Yine Gazze, yine Filistin halkı! – Gülizar Tuncer

Filistin halkının onlarca yıldır yaşadığı zulüm ve son 22 aydır yaşanan “soykırım” düzeyindeki vahşet herkesin gözünün önünde yaşanıyor. Artık içinde yaralıların olduğu hastanelerin, okulların, kiliselerin, evlerin, çadırların bombalanmasıyla yetinilmiyor, doğrudan insanlar “eğlence” olsun diye hedef alınarak öldürülüyor. Açlıkla boğuşan insanların izdihamı, yaralı çocukların çığlığı ve paramparça edilmiş cesetler, kefenlere sarılı küçücük bedenlere sarılıp ayrılmak istemeyen anneler, babalar, hiç kimsenin görüp de unutabileceği görüntüler değil.

Ancak dünyanın egemenlerinin kuralsız ve acımasız biçimde yürüttükleri savaşların belki de en korkunç olanı bugün Gazze’de yaşanırken, büyük bir pervasızlıkla ve azgınlıkla gerçekleşen saldırılara karşı kabul edilemez bir umursamazlık hali yaşanıyor. İsrail’in siyonizme dayalı işgalci savaş rejiminin aparatları tarafından uygulamaya konulan ve adeta “modern zamanların soykırım oyunları” gibi yönetilen bu savaşa karşı, tarifi mümkün olmayan bir “seyirci” olma hali var. Üstelik de her gün birbirinden dehşet paylaşımların olduğu bu seyirlik gösterinin izleyenleri, en fazla tepki göstermesi gerekirken en sessiz kalanlar oluyor. Yalnızca insani, vicdani, ahlaki bir duyarlılık ve tavır alma halinden bahsetmiyoruz, politik duruşları nedeniyle de en fazla söz söylemesi ve eylemlilik içinde olması gerekenlerin kahredici sessizliğinden bahsediyoruz.

Siyonist İsrail devletinde bile, kendi yönetenlerinin işgalci, saldırgan politikalarına karşı muhalefet kitlesel gösteriler düzenleyebiliyorsa; Avrupa ülkelerinde, ABD ve Avusturalya’da aylardır yüzbinlerce insan sokaklardaysa ve iktidar sahiplerine artık zoraki biçimde de olsa Filistin’i tanıyarak İsrail’e dur dedirtiyorlarsa, bizim ülkemizde nasıl böyle bir suskunluk ve kabulleniş hali olabilir? Geçmişten bugüne devralınan ve “dünyanın neresinde olursa olsun” diyerek, her türlü haksızlığa enternasyonalist dayanışma ile refleks gösterebilenlerin değerlerini taşıyanlar, bugün nasıl böyle tepkisiz kalabiliyor?

Üstelik de emperyalist ülkelerdeki yöneticilerin aslında gayet tutarlı diyebileceğimiz açık siyasi yönelimlerine karşın, bizde hamaset politikalarıyla, sahte nutuklarla, yalanlarla yürütülen ikiyüzlü bir tutum söz konusuyken. Uluslararası platformlarda İsrail’e karşı yaptırım kararları alınırken bile yalnızca kınamalarla geçiştirip her türlü askeri, ticari ve siyasi ilişkiyi sürdürerek, yalnızca Ortadoğu denkleminde çıkarlarıyla örtüşmediğinde seslerini yükselttikleri bir ortamda, bu iktidar, “teşhir” dahi edilemiyorsa, bu durum bu ülkenin muhalifleri açısından bir sorun teşkil etmez mi? Gazze’de soykırım politikasının uygulamaya konulduğu son iki yılda İsrail’le yapılan ticaret anlaşmalarını üst düzeye çıkaran, İsrail’e silah, mühimmat ve askeri teknoloji sağlayan şirketleri Savunma Sanayi Fuarları’nda ağırlayan ve onlarla ortaklığı sarayın damadı Selçuk Bayraktar eliyle yürüten siyasi iktidarın, Filistin halkına düşmanlığı bu ülkede neden gündem olmaz?

Filistin halkının kanı üzerinden yürütülen bu kirli çıkar ilişkilerini utanmazca TBMM’de açıklayarak, Bakü-Ceyhan boru hattından İsrail saldırganlığına enerji tedarikliğini sağlayan ticareti “varil başına 1 dolar 27 cent kazanıyoruz” diyerek ayrıntılarıyla anlatan ve hatta bu işten “onur” duyduklarını ifade eden AKP grup başkan vekiline dahi yeterince tepki gösterilememişti. Halen İncirlik’ten Kürecik radar üssüne ve Mersin limanına kadar bu ülkenin toprakları ve limanları, emperyalistlerin zorbalıklarına ve onların Ortadoğu’daki askeri vurucu gücü olarak sahaya sürdükleri İsrail’e peşkeş çekiliyorsa ve bütün bunlara karşı çıkılamıyorsa, muhalefet ne yapıyor? 

İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü savaşı besleyerek soykırım politikalarını destekleyen TC’nin yıllardır sürdürdüğü bu işbirliği elbette ki yeni değil ama son süreçte yaşananların artık kabul edilemez olduğu tartışmasız bir gerçek. İsrail’in süreklilik halini alan ve her gün daha vahim boyutlarda gerçekleşen insanlık suçlarına ortaklık ederken, bir yandan da “Filistin dostu” görünmeye çalışan TC’yi, yalnızca bir avuç insanın protesto ediyor oluşu da bu ülkenin muhalifleri açısından kabul edilemez bir durumdur. İsrail’in işgal, sürgün ve soykırım politikalarını bu ülkede esas olarak “Filistin Eylem Komitesi” olarak anılan bir avuç duyarlı insan dile getiriyor ve yasallık sınırları içinde, sayıca az olsa da yürüyüşler, protestolar yapıyor, gözaltına alınıp tutuklanıyorsa, muhalif konumdaki koca koca partiler, sendikalar, dernekler bütün bu yaşananlara nasıl seyirci kalabilir?

Şüphesiz ki bütün bu eylemsizlik ve hatta sözünü söyleyememe hali, kendisini “muhalif” olarak konumlandıran siyasi yapıların güçsüzlüğü, etkisizliği vb. nedenlerle açıklanabilecek durumlar değil. Hatta tersinden bakıldığında, belki sürekli eylemsizliğe gerekçe olarak öne sürülen bu “güçsüzlüğü ve etkisizliği” aşabilecek politikalar üretmenin tam da zamanı değil midir? Bu ülkenin sosyalistleri, Filistin protestolarını tarihi boyunca bu dava için kılını kıpırdatmamış İslamcı örgütlere bırakıyorsa ve Bilal Erdoğan, Sarayın ortak olduğu soykırımcı politikalara rağmen mitingler düzenleyerek halkı peşinden sürükleyebiliyorsa, buna engel olabilecek boyutta ajitasyon-propaganda yapamayanlar, bu iki yüzlülüğü teşhir edemeyenler de bundan sorumlu değil midir?

Gazze’de yaşananları, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş boyutta bir kitlesel kırım-jenosit-toplu katliam gibi ifadelerle açıklamaktan öte; ezilen halkların ezenlere, sömürgeciliğe, emperyalist kuşatmaya karşı verdiği bir mücadele olarak görüyor ve sınıf mücadelesi tarihindeki yerine göre anlam yüklüyorsak, bu sessizliğimiz niye? Kelimelerin, kavramların yetmediği boyutlarda yaşanan bu kanlı soykırımın esas hazırlayıcıları olarak NATO, ABD, AB, İngiltere tarafından planlanıp İsrail tarafından uygulamaya konulduğu ve onlarla alçakça bir işbirliğine soyunan gerici Arap devletleri tarafından desteklendiği biliniyorken, bütün bu gerçekliği anti-emperyalist mücadelenin bir parçası olarak görüp değerlendirememek nasıl izah edilebilir?

Yıllardır Leyla Halid’leri, George Habaş’ları anarak Filistin halkının direnişini selamlayanlar; selamlamakla kalmayıp oralara İsrail güçleriyle savaşmaya gidenlerden, buralarda unutulmaz eylemleriyle sembolleşerek yaşamını yitirenlere ve halen mücadelenin içinde olanlara kadar her şeyi ve herkesi kapsayan bir “devrimcilik” ortamı neden yaratamıyorlar? Türkiye Devrimci Hareketi’nin bu içe daralma ve eylemsizlik halinden kurtularak, tarihsel olarak Filistin direnişiyle geliştirdiği yakın ilişki ve desteği bugün de sürdürebiliyor olması ona da güç verecek, ayağa kaldıracak bir direnç merkezi oluşturabilecekken, bu görevden kaçınılabilir mi? Bugün Filistin davasının mezara gömülmesine seyirci kalanlar, yarın kendi davalarının da ellerinden kayıp gideceğini, emperyalist haydutlar tarafından her yerin Gazzeleştirilmeye çalışıldığını göremiyorlar mı?

Özellikle direnişlerin daha ileri ve devrimci hedeflere yükselmesi ve ezilen halkların özgürlük mücadelesinin birlikteliği anlamında, bugün Kürt Özgürlük Hareketi ile Filistin Direnişinin ortaklaşamayışı önemli bir sorun değil midir? Ortadoğu’da toprağa dayalı siyasal statüko arayışındaki Kürt Hareketi açısından baktığımızda -içinde bulundukları koşullar ne olursa olsun- tereddütsüz biçimde ezilen, zulme uğrayan Filistin halkının yanında olmaları gerekmez mi? Üstelik de bugün iki milyonun üzerinde Gazzeli, etnik temizlikle birlikte kendi topraklarından kovularak, soykırımdan geçirilerek, sürgünle başka ülkelerdeki toplama kamplarına gönderilmeye çalışılırken, bu dayanışmanın ortaya konulamayışı düşündürücü değil midir?

Siyasal güçleri bir yana bırakalım; bu ülkenin insan hakları örgütleri, hukuk kurumları, gazetecileri, sendikacıları, STK’ları vb. bilcümle hak ve özgürlük arayışçıları, nasıl oluyor da her gün yaşanan bu ağır insanlık suçlarına karşı böylesine sessiz ve tepkisiz kalabiliyorlar? Hiçbir şey yapmasalar da en azından “insani” gerekçelerle, Gazze’ye gıda yardımı sağlanması için kampanyalar örgütlemeleri ve savaş suçlusu, soykırımcı İsrail’e ambargo ve yaptırım talebinde bulunmaları, yaşanan vahşet karşısında haklı ve meşru bir tutum olmaz mıydı?

Daha birkaç gün önce 1 Eylül “Dünya Barış Günü” vesilesiyle, Kadıköy’de bir miting yapıldı. Ancak Kürt sorununda barışçıl çözümün tartışıldığı bugünlerde, yapılan mitingin epeyce sönük geçtiği ve katılımın beklentinin çok altında olduğu söylenebilir. Neyse ki mitingi düzenleyen Emek Barış ve Demokrasi Güçleri’nin açıklamasında Gazze’ye yer verilmişti ve bu içerikte sloganlar da atılıyordu. Ancak yine de sormadan edemiyoruz; mitingde kendi bayraklarını, flamalarını açanlar ve kaç kişiyle yürüdüklerini sosyal medyada gözümüze sokan siyasi yapılar, acaba Filistin halkına ait amblemler taşıyarak “Barış” gününde bu kanlı coğrafyayı öne çıkaramazlar mıydı?

Sorular çoğaltılabilir. Aynı durum son günlerde Yemen’e yapılan saldırının “sol” cenahta yine “görünmez, duyulmaz, ses çıkarılmaz” hale gelmesinde yaşandı. Bugüne kadar zaten S. Arabistan, BAE gibi Arap ülkelerinin ve ABD, İngiltere gibi emperyalist ülkelerin saldırıları altında varlığını sürdürmeye çalışan, milyonlarca insanın açlık ve susuzlukla boğuştuğu Yemen, Filistin halkına verdiği destek nedeniyle İsrail’in son hedefleri arasındaydı. Petrol zengini işbirlikçi Arap ülkelerinin, ABD’ye trilyonluk yatırımlar yaparken ve Filistin’in kanını akıtan İsrail’in soykırım şirketlerini güçlendirirken, Gazze gibi Yemen’e de insani yardım dahi göndermediği biliniyor. Yemen’deki Husiler, kendileri de çok büyük zorluklar yaşıyor olmalarına rağmen, asla ve asla Filistin’e desteği bırakmadılar; destekten öte “soykırımın durdurulması ve ablukanın kaldırılması” şartıyla yürüttükleri mücadeleyi, Kızıldeniz’den geçen İsrail gemilerini hedef alarak ve İsrail saldırganlığına her defasında fiili karşılık vererek sürdürdüler.

Nihayetinde, gözü dönmüş sınır tanımaz azgınlığıyla, İsrail’in 28 Ağustos’ta Yemen’in başkenti Sana’ya düzenlediği hava saldırısında, Husilerin yönetimi altındaki hükümetin Başbakanı Ahmet Galib er-Rehavi ile beraberindeki bakanlar ve diğer üst düzey yetkililer yaşamını yitirdi. Bu kadar büyük bir saldırı, yani bir ülkenin kabinesinin başka bir ülke tarafından hedef alınarak, neredeyse tamamının yok edilmesi, elbette ki emperyalist merkezlerde ve Arap dünyasında önemsiz bir olay olarak geçiştirildi. Ancak bu alçakça saldırının tek başına Netanyahu’nun verdiği bir kararla değil, dünya egemenlerinin desteği ve onayıyla gerçekleştirildiği ve Lübnan’ı, Gazze’yi yakıp yıkarak kan revan içinde bırakanların Yemen’e de aynı kaderi biçtikleri görülüyorken, bırakalım tepki gösterip protesto edilmesini, sosyalist basında pek çok sitede haber dahi olamayışını ya da çok önemsiz bir olaymış gibi geçiştirilmesini nasıl açıklayabiliriz? Filistin halkının mücadelesini destekleyenler, bu davanın en kararlı müttefikleri konumundaki “Direniş ekseni” cephesinin paramparça edilmesine dönük saldırılara nasıl sessiz kalabilir, görmezden, duymazdan gelebilir?

Gülizar Tuncer

3 Eylül 2025