitsizlikler de alabildiğine derinleşmiştir. Doğu ve Güney’den ABD ve Avrupa’ya uluslararası göç dünya ölçeğinde eşitsiz gelişim yasasının bir sonucu olarak, işçi sınıfının bileşiminde ciddi değişikliklere neden olmuştur. “Sermayenin Yeni Hafif Piyadeleri”, “Kaçak Göçmen İşçiler” kitabının yazarı Taner Akpınar göçmen işçi istihdamının kuramsal zeminini Marx’ın “yedek sanayi ordusu” ile birlikte ele alarak göçmen işçilerle “yedeğin de yedeğinin yaratıldığı”nı ifade ederek çok doğru bir analiz yapmaktadır. Kaçak göçmen işçinin kapitalist için en büyük cazibesi hem mutlak hem de nısbi artı değeri başka hiçbir işçi grubunda bu kadar artıramayacak olduğudur. Sürekli yakalanma ve sınır dışı edilme korkusu ile yaşayan bu uysal işgücü emeğin ve üretimin maliyetlerini düşürmede biçilmiş kaftandır.

Bu bölümü bitirirken son olarak, Dünya işçi sınıfının tüm ülkelerde yaş ortalamasının ciddi şekilde düştüğünü belirtmeliyiz.1970 ve ‘80’lere kadar 45-60 yaş arası çalışan işçi sayısının yüksek oranını günümüzde bulmanız imkânsızdır. Yeni kapitalizmin iş modeli “esneklik eşittir gençlik, katılık eşittir yaşlılık”tır. (R. Sennet / Age)

Geçmişin merceğinden bakarak değişen sınıf bileşimi ve kültürünü anlamak bir hayli güçleşmiştir.

“Kullanıcı dostu”

Örneğin işçilere “kullanıcı dostu” olarak takdim edilen yeni teknolojik donanımlar mesleki zanaatı giderek gereksizleştirmekte, dolayısıyla işçilerin beceriye sahip olduğu eski günlere kıyasla daha düşük ücrete çalışmalarına neden olmaktadır. Kullanımı kolay ancak tasarımı karmaşık teknolojiler sermayedara daha vasıfsız ve düşük ücretli işçi çalıştırabilme fırsatı vermesiyle sömürüyü katlamaktadır. Geçmişin işçisinin tamirinden anlamadığı hemen hiçbir makine yokken günümüzün basitleştirilmiş ama teknolojisi yoğun makinaları karşısında işçiler alabildiğine kayıtsızdır. Üretimin bütünselliğine hâkimiyeti olan eski kuşakların yerini sadece parçaları bilen, işin zanaatından koparılmış, makinanın teknolojik becerisini kendine dert edinmeyen bir kuşak almıştır. Basit olmasına rağmen içerdiği teknolojiden dolayı yaptığı işi kavrayamamak işçinin işle olan bağını yüzeyselleştirmektedir.

Sermayedarlar teknoloji sayesinde sadece verimliliği artırmakla kalmadılar, bunu vasıfsızlaştırdıkları işçiler üzerinden en düşük maliyetle gerçekleştirdiler. Sivil toplumcuların, post modern solcuların iddia ettikleri gibi teknoloji ne işçi sınıfına olan ihtiyacı azaltıyor ne de onu nicel olarak küçültüyor. Tersine sayı artıyor, ancak vasıfsızlaşıyor, kendi içinde yeniden katmanlaşıyor; örneğin mavi ve beyaz yakalılar arasındaki ayrım giderek silikleşiyor, geçmişin ayrıcalıklı “işçi aristokrasisi” ise esamisi okunmayan bir niceliğe dönüşüyor.

Esneklik, kuralsızlaştırma, (deregülasyona) yeni teknolojiler ve sınıf bileşiminin yaş, cinsiyet ve etnik değişimi ile örgütsel dağınıklığı hak arama eylemlerini zayıflatan başlıca etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan esnek üretim ücretli köleliği fabrika duvarlarını aşacak şekilde toplumsallaştırdığı için, yeni işçi sınıfı da hak aramak için “zamanın demir kafeslerinin” (fabrika) ötesini, meydanları esas alıyor. Zamanın makine kırıcıları ilk kuşak işçiler (Çartistler) teknoloji karşısında sabotajları yeğlerken günümüz genç işçi kuşağı kaba teknoloji karşıtlığını değil ondan yararlanmayı ve meydan işgallerini tercih ediyor.

Otoritesiz iktidar, ironik insan…

Yeni ekonominin yazarları “hepimiz zamanın ve mekânın kurbanlarıyız” diyerek sürecin asıl sorumlu öznesi sermayeyi sorumsuz kılma gayreti içindedirler. Özne sermaye değil “değişim” olunca böylece hiç kimse sorumlu tutulamaz! Otoritesiz iktidar kaynağını buradan alır. İşçilerin ve yönetimin “aynı takımda “olduğu masalı… İşte bu kapitalistin doymak bilmez üretkenlik artırma çabasına hizmet ediyor. Takım çalışmasının yüzeysel ve sığ dünyasında iktidar vardır ama otorite yoktur.

“Bu otoritesiz iktidar oyunu, yeni bir karakter tipi yaratır. Artık amaçlı insan gitmiş yerine “ironik insan” gelmiştir.” (R. Sennet / Age) İronik insan kendisini ciddiye almayan insandır. Kendi değerinin anlamını çözümleyemeyen insandır. Sürüklenendir o ve bu sürüklenmenin bu sistemde doğal olduğuna inandırılmıştır. İronik insanın en büyük zaafı kendisine hükmeden güçlere sömürücü bir sınıf gözüyle bakamamasıdır. Zamanın sınıf kini ile dolu işçisinin yerini maden kazasında ambulansa binerken “çizmelerimi çıkarayım” diyen işçisi almıştır. Burjuvaziye huzur veren bir işçi tipolojisi yaratılmıştır. Belki uç bir örnek olabilir ama Germinal romanını okuyanlar bilir, son sahnede maden kazasında oğlunu, torununu ve kızını kaybeden eski maden işçisi büyükbaba, eve taziyeye gelen fabrikatörün madencilere sempati duyan masum kızını elleriyle boğarak öldürür!

“Sürtünmesiz!”

Geleneksel bürokratik fordist sistemin rutin akışının tersine hem zamanı hem de mekânı kuralsızlaştıran esnek kapitalizm belirsiz ve muğlak ortamlarda çalışan, risk alabilen işçiyi tercih etmektedir. Bunlar da çok dilli, göçmen ve genç işçilerdir, çünkü hem risk alma hem de “boyun eğme” bakımından daha elverişlidirler. Tüm bir batı kapitalizminin emek politikaları artık “becerilerin hızla değişmesinin” kural olduğu varsayımına dayanmaktadır. Örneğin Silikon vadisi “sürtünmesiz” kavramını icat etmiştir. Bununla kastedilen her an her işe hazır olan, çağrıldığında hemen gelen, aile, eş, çocuk vb. manevi bağları zayıf olan ve kısa vadeli çalışacak işçi tipidir. Kariyer, meslek ve zanaat gibi gelecek planları olmayan genç kuşaklardan işçiler en değme- “sürtünmesiz”- işçi tipi olarak görülmektedir. Burjuvazi için sürtünmesiz olan optimaldir!

Endişe

Endişe geleceğe yönelik bir kaygıdır; Geçmiş deneyimlerin günümüzü aydınlatmadığı koşullarda bu sıkıntı daha da artar. Sınıfın yaşadığı bunalım burada başlamaktadır. Kendi mücadele tarihiyle yaşadığı hafızasızlığın ötesinde sömürünün fabrika duvarlarını aşarak toplumsallaşması, her an her yerde karşısına çıkması, nefes alacak bir mekân bırakmaması, kişinin öz saygısını azaltması, aileleri ve sosyal toplulukları parçalaması karşısında buna karşıt yeni bir hayatı ve örgütlülüğü yaratamama endişesi. Sermayenin toplumsal mücadeleler tarihinden çıkardığı en önemli ders; topluluk ve grupların aksine sürülerde devrimci muhalifler ve isyancılar çıkmayacağından emin olmasıdır. Yeni kapitalizm tüketim toplumudur. Sürüleştirme temel politikadır. Ne eskinin klasik sendikaları ne işyeri komiteleri ne de komünist partileri eski halleriyle bu yeni savaşa cevap verecek durumda değildirler.

Modernite, teknoloji ve hız

Bir gazete haberi: İtalya da bir okul görevlisinin yaşadığı şehirde kiraların pahalanmasından dolayı oturduğu evi boşaltıp 600 km uzaklıkta ailesinin yaşadığı şehre taşınması ve okula sabah 4 de kalkarak hızlı trenle gidip gelmesi.

Özellikle beyaz yakalı çalışanlar ve öğrencilerde okul ve işyeri ile ikamet ettiği evin farklı şehirlerde olması giderek yaygınlaşan bir olaydır. Konya-Eskişehir-Ankara arasındaki hızlı trenler bu konuda çözüm olmaktadır.

Ne güzel değil mi? Teknolojinin yani hızlı trenin zamanı kullanmamıza getirdiği kolaylık! Peki ya bu faydanın hayatı çekilmez hale getirmesi, sosyal zamanı yiyip bitirmesi asıl görülmesi gereken bu değil midir?

İşin aslı şu, iş sadece şehirlerarasılaşmamış, aynı şehirde fabrika ve işletmelerin merkezden çevreye taşınması ile ev ile iş arasındaki süre ciddi derecede artmıştır. İşi gitmek için eskiden sabah 7’de kalkan işçi şimdi sabah 5’te kalkmaktadır.

Hızlanma aslında yabancılaşmayı daha da artıran bir işlev görüyor. Teknolojinin hızlanması sömürüyü daha da artırıyor. Sermayedar için zamandan tasarruf maliyetlerin düşürülmesi ve dolayısıyla kapitalist rekabette muadillerine karşı ön almaktır.

İnsanlar yeni teknolojilerle “zamandan tasarruf” edip yine de hiçbir şeye vakit bulacak kadar yoğun olduklarının ne kadar farkındalar acaba? Son teknoloji arabalar metropolün kaotik trafiğinde ne işe yarar? Günde kaç e-posta yazıp cevap veriyorsun? Eski tarz yazılı mektuplaşmadan daha fazla zaman harcandığı hesaplanmış! Artık iletişim işleri için dünya çapında ağ icat edilmeden önce gereken zamandan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğu her gün bizzat deneyimlediğimiz bir gerçektir.

Bir diğer örnek, beyaz yakalıların dijital platformda evden çalışması, (freelance emek/ofissiz çalışma) çalışanın zamanını eve hapsedip kapitalistin zamandan ikinci kez kazanmasına hizmet etmiyor mu? Peki, freelance çalışmanın işçide yarattığı? İşin görünmezleşmesi, sürekli erişilebilir olmak, iletişimin yükünün artması ve ofis ortamında mola ve yemek saatlerinde arkadaşlarıyla kurduğu sosyaliteden yoksun kalmak! Sözüm ona özgürlük vaat eden ofissizleşen emek rejimi işte bu!

Dolayısıyla teknolojik hızlanma mantıken boş zamanda artış sağlamalıdır ki, yaşamın hızı azalabilsin! Zaman bollaşsın! Ancak tam tersine modern toplumlarda zaman gitgide daha kısıtlı bir hale geliyorsa, daralıyorsa, komprime hale geliyorsa bu açıklama gerektiren paradoksal bir durum değil midir?

Modernite17. yy.’da rasyonalizmle hayat bulmuş, bu ilk haliyle tarihte insan için niteliksel bir ilerlemenin adı olmuş, 19. yy.’da bireyselleşme ileinsanın kendine yabancılaşmasına dönüşmüş ve en sonu 21. yy.’ın başından itibaren metalaştırma ile tüketim toplumu şeklinde en gerici halini almıştır. Feodalizmde insan kırbaç zoruyla bir mal idi. Bir sahibi vardı. Şimdi ise bizzat kendini mal olarak sunabilmektedir. Efendili kölelikten efendisiz köleliğe geçilmiştir.

Dünyada “uzay zaman” rejiminin değiştiğini iddia edenler var. Teknolojik hızlanma, sosyal değişimin hızlanması ve yaşam akışının/temposunun hızlanması, bu konuda akla ilk gelen değişimlerdir. İçlerinde ölçülebilir olan sadece teknolojik hızlanmadır. Ulaşım, iletişim ve üretim süreçlerindeki kasıtlı hızlanma buna örnektir. David Harvey bu konuda “Globalleşme ve internetin mekândan yoksunluğu çağında zaman uzayı gitgide daha çok sıkıştırmakta, hatta yok etmekte gibidir” derken, ulaşım ve iletişimdeki devasa hızlanmanın uzay-zamanı daralttığını ifade etmektedir. Başka bir yazar, Herman Lübbe bunu “şimdinin daralması” şeklinde tarif etmektedir. Teknoloji hayatı hızlandırırken zamanı kıtlaştırmaktadır. İnsanlar hızlı tren ve jetleri daha fazla işe artı zaman yaratabilmek için kullanmaktadırlar. Yoksa işlerinden geriye kalan boş zamanı artırmak ya da boş zamanı hoş zamana çevirmek için değil! Bunu esnek kapitalist iş modellerine vurduğumuzda artı zamanın artı değeri nasıl katladığını görebiliriz.

Zamanın kıtlaştığı, sosyal değişim ve temponun arttığı ve kapitalizmin teknolojiyi sömürünün hız çarpanına dönüştürdüğü koşullarda metropol yaşamının kaotik-mafyatik sarmalını kıracak hafif motorize birlikler gereklidir. Bu anlamda devrimcilikte yeni bir tarz yakalamanın önemi ortadadır. Motokuryeler gibi şehrin ekonomisine, kültürel ve sosyal dokusuna hâkim, tüm sokakları gözü kapalı bilen, teknolojiyi çok iyi kullanan ve kadın, erkek, yaşlı, genç, zengin, fakir istisnasız toplumun her kesimi ile irtibat halinde olan bir saha devrimciliği pratikleştirilmesi gerekendir.

Kablosuzlaşan şehir yaşamını, teknolojik metalaşmanın bu hız evresini somut bir olgu olarak kabul etmeden devrimcilikte yeni tarzlar yakalamanın mümkünatı yoktur.

“Tüketici toplum”

Fiziksel, sosyal veya ruhsal çıplaklık, çağımızın düzenidir(Zygmunt Bauman)

M. Faucalt’ın bedeni terbiye eden Panoptıcum anlayışından bedenin bir arzu nesnesine dönüştürüldüğü zamanlardayız. George Orwell’ın 1984’ünden Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’na geçilmiştir.

Eski dünyada çöp dağları bugünkü kadar yüksek değildi. Çöpler ve atıklar denizaşırı uluslararası taşımacılığın konusu hiç değildi. Ülkemize Avrupa’dan gemilerle taşınan tonlarca atık haberlerini okumuyor muyuz? Ve eskiden geri dönüşüm diye bir sektör yoktu. Atık imha endüstrisinin muazzam yükselişi tüketici toplumun en belirgin sonucudur. Tüketici toplumunu en net fabrika bantları, AVM’ler ve çöplükler arasındaki meta döngüsünden görebiliriz. Daha çok üretim daha çok tüketim ve daha çok atık! Daha çok, daha çok, daha çok! Her gün şehrin büyük caddelerinde gördüğümüz atık toplayan işçiler bu aşırılık, müsriflik ve israf ekonomisini yüzümüze en çarpıcı şekilde vurmuyorlar mı?

Tüketici toplum 21. yüzyılın en sık kullanılan politik kavramlarından biridir. Sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez 18. yüzyılda birkaç yerde “müşteri” ve “Zaman’dan” bahsederken kullanıldığı görülmüştür. 1910’da Britanika ansiklopedisinde ise “israf” ve “olanakların tahribatı” anlamına gelen bir teknik terim olarak yer almıştır.

Günümüzde özellikle batılı akademisyen ve felsefeciler tarafından küreselleşmenin yarattığı “yeni bir toplum” şekli ve “modern tarihin dönüm noktası” olarak ileri sürülmektedir. İddia o dur ki; 19. yüzyıl ile başlayan klasik sanayi üretim modeli giderek sönümlenmiş, onun yerini günümüzde “tüketici toplum” almıştır. Toplumsal değişimi analiz ederken kullandığı kavramlarla kimi yanlarıyla Marksizm’e temayül ettiğini, zaman zaman doğru bir politik izleği takip edebildiğini tespit edebiliyoruz. Tüketici toplum devrimci literatürde de sık kullanılarak tüketilen ancak içeriği yeterince doldurulmayan bir kavramdır.

Her ne kadar mesele kapitalizme içkin, onun yeni bir görüngüsü şeklinde, üretim ilişkileri üzerinde temellendirilmese de ortaya çıkan betimleme mevcut sol anlayışlara tartışma ve görüş oluşturma zemini yaratmaktadır. Konu üzerine en çok yazan ve kavram üretenlerden biri Zygmunt Bauman’dır. Bauman aslında Marx’ı takip etmektedir. Marx’ın ifade ettiği gibi, modern dünyada fiziksel tüketimin yerini değerin tüketimi almıştır. Bu doğrultuda nesneler dünyasıyla ilişkimiz derinden dönüşmüştür. Burada en kritik nokta elbette emeğin yeniden metalaştırılmasının yarattığı sonuçlardır.

Başta tüketim ve tüketicilik farkını ortaya koyalım. İlki tarihten günümüze çok değişmeyen bireye özgü doğal ve zorunlu ihtiyaçları diğeri ise tam tersine bireye değil topluma ait, onun neolitikte “artık ürünle” başlayıp modern kapitalizmde “meta fetişizmine” dönüşen yabancılaşmasıyla kendini var eden değişimiyle ilgilidir. Tüketicilik, tüketimin ihtiyaçların ötesine taşarak dışsal yabancı bir güce dönüşmesidir. Söz konusu olan “ihtiyaçların doymazlığıdır(Z. Bauman) artık! Emeğin ürünü nasıl ki işçi sınıfından kopup ona hükmediyorsa, benzer şekilde tüketim nesneleri de ihtiyaç olmaktan çıkıp, arzu, istek, gösteriş, teşhir vb. kisvelerle dışsal bir güce dönüşmektedirler. Böylece yabancılaşmanın yeni bir yüzü ile karşılaşmış oluyoruz. İhtiyaçları erteleyebilen toplumlardan ihtiyaçları doymak bilmez mertebelere çıkaran toplumlara ulaşıyoruz.

En başta da belirttiğimiz gibi 20. yüzyıl ağır sanayi, güçlü sendikalar, kitlesel ordular, muhafazakâr aileler ve geleneksel din ile karakterize olan eski toplumdur. 21. yüzyılda ise esnek üretime, insansız savaşa, hibrid harp modellerine, paralı asker ordularına, politikleşen fundamentalist dini akımlara ve çocukların yönettiği ailelerden oluşan tüketici topluma geçilmiştir. Sanayi, ordu, aile ve din ’in alt üst olduğu bu yeni kapitalist çağda proletaryanın da kendi içinde yaşadığı dönüşüm bizim üzerinde en yakıcı şekilde durmamız gereken stratejik bir meseledir.

“Borç bir yönetim aracıdır” (K. Marx)

Günlük basından: “Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) raporlarına göre Mayıs 2022 itibariyle kredi veya kredi kartı borcunu ödememiş olanlardan, 4 milyon 148 bin kişinin borcu devam ediyor. Bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı 2022’nin ocak-kasım döneminde yıllık yüzde 136,8 arttı. Takipteki kişisi sayısı kasım itibarıyla 3 milyon 931 bin oldu.”

Karl Marx’a göre krediyle sömürülen şey emek değil “yoksulun etik eylemi”dir. “Maksat ‘yoksula’ daha iyi bir yaşam imkânı tanımak değil, onun kendi yolunda yürüyüp gitmesine izin vermemektir. Aksi takdirde bu, onun (borç verenin) sermayesinin faiziyle birlikte ölümü” demektir.

“…kredi ilişkisinde yaşanan, paranın insana üstün gelmesi değil bizzat insanın paraya dönüşmesi ya da paranın insanda cisimleştirilmesidir… Paranın ruhunun maddi, cismani biçimini oluşturan şey para ya da değerli kağıt değil, benim kişisel varlığım, insan doğam, benim toplumsal meziyetim ve saygınlığımdır. Kredi artık paranın değerini paraya değil, insan etine ve insan canına çevirmektedir(K. Marx / El Yazmaları)

Toplumsal gerçekliğimiz tüm hayatını “borcun hizmetine” sunan insanların trajedileriyle doludur.

Borç sermayenin ezilenler üzerinde itaatini garanti eden en temel disipline edici iktisadi faktör olmuştur.

Geçmişte en temel insan hakkı olan eğitim, sağlık, emeklilik vb. sosyal devlet uygulamaları, özelleştirildikleri için günümüzde artık borçlanarak karşılanabilir hale gelmiştir.

Eski işçi sınıfı tasarruf hesabı tutan çalışanlardan oluşurdu. Borçlarını düzenli olarak öderlerdi. Borcuna sadık kalmak diye bir şey vardı. Eski usul onurun insan karakterine sinmiş bir özelliğiydi bu. Şimdi ise sürekli borç içinde yaşamak söz konusudur. Borç hiç bitmemektedir. Borç ödemek yaşamın adeta tek gayesi olmuştur. Tüketici toplum çalışan sınıfları krediyle yaşamak zorunda bırakmıştır.

Neoliberalizmle birlikte birikim rejiminden tüketim rejimine, tasarruf sahibi toplumlardan bankalara rehin olan borçlu toplumlara geçilmiştir. Tüketiciliği pompalayan bankaların sloganı “şimdi tadını çıkar sonra öde”dir.

Hiç endişelenmeyin, eski zamanlarda verdikleri borçların önceden belirlenmiş bir zamanda geri ödenmesini isteyen ve ertelenmesine karşı çıkan cimri tefecilerin aksine, bizler yeni, cömert ve iyiliksever borç verenleriz. Paramızı geri istemeyiz. Aksine eski borçlarınızı ödemek için size daha fazla kredi sunarız, böylece yeni hazlarınıza verebileceğiniz ekstra paranız (yani borcunuz!) olur. Bizler ‘evet’ demeyi seven bankalarız. Dostane bankalarız” (Z. Bauman / Borçlu Zamanlarda Yaşamak)

İşte finans oligarşinin sürekli kar etmesinin kaynağı budur. Bu modern tefecilerin en büyük korkusu ödünç aldıkları parayı zamanında ödeyen müşterilerdir. Sermayenin bakir alanı borçlarını geri ödeme imkânı olmayanlardır. Nasıl olsa işçiden tahsil edilemeyen borçlar çalıştıkları işyerlerinden maaşlarına haciz konularak alınmaktadır. Kredilerle yaşamanın cazibesi, borç almanın alışkanlık haline gelmesi sınıfı içten içe çürüten, onu düzen içi tutan en temel ekonomik prangalardan birine dönüşmüştür

Freelance emek ve evden çalışma

Freelance veya ofissizler günümüzde tek bir işverene bağlı olmadan, dijital platformlarla çalışan beyaz yakalı işçileri, evden çalışma ise ağırlıklı olarak kadınlardan oluşan evden atölye ve fabrikalara küçük meta üretim yapanları ifade ediyor.

COVID-19 küresel salgını tüm dünyayı vurduğunda, dünyadaki işçilerin çok büyük kısmı hem işlerini hem de canlarını korumak için, neredeyse bir gecede ev eksenli çalışana dönüştüler. Onlarca yıldır zaten evden çalışmakta olan diğer milyonlarca çalışanın saflarına katıldılar. Evden çalışma, çalışma yaşamında uzun süredir bilinen önemli bir olgu olsa da işgücü piyasalarını düzenleyen kurumlar, evi bir işyeri olarak tasarlanmamıştı. Ancak kapitalizm evi de bir işletmeye, sömürü mekânına çevirmiştir.

ILO tahminlerine göre; 2019 yılında dünyada 260 milyon ev temelli çalışan var ve küresel istihdamın %7,9’unu temsil etmektedir. Bu tabii ki, COVID-19 küresel salgınından önceki rakamdır. 2020’ye ait rakamlar elde edildiğinde, ev temelli çalışan sayısının 2019 rakamlarının çok ötesinde olması beklenmektedir.

Ev temelli çalışanların çoğu kadındır.

İster Endonezya’da “hintkamışı lifi” örsün, ister Gana’da “karite yağı” üretsin, ister Mısır’da “fotoğraf etiketlesin”, ister Uruguay’da “maske diksin”, ister Türkiye’de konfeksiyonlara “parça başı kumaş” üretsin ya da evde tarhana, reçel, mantı döksün isterse de Fransa’da uzaktan çalışıyor olsun, tüm ev eksenli çalışanların görünmezlikten çıkarılmaları en temel meseleleridir.

Ofissizlere gelince;

Bu tip çalışma özerklik ve ekonomik bağımsızlığa sahip olmadan, işveren veya aracının spesifikasyonlarına uygun olarak çevrimiçi havuzdan çalışanların ifa ettikleri hizmet sektörü faaliyetlerini kasteder.

Oysa neoliberal söylem freelance çalışmayı “geleceğin çalışma biçimi” olarak idealize ediyor! Kişi bu iş biçimde bağımlı değil “bağlantılı” imiş! Belirlenmiş değil belirleyenmiş! Kendi işinin egemeniymiş! Patron-işçi ilişkisi değil” ne istediğini bilen çıkarları tanımlı öznelerin” ilişkisiymiş! İstediğin yerde, istediğin zaman, istediğin gibi ve istediğin kişilerle çalışma özgürlüğü beraberinde işte böyle egemensiz ve sömürüsüz bir çalışmayı beraberinde getiriyormuş!

Türkiye’deki beyaz yakalı dijital platform üzerinden çalışanlar hakkında önemli bir çalışma yapan Özlem İlyas şunları belirtmektedir:

 “Freelance Dayanışma Ağı’nın düzenlediği bir ankete katılan freelance çalışanların %55’i hiç sözleşme yapmadığını, yaklaşık %19’u ise nadiren sözleşme ile çalıştığını ifade etti. En sık freelance çalışılan sektörler arasında da çevirmenlik, yayıncılık, gazetecilik, yaratıcı yazarlık, yazılım/bilişim, tasarım, araştırma ve sanat endüstrileri sayılabilir”. (Freelance Emek / Ofissiz Çalışmanın Sınıfsallığı)

Bu ve benzeri hak kayıplarının ötesinde home-ofice ile kendimize ait olan zamanı da sermaye sahibine armağan etmiyor muyuz? Kendimize ait zaman ile sermayedara ait zaman arasındaki çelişkinin aleyhimize açıldığı en tipik çalışma şeklidir freelance. Uzaktan çalışma iş ile sosyal yaşam arasındaki sınırları adeta delil deşik etmiştir. Ofis sürekli oturma odanızdayken işinizi artık ofiste bırakmak mümkün değildir.

Özlem İlyas özellikle Avrupa’da freelance çalışmanın “dijital göçebeler” olarak adlandırılabildiğini, bunun istediğin yerde, istediğin zaman, istediğin gibi ve istediğin kişilerle çalışma özgürlüğü olarak görüldüğünü ancak bunun afaki, idealize edilmiş bir özgürlük anlayışı olduğunu belirtmektedir. 9-6 mesai, düzenli gelir, emeklilik, sağlık sigortası, yol-yemek gibi maddi getirileri dışladıktan sonra elde kalanlarla nasıl soluk alacaksın, nasıl özgür olacaksın? Tam bu noktada “idealizm sömürüsü” de devreye girmektedir. Gazetecilik, editörlük ve çevirmenlik gibi meslekler prestijli olarak atfedilen işler yaptıkları için maddi getirilerden feragat etmeleri beklenebiliyor. İşi idealleştirme böylece çalışanın zayıf karnı olmaktadır. Sermayedar bu zayıf nokta üzerinden yüklenmektedir.

“Prekarya”, “maddi olmayan emek”, “çalışan yoksullar” ve “lümpen proleterya”

“Aşevimizi kullanan insanların çoğu çalışıyor… Hemşireler ve öğretmenler, aşevlerine başvuruyor.” (Günümüz, İngiltere’de bir Papaz)

Çalıştığı halde yoksul olmak! Bu çok mu yeni bir şey! Kapitalizmin tarihinin özeti değil mi bu? 19. yüzyıl işçilerinin yaşadığı sefalet Engels’in Emekçi Sınıfların Durumu İngiltere’de kitabından biliniyor. Kapitalist küreselleşme ile birlikte işçi sınıfının hem hacimce büyümesi hem de geçmişe oranla daha da fakirleşmesinden başka bir şey değildir bu.

Mavi yakalı çalışanların yoğunlukta olduğu 20. yüzyıl sanayi toplumunda verilen ücretler tatmin edici seviyelerde iken günümüzde kuralsız, güvencesiz, esnek çalışma rejimleri ücretlerin sürekli bir şekilde düşüş göstermesine sebep olmuştur. Bu durum çalışanları temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale getirmiş ve bu da çalıştığı halde yoksulluk pençesinden kurtulamamayı.

Klasik anlamda yoksulluk çalışmalarına dâhil edilmeyen işçi sınıfı tüketici toplumunun yarattığı psikolojik nedenlerin de etkisi ile yoksulluk sınırına dâhil olarak yoksulluk çalışmalarının bir boyutu haline gelmiştir. (Bauman ve Harvey) Böylelikle yoksulluk kavramı için sadece işsiz kalan kesimle ilgilenmeyi bırakıp artık kavram tanımları yapılırken ihtiyaçlarını karşılamakta ve ailelerini geçindirmekte güçlük çeken işçi sınıfı da kavrama dâhil edilmiştir. Özcesi, işçi sınıfının belirli kesimlerinin yoksulluk sınırı ve altında ücretlendirilmeleri beraberinde onları farklı bir kategori olarak sınıf kavramını sulandırarak “çalışan yoksullar” olarak tariflemeyi getirmez. İşçi çalışan ve yoksul olabilir ama bu onun üretim ilişkileri içindeki pozisyonunu en az olsun tek başına açıklamaya yetmez. İlla Çalışan yoksullar diye bir kavram kullanacaksak bu kesimler deklase yarı proleter şehir ve kır yoksullarıdır ve bunu ileride inceleyeceğiz.

 Prekarya ve maddi olmayan emek

Ancak son yıllarda kapitalist iş organizasyonlarına ilişkin tartışmalarda sınıf mücadelelerin “yeni öznesi” olarak ortaya atılan daha çok beyaz yakalıları işaret eden “prekarya” kavramı var. Bu kesimlerin mesleki kimliklerinden yola çıkılarak “emeğin gayri maddileşmesinden” söz edilmektedir.

Emeğin gayri maddileşmesi doğru bir kavram mıdır? Dahası emeğin gayri-maddileşmesinin “sermayeden kurtuluşun kapısını aralayacağı” da iddia edilmektedir! Örneğin Hardt ve Negri gibi Post-Marksistler gayri maddi emeğin “mekânsal kısıtlılıklardan ve maddi kaynak ihtiyacından” nispeten kurtularak üretim ilişkilerini kendisinin kurabileceğini tahayyül edebilmektedirler. Maddi olmayan emek nedir? Maddi olmayan emek var mıdır?

Marx ’ta maddi üretim fiziksel ve fiziksel olmayan nesnelliği bir arada ifade etmektedir. Meta ve değişim değeri emeğin maddileşmesidir. Yani maddi olmayan ürün tartışması açısından kültür, sanat ve hizmet sektörü, reklam sektörü, gazetecilik, çevirmenlik, dijital medya, evden çalışma vb. toplumsal ilişkileri dönüştürdüğü için maddidir. Ve “maddi olmayan” ürünler üretilirken de fiziksel bir karşılığı olan bedensel ve zihinsel emek harcanmaktadır. Yani “maddi olmayan ürün” denen ürün hem üretim süreci hem de etkileri itibari ile maddidir. Daha da somutlarsak zihinsel emek de bedensel emekte tamamen çalışma saatleri sömürüsüne dayanmaktadır. Değeri ve sömürüyü belirleyen temel faktör emek zamanıdır.

Kavramı icat eden Lazorotti ve sonrasında kullanan Andre Gorz ve İtalyan otonomcular ve takipçisi diğer post Marksistler “maddi olan içinde maddi olmayanı aramakla” kalmayıp emek değer teorisini üretim ilişkileri içerisinde değil, iktidar ve tahakküm ilişkisi içerisinde arayarak ve en sonu birbiriyle geçirimli zihinsel ve bedensel emeği birbirinden koparmaya, ilişkisiz ve illiyetsiz kılmaya çalışarak Marksizm’i yadsımakla kalmamışlar, neoliberal düzene ideolojik katkılar sunmuşlardır. Bir diğer sonuç, sınıf içinden sözde onu galebe çalacak yeni sınıflar icat etmek işçi sınıfını nicelik ve nitelik olarak daraltmaktan başka bir anlama gelmemektedir.

Post-Marksizm’in yeni ideal öznesi prekaryadır. Neoliberal dönüşümlerin yarattığı güvencesizleştirme, esnek üretim ve yeniden metalaştırma süreçlerinden yola çıkarak işçi sınıfı içindeki yeni katmanlaşmaları sınıftan ayrı onun alternatifi olarak ele almanın anlaşılır bilimsel bir yanı yoktur. Burada murat edilen işçi sınıfının beyaz yakalılar lehine nitelik değiştirdiğini iddia etmektir ki bu giderek daha toplumsal daha kolektif hale gelen işçi sınıfını hem daraltmak hem de kapitalizmi mutlu edecek tarzda rehabilite etmektir. Prekarya işçi sınıfının ana gövdesinin yerine ikame edilecek “yeni bir sınıf”tan ziyade, bilişim, hizmet sektörü, medya ve reklamcılık, kültür ve sanat çalışanları ve freelance/ofissizler gibi sınıfa yeni katılan, ona yeni politik pencereler açan zihin emekçisi katmanlaşmalar olarak ifade edilmelidir. Kuralsız ve esnek kapitalizmin yarattığı yeni iş organizasyonlarını adlandırma adına icat edilen “gayri maddi emek” toplumsal ilişkilerin yeni görüngülerini sömürü ilişkilerinden koparmaktan ve emek değer teorisini ters yüz etmekten başka bir işlev görmüyor.

Çalışan Yoksullar

Çalışan yoksullara gelince;

Halk pazarlarında tezgâh açan şehir ve kır yoksulları, atık kâğıt işçileri, kadında somutlaşan ev ve aile işçiliği, mevsimlik tarım işçileri, devletten tarımsal destek kredisi alamayan, kendi küçük toprak parçasını işleyen küçük köylülük, hayvancılıkla geçinen konargöçer Tahtacı, Yörük vb. topluluklar, orman işçileri, partime çalışan öğrenciler, günübirlik işlerde ya da evden dijital platformlar için çalışan atanamayan, iş bulamayan yüzbinlerce üniversiteli işsiz, evde temizliğe, yaşlı ve çocuk bakımına giden kadınlar, motokuryelerin bir kısmı, seyyar satıcılar, küçük sanayinin ve küçük esnafın yanında çalışan çıraklar, organize sanayilerde ve merdiven altı imalathanelerde kaçak çalışan göçmen işçiler, tekstil, gıda vb. üretiminde ev eksenli çalışan kadınlar,15 Temmuz’dan sonra KHK ile işten atılan ve toplumsal yaşamda yok sayılan yevmiyeli ya da kendi hesabına çalışan yüzbinlerce beyaz yakalı, bu ve benzeri kesimler bir işverene bağlı olmadan, sigortasız, kendi hesabına çalışan, asgari ücret ya da altında kazancı olan, bu anlamda yoksulluk sınırında yaşayan çalışanlar olarak deklase yani sınıf dışı ama kimi özellikleriyle yarı proleter ezilen emekçi kesimlerdir. Sektörlere göre yoksullukta tarım ilk sırayı, sanayi ikinci ve hizmetler sektörü son sırayı almaktadır.

Kimi istisnalar dışında ağırlıklı olarak, çalışan ama kazançları hayatlarını idame ettirmeye yetmeyen, nitelikli iş gücüne sahip olmayan, mesleki kimlikleri zayıf, yarı proleter yoksul kesimlerdir bunlar. En dezavantajlı grup tek çalışanlı çok çocuklu ailelerdir. İlla çalışan yoksullar diye ayrı bir kesimden bahsedilecekse o kesimler hali hazırda bu kesimlerdir. Kendi hesabına çalışanlar, yevmiyeli çalışanlar ve ücretsiz aile işçilerinin sayısının yüzde 40 ile nerdeyse fabrika ve işletmelerde düzenli ve tam zamanlı çalışan mavi yakalılar kadar fazla olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Kaldı ki bilimsel sosyolojik yaklaşım, yoksulları ‘ayrı bir sınıf’ olarak ele alan yaklaşımların aksine, ‘sınıfın bir parçası’ olarak ele alır ve yoksulların uğradığı eşitsizliği, toplumsal adaletsizlikle değil, sınıfsal eşitsizliklerle açıklar. Bunun yanı sıra yedek işgücü ordusu, aynı zamanda bir yoksullar ordusudur. Bu yoksullar ordusu, istihdama dâhil olduklarında gerek ücret düzeyi gerekse çalışma koşulları açısından emek hiyerarşisinin en alt basamaklarında yer alırlar. Tarımdaki fazla nüfustan oluşan gizli işsizler, çocuklar, yaşlılar, göçmenler gibi işgücü piyasasına aralıklarla çekilebilen kesimlerden ve son derece düzensiz ve güvencesiz koşullarda düşük ücretli işlere mahkûm edilmiş olan, vasıf ve eğitim düzeyleri düşük işçilerden oluşan yedek işgücü ordusu, kendisi yoksul olduğu gibi, göreli olarak düzenli ve güvenceli koşullarda çalışan işçilerin yoksullaşması ve güvencesizleşmesinin de aracıdır.

Lümpen Proletarya

Son olarak, Marx’ın tartışmalı olarak, dönemin anarşist hareketlerince çok hazzedilmeyen, sonraları Lenin’in de önemli bir değer biçtiği lümpen proletaryayı konumuzla yakından bağlantısı olduğu için kısaca ele almanın yararlı olacağını düşünüyoruz

Marx’ın 18 Brumaire’de tasvir ettiği lümpen proletarya (“tüm toplumsal sınıfların tortusu, döküntüsü, artığı”, “yedek sanayi ordusunun safrası”, “ayak takımı”, “sefil”) kapitalizmin şafağında kır ve kentin henüz birbirinden ayrışmadığı, fabrika ve işletmelerin henüz yeterli istihdamı sağlayamadığı koşullar için bile tartışmalı, açıkçası negatif bir tanımlama iken 20. yüzyıl ile birlikte bu kesimlerin toplumsal özellikleri farklı bir kimliğe bürünmüştür. Bugün bütün lümpen proletaryayı gerici diyerek bir kenara atmak, işsiz ve yoksul yığınların azımsanmayacak bir kısmını kenara atmak demektir. Daha o zamanlarda Bakunin, Marx’ın tam zıttı bir yönelimle bu kesimlerden “müstakbel sosyalizmin tüm tohumlarını taşıyan, burjuva uygarlığının neredeyse hiç kirletmediği ‘ayak takımı’” olarak bahseder. Bir anlamda göklere yükseltir.

Louis-Auguste Blanqui ve Armand Barbès’ın kurduğu Mevsimler Derneği’nde deklase sınıfların devrimci rol oynayabileceklerinin o günkü örnekleri içinde sayılabilir. Blanqui ve Barbès, 1839 ayaklanması ve 1848’in Haziran Günleri ayaklanmasında önemli rol oynamışlardı. İkisi de tüm hayatını iktidarı devirmeye adamıştı. Marx, Blanqui için “Fransa’daki işçi partisinin kalbi ve beyni”, Barbès için de “müesses nizamın baş belası” diyordu.

Lenin ve Mao da lümpen proletaryaya sanayi işçilerinin yakın müttefiki olarak stratejik bakıyorlardı. En azından devrimci bir kılavuzluğa ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlardı.

Küba devriminde Havana’da toplumun en dip kesimleri gece kulüpleri ve kumarhane çalışanları Faşist Batista ve adamları hakkında en gizli bilgileri devrimcilere aktarıyorlardı.

Yine Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’nde “bu sınıfsız aylaklar, geriden yetişen pezevenkler, holiganlar, işsiz ve adi suçlular tıpkı yiğit işçiler gibi kendilerini kurtuluş mücadelesine fırlatıyorlar” diyerek kapitalizmin bir kenara fırlattığı yoksul ve marjinal kesimlerin birer kurban olarak suçlanmaktansa onlara öncülük yapılıp kazanılabileceklerini göstermiş oluyordu.

Spinoza’nın dediği gibi, “avam korkmazsa korkutucu olur”.

 F. Fanon ve sonraları 60’lı yıllarda ABD’de Kara Panterler ‘beyaz’ Marksizm’e karşı kendi renkleriyle bu slogan doğrultusunda, en az olsun bir korku duymadan lümpen proletaryanın şehir ve sokak savaşlarında yer almasını sağlayabildiler.

Sonuç olarak Marx’ın 18 Brumaire’de burjuvazinin yedeğine düşerek karşı devrimci rol oynayan lümpen proletaryası, o dönemin sınıf mücadelelerinin bir konusu iken ilerleyen zamanlarda da adeta hiçbir özelliği değişmeksizin aynı kalan sınıf dışı sefih bir kesim olarak teorize edilebilmiştir. Oysa toplumsal mücadeleler göstermiştir ki sınıf dışı ilan edilen bu işsiz ve yoksul kesimler göz ardı edilemeyecek devrimci dinamikleri barındırmaktadır.

20. yüzyıl ağır sanayi ordusu işçi sınıfının yenilgisi ama yeryüzünün lanetlilerinin zaferleriyle sonuçlandı. Avrupa işçi sınıfı en fazla sosyal refah devletini ve ithal ikame sosyalizmleri gerçekleştirirken Afrika, Asya ve Latin Amerika ulusal ve sosyal kurtuluşlarla sarsıldı. Marx’a karşı devrimci plepleri savunan Bakunin, Avrupa’dan devrim bekleyen Lenin’e karşı Roy kazandı! 21. yüzyılda tüm dünya işçilerinin yeryüzünün lanetlilerinden bir farkının kalmadığı koşullarda devrimin öznesi değişmedi! Kapitalizm Özne’yi etrafındaki müttefikleri de proleterleştirerek daha da büyüttü o kadar!

 “Çalışma acısı”

“…Sermaye, toplumun koyduğu zorunluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır. ‘Benden sonrası tufan’! Her kapitalistin ve kapitalist ulusların sloganıdır” (K. Marx Kapital Cilt 1)

-“Yorgun bir robota dönüştüm”

-“Sigortam yoktu, kolumdan serumu çıkartıp attılar”

-“Ceza vermek için beni köpek barınağına sürdüler”

-“Bana Mobbing yapan müdür Esat Oktay Yıldıran’a benziyordu”

-“Babamı öldürmenin cezası 21.200 liraymış”

-“Kendimi çöp kutusu gibi hissediyorum”

-“Yüreğimin bir parçasını, oğlum Eren’i iş cinayetinde yitirdim”

-“Galiba tükendim”

-“Siyanür havuzunda yüzdürdüler, dalağımı kaybettim”

-“Hayatımı haram ettiler, uğurlarken helallik istediler”

-“Kader diyemezsin”

Emek ve eziyet deneyimlerinin anlatıldığı “Çalışma Acısı” kitabında bunlar gibi yüzlerce başlık var. Yazar, Türkiye’de işçi sınıfının durumuna ilişkin çok içerden, yeni bir pencere açan çalışma yapmış. Bir nekro-siyaset modeli olarak AKP’nin son 20 yılında 30 bin işçi, işçi cinayeti sonucu hayatını kaybetmiştir. Neoliberal düzenin işçi sınıfına karşı açtığı savaş ilanının bilançosu işte budur!

Acı, kapitalizm tarafından çalışmanın doğasında zaten var olduğu söylenerek, işçi için sineye çekilmesi, katlanılması gereken kaçınılmaz bir şey haline getirilen, bu şekilde sermayedarı acının sonuçlarından azade kılarak işçiyi kendi yanılsamasına gömüp onu ıstırap ve ölüme sürükleyen bir duygu olarak görünmektedir. Soma maden faciasında işçilerle mülakat yapan aynı yazar, “…yaşadıkları şeyleri sıradan olgular olarak anlatmaları beni çok etkilemişti” derken çalışmanın doğasına sosyalistlerin aslında ne kadar yabancı olduğunu da farkında olmadan itiraf etmektedir.

Kavram Fransızcadan dilimize çevrilmiştir. “İşyerinde çalışma ıstırabı”, daha açık ifadeyle iş organizasyonuna bağlı şiddet anlamına gelmektedir. Son yıllarda iş sağlığı ve güvenliği araştırmalarında sıkça kullanılır olmuştur. Ülkemizde de ilk kez 2011’de kurulan İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi tarafından gündeme alınmıştır.

Yeni esnek modelde geçmişteki fabrika rejiminden çok farklı işçinin ruhsal bütünlüğünü de travmatize eden sistemik bir şiddet vardır. ‘Çalışma Acısı’ kitabının yazarı Uğur Şahin Umman, “İnsan kaynakları ve endüstri mühendisliğinin suç olarak nitelendirilmeyen bir hayli bilimselleştirilmiş bir şiddetidir söz konusu olan” demektedir. Mobbing, performans ve güvencesizlik, bu üçlü bugün işçi sınıfını bezdirici birer güç olarak kapitalistin elindeki en güncel silahlardır. İşçi sınıfı için mobbing şiddet, performans disiplin ve güvencesizlik ise korku kaynağıdır.

Kapitalist iş organizasyonlarının bilinen iki sonucu ölümlü iş kazaları ve zamana yayılmış sonu ölümle biten meslek hastalıkları iken bugün bunlara çalışanların ruh ve zihinlerinde onarılmaz hasarlar bırakan Mobbing ve performans kaynaklı “çalışma acısı” da eklenmiştir.

İş sağlığı ve güvenliği bugüne kadar mavi yakalı, baret ve tulumlu erkek işçi üzerinden kurgulanmıştır ne yazık ki! Gelinen aşamada bu konunun sınıfın toplumsal cinsiyet, milliyet, din, mezhep ve kültür alanındaki farklılıklarını da kapsayacak şekilde daha kapsamlı hale getirilmesi zorunludur. Çalışma alanındaki şiddet salt mavi yakalılara özgü değildir. Gazetelerin 3.sayfasına düşen çalışma kaynaklı intiharları hatırlarsak; sağlıkçı intiharları, asistan doktor intiharları, genç akademisyen intiharları, ataması yapılmayan öğretmen intiharları, bankacı, polis ve asker intiharları. Yine çalışan beyaz yakalılar içinde en sık beyin kanamaları bankacılarda, en sık kalp krizi ve kanser vakaları sivil havacılık çalışanları ve pilotlardadır mesela.

Yukarda çok özet olarak derlediğimiz “Çalışma Acısı” kitabının yazarı kategorik ve çarpıcı iş cinayetlerini örneklendirdiği çalışmasının sonuç bölümünde “…çalışmanın ruhsallığının sınıf mücadelesine eklemlenmesiyle, mücadelede daha yaratıcı tarzların ortaya çıkacağını” iddia ederken hiç yanılmıyor.

Sürüklenme

İnsanın sorumluluk duygusuyla çalışarak kendisini ispatladığı eski fordist model ile yeni esnek modeli karşılaştırırken elbette geçmiş daha güzeldi demek istemiyoruz. Âmâ burada görmemiz gereken eski iş modeline göre yeni iş modellerinin militan işçi sınıfı örgüt ve eylemlerinde çok ciddi bir politik-psikolojik kırılma yarattığıdır. En azından geçmişte kimin dost kimin düşman olduğuna dair kesin bir fikre sahip olan sınıf gerçekliği vardı. Bugün ise sınıf bilincinde ciddi bir kayıtsızlık hali vardır. En ciddi sorun budur, âdeta karşısında bir karşıt, onu sömüren bir düşman, bir patron, bir sermayedar olduğunun çok bilincinde değildir. Burada flu görmektedir. Bu anlamda Marksizm’in “yanlış bilinç” kavramı asıl bugün için temel bir analiz yöntemi gibi durmaktadır.

Karşımızdaki asıl sorun bugün bizi “sürüklenmeye” bırakan neoliberal kapitalizm karşısında sınıfın nasıl yeniden ayağa kaldırılacağıdır? Örneğin iş sağlığı ve güvenliği geçmişe göre yeni bir olgu olmasa da giderek artan, çeşitlenen iş cinayetleriyle çok daha ön plana çıkan can alıcı bir mesele halini almıştır. Yanı sıra son yıllarda Fransa’da güncel bir kavram olarak kullanılmaya başlanan “çalışmanın acısı” gerçekten de sınıfı daha içerden tanımanın çok çarpıcı bir gerekçesi olmuştur. Keza sınıf bileşiminin çok dilli etnik yapısı, gençleşmesi ve içinde kadın nüfusunun artması da yeni bir penceredir. Söylemeye gerek yok ki, kadın proleterlerin emek ekseninin ötesinde cins çelişkisi ve patriarkal düzlemde ele alınması başlı başına temel bir çelişki ve mücadele alanıdır. Tüm bunların ötesinde işçi sınıfına sadece “kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracak tek sınıf “olarak değil, aynı zamanda sosyal ve toplumsal kurtuluşun “ahlaki öznesi” gözüyle de bakmanın çok ciddi gerekçelerinin var olduğunu düşünüyoruz.

“Taşınabilir elektronik itiraf aygıtlarının özel ile kamusal alanı ayıran çizgiyi yok ederek itirafçı bir toplum yarattığı” (Z. Bauman / Tüketici Hayat) koşullarda yeni bir ahlaki özneye ihtiyaç vardır. Bu rolü oynayacak olan işçi sınıfından başkası olamaz! Aşırılık, müsriflik ve israf ekonomisi olan ve tatminsiz toplumlar yaratmayı amaçlayan tüketici toplum karşısında ahlaki özne rolünü oynayacak tek sınıf işçi sınıfıdır.

Çizmesini çıkarmak isteyen işçi, sınıf kini törpülense de davranışıyla ahlaki bir öznedir. Depremde defalarca imkânsızı başaran maden işçileri AFAD’çıların kendilerini depremin medyatik kahramanları olarak sunmaya çalıştıkları koşullarda o ağırbaşlı, sessiz alçakgönüllülükleriyle ahlaki bir öznedirler. Kaza geçiren, yaralanan, işini yetiştiremeyen arkadaşlarını bir an olsun yalnız bırakmayan şehrin hafif motorlu süvarileri motokuryeler ahlaki öznedirler. Sendikaya üye olduğu için işten çıkarılan arkadaşlarını yalnız bırakmayıp işi durduran işçiler ahlaki birer öznedirler. Tek başına verdiği mücadeleyle silikozis hastalığına neden olan kot taşlamayı yasaklatan, kendisi de silikozis hastası olan Abdulhalim Demir ve daha niceleri ahlaki birer öznedirler. Sendikalarla işçi sınıfının arasındaki uçurumun görülmemiş derecede açıldığı, sendikaların adeta burjuvazinin organik uzantısı haline dönüştüğü bu yüzyılda devrimci sendikaları yeniden hayata geçirecek olan acı ve ıstırabını da toplumsallaştıran yeni kuşaktan işçiler olacaktır.

21. yüzyılın yeni işçi önderlerinin beklenmedik çok farklı temalarla karşımıza çıkacağını bilmeliyiz. Zamanda sürekliliğin yitirildiği, an‘da kopuşların arka arkaya vuku bulduğu bu yüzyılda emekçilerin, doğanın ve kadının kurtuluşunun merkezinde hala işçi sınıfı var. Ama bu geçmişteki öncellerinden farklı, oluşum halinde yeni bir işçi sınıfıdır. Görünen o ki en büyük farkları “kendisi için sınıf” olmak için devrimi beklemeyecek olmalarıdır.

Nisan 2023

*Zamanın akış yönünü gösteren işaretlere zamanın oku denir. Zamanın en az üç değişik oku vardır.

-Birincisi, düzensizliğin ve entropinin arttığı, zamanın termodinamik okudur. Evrende her şey ama her şey giderek düzensizleşir. Bu duruma entropi adı verilir: Zaman asimetriktir ve yalnızca tek yönde ilerler, geçmişten geleceğe…

-İkincisi, zamanın psikolojik okudur. Bu zamanın geçtiğini hissettiğimiz, geleceği değil de geçmişi anımsadığımız yöndür. Bizim başlıkta kullandığımız bu anlamdadır.

-Üçüncüsü de evrenin büzülmeyip genişlediğini gösteren oktur.