“Mukadderat/Bir Kastamonu Hikayesi” filmini izlemediyseniz, mutlaka izleyin. Kendisini erkekle tanımlayan, onsuz eksik ve yapayalnız kaldığını, tamamlanamadığını düşünen Sultan’ın kendi ayakları üzerinde durma mücadelesini ve onun etrafındaki kadınların birbirine düğümlenen hikayesini anlatıyor. Bu haliyle baştan ayağa bir kadın filmi ve izlenesi. Bir de üstüne, faşist iktidarın Diyanet’in Cuma hutbesi ile kadınlara dönük başlattığı yeni saldırı dalgasına -“kul hakkı”na- cevap olması var ki; artık mümkünü yok, bu film bizim filmimizdir!
Hikaye, Rıfat Ilgaz’ın memleketi Cide’de geçer.[1] Sultan, yatalak olan eşinin geceyi yaran hırıltısını dinleyerek uyur; sabaha onun soluk alışverişini duyarak uyanır. Bir gün, bu hırıltı kesilir ve eşi Kırık Recep ölür. Gecenin bir yarısı İstanbul’daki kızı Reyhan’ı ve aynı kasabada oturan oğlu Nevzat’ı arar, “babanız öldü” der. Sabahına ölü evi, tüm ritüelleri ile hazırdır. Sultan’ın acısının derinliğini de görürüz, geleceğe dair kaygılı bakışlarını da… Bu, ölen kocasını çok seven bir kadının acı dolu bakışları mı, yoksa yatalak da olsa, konuşamasa da evde artık bir nefesin olmayacağını, yapayalnız kalacağını düşünen bir kadının öylece donup kalmış bakışları mı?.. Film bu belirsizlikle başlıyor. Ama yavaş yavaş sahne aydınlanıyor. Kırık Recep, muhtemeldir ki elden ayaktan düşüp yatalak olana kadar her haltı yemiştir. Yine de iki yıl boyunca, hep bugünün korkusu ile yaşar Sultan. O konuşamasa da Sultan ona konuşur, derdini paylaşır; onunla bir yastığa baş koyar. Hırıltısının varlığıyla, kurulu düzeninin devam ettiğini duyumsar. Kocası öldüğünde ise kendisini yapayalnız, bir başına buluverir.
Film patriyarkayı ve cinsiyetçiliği birçok boyutuyla işler. Sultan’ın önce mevcut sistemin kodları içerisinde edindiği davranış kalıplarını görürüz. Kendisini bir anda boşluğa düşmüş gibi hisseder ve bunun bir parçası olarak, hemen kendisini erkekle tanımlı kılma arayışına girer. Ama dul bir kadının, hele de 65 yaşında torun torba sahibi bir kadının, kocası ölür ölmez evlenmek istemesi, ne olursa olsun Cide gibi bir kasabada öyle kolay kabul görebilecek bir şey değildir. “El alem ne der” her yerde hazır ve nazırdır. Sultan, “bu el alem ölmedi gitti ya” diyerek kendisine biçilen hayatı, -dili sık sık “mukadderat” dese de- yaşamayacağını ilan eder. Eşinin öldüğü günün ertesinde, hazırlanıp kendisine koca aramaya çıkarken, henüz erkekle tanımlı bir dünyadan kopamamış, hatta o tanımlı olduğu erkek öldüğü için onun yerine ikame edeceği bir koca arayışına girmiştir. Yine de evinin eşiğinden çıkarken, her kadının adeta kodlarına yazılı kaderine isyanın da izlerini görürüz. Oysa okumuş, kendi ayakları üzerinde duran ve haklarını göğsünü gere gere savunan kızı Reyhan bile onu anlayamaz.
Kimseyi takmaz, “gebere kalasılar ne diyecek diye ben yalnızlıktan mı öleceğim?” der ve koca aramaya koyulur Sultan. Sonra, kendi ayakları üzerinde durmaya başlar, ikinci baharını erkekle tanımlı olmaktan çıkartarak tutkuyla hayata sarılır. Evlenmek istediğinde de hayata tırnaklarını geçirip kadın başına pazarcılık yapmaya, yetmedi pazarcılığa ek olarak yanında yöresindeki kadınlara da kanat katarak pansiyon işletmeye başladığında da yine “el alem” ve “el alem ne der”ciler pusuda bekliyorlardır. Tüm bunlara göğüs gerer Sultan. Yaşananları, yer yer kara mizaha yakın bir dille anlatır film. Sultan’ın hazır cevaplığında, kimi zaman en isyancı kadın duruşunu, kimi zaman da patriyarkanın onda şekillendirdiği refleksleri görürüz. Sultan başta olmak üzere, filmdeki tüm karakterler, çelişkili varoluşlarıyla adeta gerçek hayattan fırlamış gibidir. Ama çelişkili de olsa Sultan bir yola girmiş, her attığı adımla artık koca arayan Sultan olmaktan çıkmıştır.
Filmin hikayesi sadece bununla sınırlı kalsaydı da oyuncu kadrosu[2] ve karakterlere derinlik katan diyaloglarla birlikte, Mukadderat yine izlenesi bir film olurdu. Ancak hikaye, yan hikayeciklerle (bunlardan biri de son günlerde Diyanet’in Cuma hutbesiyle gündemimize giren miras paylaşımıdır) birlikte katman kazanıyor; ataerkinin ve cinsiyetçiliğin her türlüsü ile bir yüzleşme ve hesaplaşmaya gidiyor. Ayrıca filmde, LGBTİ+ bir bireyin, emekli olduktan sonra heteroseksist dünyanın içinde yaşadığı şizofrenik hayattan sıyrılıp, ikinci baharına nasıl tutunduğunu da görüyoruz. Ne patriyarka, ne cinsiyetçilik ne de heteroseksizme karşı mücadele öyle bağır bağır, sloganvari bir anlatıya konu oluyor; doğal ve hayatın içerisinde gündeme geliyor ve her sekans, aklımıza sorular takıyor.[3]
Yaşamın içinde ak ve kara olmayan karakterler, filmlerde çoğunlukla tek yönlü bir profil çizer. Burada öyle değil. Tüm ilişkiler sahici. Karakter çözümlemesi yapıldığında elbette geçişlerin oturmadığı yerler var. Ama hayatın içinde, ayrıntılara bile yansıyan bir işçilikle karakterler işlenmiş. Sultan’ın özgürlüğe, kendisini bulmaya doğru yol alışını adım adım izliyoruz. İnsan evladının, aynı zamanda bir çelişkiler yumağı olduğunu görüyoruz. Ve rotasını bir kez belirledikten sonra bu çelişkileri bir bir nasıl çözdüğünü de. Türkiye’nin kültürel dokusunu iyi yansıtan, çelişkili varoluşu ifade eden; aileyi, iç yapısını ve dinamiğini iyi çözümleyen bir film.
Mukadderat, Sultan’ın hikayesi ve her bir yan hikayeciğiyle yazılası… Ama burada noktalayıp Reyhan’a ve miras paylaşım davasına gelelim. Reyhan, annesi gibidir; “el alem ne der” diye hiç düşünmez. Babası vasiyetinde, çorak tarlanın üçte birini ona bırakmış olmasına rağmen, o “hakkı”na razı gelmez, mahkeme dahil her yola başvuracağını söyler. Oysa durumu gayet iyidir ve çorak tarlanın ne üçte birine ne de yarısına ihtiyacı vardır. Hatta babası tarafından vasiyetnamede yarı yarıya diye pay edilmiş olsa o, çorak tarladaki payını abisinin durumu kötü diye ona bırakabilirdi. Ama değil mi ki o yok sayılmıştı, mümkünü yok üçte biri kabul etmeyecek ve hakkını arayacaktı. İstanbul’a dönmesi gerekirken çorak tarlanın yarısı için Cide’de kalır; abisi ve “el alem”le kavgaya tutuşur. Bilmez ki “kul hakkı ateşten gömlektir”![4]
Diğer yandan Reyhan’ın, annesinin mukadderata razı gelmeyen duruşuna desteği ise pasiftir; Sultan’ı “el alem ne der”ciler karşısında savunması ikircimlidir. Reyhan’ın, “yaşını gösteren”[5] bir kadın olan annesi ile yaşadığı kuşak çatışmasını, kendisi için vazgeçilmez gördüğü eşit ve özgür bir yaşam mücadelesini, annesine hak görmekte yaşadığı tereddüdü (bu da filmdeki bir başka katman) görüyoruz. Hatta bir yerde Reyhan, kendi hakkını ararken annesinin kendisini bulma arayışını sekteye uğratacak bir pratiğin parçası olur. Ama Sultan adeta bir kez kozasını yırtmış bir kelebek gibidir; artık hayatının yeniden bir kozaya dönmesine asla izin vermez. Kendi kozasını yırtarken değdiği tüm kadınların da kendi kozalarında gedik açmalarını sağlar. Bir kadın ağı oluşur etrafında. Birbirinin içine geçen aktif-pasif mücadeleler biçiminde kadınlar, kendi hayatlarının rotasını belirlemeye başlarlar. Mukadderatı kendi ellerine alır, başkalarının kendileri için belirlediği mukadderatı yaşamayı reddederler. Film, emekçi kadınlara ithaf edilen ve her sekansı ile erkek egemenliğine ve cinsiyetçiliğe güçlü bir itirazı, bununla da yetinmeyip bir yaşamı ilmek ilmek örmenin adı olan mücadele ruhunu verir bize. Öyle ajitasyon yüklü bir söylem değildir bu. Hayatın içerisinde gündelik hayatın eleştirisi ve dönüştürücü eylemi ile birlikte yapar bunu.
Diyanet’in 15 Ağustos tarihli Cuma Hutbesi olmasaydı, Mukadderat’ı, hayatın içinden hikayelerle bezeli esaslı bir kadın filmi olarak değerlendirmek, her bir alt metnini deşifre etmek, çok güzel olurdu. Ancak gündem insanı paçalarından çekiştiriyor adeta. Biz, filmin yan hikayeciklerinden biri olan Reyhan’ın hikayesine projeksiyonu dönelim; onun kul hakkına nasıl gireceğine odaklanalım.
Kul hakkı ve miras paylaşımında anlaşmalı sisteme geçiş için yasal düzenleme
Bu yıl Diyanet, yaz hutbeleri ile kadınların hakkı-hukukunu, haddi-hududunu, edep ve hayasını sıkça gündemleştirdi. Hutbeler, hayatta kadının hiçbir anını boş geçmedi. Faşist iktidar, Diyanet eliyle, her şeyi nizama sokmayı, erkek egemenliğinin ağlarını ve de bağlarını sıkı sıkıya örmeyi, cinsiyetçiliği yaşamın tüm dokusuna yedirmeyi hedefliyor. Kadınlara değil kadınların sahibi olan (!) erkeklere konuşuyor.
Filmde Sultan’ın oğlu Nevzat’ı canlandıran Osman Sonant, bir röportajında, “Cide’de kahvehanede otururken arka masada kız çocuklarına miras payı verip vermeme meselesini konuşuyorlardı. Ancak biz daha o sahneyi çekmemiştik bile. Ben o ana kadar bazı şeyleri ütopik buluyordum. Ancak orada gördüklerimle az bile yaptığımızı düşünüyorum” diyor.[6] Onun tanık olduğu bu konuşmalar, “el alem”in söylediğiydi. Şimdi ise doğrudan Saraya bağlı, bütçesi birçok bakanlığın bütçesinden büyük olan Diyanet İşleri Başkanlığı, şeri hukuka referansla hazırladığı Cuma hutbesinde, kadının erkekle eşit miras hakkına sahip olmadığını buyuruyor. Hutbelerin yaptırım gücü yok denebilir, ama “el alem”in daha da sıkılanması, özellikle küçük kentlerde yaşayan kadınlar için az şey değil. Herkesler de Reyhan gibi o “el alem”e güç yettirecek kadar kendi kararlarını kendisi alabilecek düzeyde değil. Ayrıca islamcı-faşist iktidarın, toplumsal gericiliğe yaslanarak, şeri hükümler temelinde toplumsal mühendislik projelerine meyletmediğini kim söyleyebilir ki?!
Diyanet’in hutbesinin kadınlar için ne anlama geldiğine kısaca bakalım. Karşılıklı rıza olmadan[7] Kuran’da koyulan miras ölçüsünü değiştirmek ilahi adalete aykırıdır; kişinin kızlarını mirastan mahrum bırakması, kızların da Kuran’daki miras ölçüsünün dışında hak talep etmesi kul hakkıdır, deniyor. Hutbede, güya kız çocuklarının hakkını hukukunu koruyan bir ibare olarak, mirastan kız çocuklarının mahrum edilmesi de “kul hakkı” olarak ifade edilmiş. Tabi rızası olursa o başka! Ayrıca rızanın nasıl inşa edilemeyeceğine dair bir kayıt da yok! Yetmedi, kadının üzerinde mahalle baskısı da var. Böylece kız çocukları, mirastan pay alamaz hale gelir.
Mukadderat’ta Kırık Recep, vasiyetinde kızı Reyhan’a, Kuran’da yazılan ölçüye göre miras bırakmasına rağmen, ahali tarafından ayıplanır. “El alem” tetiktedir: “Kız kısmına pay verildiğini ilk defa duydum. Bir de Reyhan tutturmuş, ben tarlayı eşit böldüreceğim.” Sanki Diyanet İşleri Başkanı, bu filmi izlemiş de kadınların hakkını “el alem”e karşı savunmak için bu hutbeyi yazmış, değil mi?![8]
Ama kadın kısmı da Medeni Kanun’da kendisine tanınan eşit miras hakkını talep edip erkek kardeş(ler)inin hakkına göz dikmeyecek! Reyhanlar haddini bilecek! Aileyle tanımlı olduklarını, güvencelerini o dört duvar bir çatı altında bulacaklarını, bir başlarına nafakalarını çıkarabilecek kudrete sahip olamayacaklarını unutmayacaklar! Tam da “yuvayı yapan dişi kuş”, aileye mahkum olsun, bu mahkumiyet aileyi güçlü kılsın diyedir her şey. Biri kız biri erkek, iki çocuklu bir ailede, kız çocuğa mirasın üçte biri düşer. Kız çocuğun her daim hakkı, erkek kardeşinin yarısı kadar miras almaktır. Ya üç, dört… kardeşlerse, o zaman nasıl olacak? Tüm bunlar şaşmaz bir matematikle hesaplanmıştır! Tarihte matematiğin, Doğu’dan yükselişinin hikmet-i sebebi de budur!
Sadece hutbe ile de değil yapılan yasal düzenlemeyle de kadınların, Medeni Kanun ile teminat altına alınmış olan miras hakkı topun ağzında. 18 Haziran’da aile içinde miras paylaşımına dair kanunda değişiklik yapılarak tapu ve miras işlemlerine dair yeni bir düzenlemeye gidildi.[9] Böylece kardeşler arasında miras paylarının devri, artık çok daha hızlı ve kolay olacak; bunun için noter şartı aranmayacak; tarafların kendi aralarında düzenleyecekleri bir anlaşma ile işlemler hızlıca gerçekleştirilebilecekti. Özcesi yasa ile eşit mal paylaşımı zorunluluk olmaktan çıkartıldı, kişinin isteğe bağlı olarak bu haklarından feragat edebileceği yönünde bir değişiklik yapıldı. Buna yasanın arkasından dolanma denir. Kadının eşit miras hakkı, böylece isteğe bağlı düzenlenebilir bir noktaya getirildikten sonra edep ve hayadan sorumlu kurum olan Diyanet’in hutbesi geldi. İnsanın “edep yahu!” diyesi geliyor.
Özellikle eşitsiz güç ilişkilerinin olduğu bir zeminde, böylesi bir düzenlemenin neye yol açabileceği, kadın düşmanı AKP iktidarı tarafından düşünülmemiş olamaz. Hatta bu düzenleme, doğrudan hutbe ile hedeflenen hak gaspı için yapılmış bir düzenlemedir diyebiliriz. Zaten hutbe dediğin de laf ola beri gele diye yazılıp okunmuş bir şey değildir. Devlet tarafından bir torba yasa ile altyapısı oluşturulmuş, böylece hukuken de pratikleştirilmesinin zemini hazırlanmış olarak okutulmuştur. Öyle ki bakanlık bu düzenlemeyi yapmasa, metazori tüm kız çocukları kul hakkına giriyor olacaklarmış! Şimdi kul hakkına girmelerinin önünü alan düzenleme de olduğuna göre rahat rahat ahretlerini yakmadan ve bu dünyada da yaşamlarına kastedecek bir durumla karşılaşmadan, sadece kendilerine hak olanı alabilecekler. Kimse art niyetli yaklaşmasın; miras paylaşımı için yapılan düzenleme, kadınlar “kul hakkı”na girmesin diye, iyi niyet taşları ile döşenmiştir!
Reyhanların kavgası, bizim kavgamız
Anadolu’nun birçok yerinde kız kısmına mirastan pay vermenin görülmüş şey olmadığı; Adalet Bakanlığı’nın bir düzenlemeyle eşit miras hakkını yasal bir zorunluluk olmaktan çıkardığı; Diyanet’in Cuma hutbesiyle, kadınların mirastan erkeklerle eşit pay almasının kul hakkı ilan ettiği bir zamanda, bir de Reyhan’ın mücadelesi için Mukadderat’ı izleyelim.
Biz kadınlara, hiçbir hak bahşedilmedi. Medeni Kanun’la elde ettiğimiz kazanımlar (ki hala kanunun dili de, ruhu da erildir ve eşitsizlik oluşturan birçok madde söz konusudur), bugüne kadar kanırta kanırta yürüttüğümüz mücadelelerle elde ettiğimiz kazanımlardır. Şimdi kadın ve erkeklerin eşit miras hakkı, kul hakkı ile paketlenerek gasp edilmeye çalışılıyor. Çok açık ki Medeni Kanun’a rağmen yapılan kul hakkı tarifi, yasayı kadük hale getirme arayışının ifadesidir. Buna izin vermeyeceğiz! Erkek egemen kapitalist sistemin belirlediği mukadderatı kabul etmeyecek, yaşamlarımız üzerinde faşist devletin ve hiçbir erkeğin tahakküm kurmasına izin vermeyeceğiz! Ne tarihsel kazanımlarımızdan ne de eşit ve özgür bir yaşam mücadelemizden vazgeçeceğiz!
Derya Doğan
[1] Filmin senaristi Erdi Işık’ın da memleketidir Cide. Erdi Işık, senaryoyu ailesinden, özelde de annesinden esinlenerek yazdığını söylüyor. Memleketini ve ailesini aynı filmde buluşturmak istiyor. (https://www.diken.com.tr/mukadderat-bir-kadin-elalem-icin-degil-kendi-icin-yasamak-isterse/)
[2] Bir kere Nur Sürer başrolde. Türkiye’de ve dünyada, yaşını almış kadınların başrol oynadığı filmler nadirdir. Ayrıca Nur Sürer’e eşlik eden oyuncu kadrosu da oldukça iyi.
[3] Adeta Bell Hooks’un, Değişme İsteği kitabından fırlamışçasına, onun tarif ettiği “ataerkil erkeklik krizi”ni anlatan bir sekans: Miras paylaşımı üzerine Nevzat, babasının erkek çocuk diye kendisini kayırdığını söyleyen kız kardeşi Reyhan’a, “Tabii kayırdı! Bir kere benim başımı okşadı mı?” diyor. Sonrasında kardeşlerin karşılıklı duygusal boşalmaları, “ataerkil erkeklik krizi”nin alt çizmesi biçimini alan şu sekansla devam ediyor:
“- Allem ettin kallem ettin, benim gibi adamı da…
– Ağlattın demeyeceksin herhâlde.
– Sümüğümü elime siliyorum.”
[4] Diyanet İşleri Başkalığının 15 Ağustos Cuma Hutbesi’nin başlığı..
[5] Yaşını Gösteren Kadınlar/Yaşlanmanın Feminist Deneyimi (Dipnot Yayınları) kitabının benim için en çarpıcı yanı, kuşak çatışmasının anlatıldığı kesitlerdi. Burada da Reyhan, bir kadın olarak hakkını savunurken diğer yandan artık belli bir yaşı geçmiş annesinin ise hakları olduğunu görmüyor. Filmin alt metinlerinden biri belki de şu: Belli bir yaşa gelmiş kadınlar, kadın haklarını savunan, bunun savaşımını veren kadınlar için bile artık kadın değildir!
[6] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/nur-surerin-basrolunde-oldugu-mukadderat-filmi-seyirciyle-bulustu-2255702
[7] Hep bir arka kapı bırakılır böyle. Bir “rıza” oluşturmaya bakar o üçte birin de uçup gitmesi.
[8] Allahı var, iyi adamdır; trafikte yüzde yüz kusurlu kızının, aldığı candan mesul olmaması için tüm forsunu kullanmışlığını biliriz! Kul hakkına dönük hassasiyeti, o derece yani.
[9] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/miras-paylasimi-degisikligine-kadinlardan-esitsizlik-paylastiriliyor-tepkisi-derhal-geri-cekilmeli-2411205