Mehmet Güneş: “Kapitalist uygarlık kendi içine çöküyor” | Komün Gücü

7 Ekim’de Gazze’de başlayan savaş sonrası birçok olay, gelişme, savaş yaşadık. Fakat bu olaylar silsilesi dünyasal bir kırılma süreci, bir eksen değişikliği, tektonik bir hareket yarattı. Ortadoğu’nun küçük bir ili sayılabilecek Gazze’nin nasıl olup da dünyasal değişim-dönüşümleri etkilediğini, tetiklediğini, Gazze’nin artık tüm dünyanın gelecek aynası, göstergesi olduğunu, bölgesel gelişmeleri, Türkiye ve Kürdistan’a etkilerini, PKK ile TC arasında yürüyen müzakereyi Mehmet Güneş’e sorduk ve yanıtlar aradık. Yaptığımız bu söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Komün Gücü Kolektifi


Yine bir sohbette beraberiz. Genel bir dünya durumundan başlayalım. Bugünkü dünya durumunu nasıl tanımlıyorsunuz, baş döndürücü gelişmeler oluyor, kısaca dünya nereye doğru gidiyor?

Mehmet Güneş: Dünya bir ara dönemden geçiyor, şu an bu ara dönemin içindeyiz ve bu ara dönemin nasıl sonuçlanacağını tam olarak bilemeyiz. Amerika’nın İran’a saldırısı süren hegemonya savaşında yeni bir dönemi açmıştır. ABD Trump tarafından ilan edilen BRİCS ittifakını parçalamak için ilk yoklamayı yapmıştır. Rusya, Ukrayna’da kendi sıkışıklığıyla boğuşuyor. Çin, cılız itirazlar dışında tavırsız kaldı. Bu koşullarda geçici ateşkes sağlandı, haritalarda sınırlar değişmedi ama geçişkenlik arttı. Ortadoğu’da Irak, Libya, Suriye, Lübnan derken bütün ülkeler benzer sorunları yaşıyor. Artık tüm dünyada savaşlar ve sorunlar ulusal sınırlarda yaşanmıyor, komşular başta olmak üzere tüm dünyaya etki ediyor. Devletler arası savaşlarda olduğu gibi, sınıf savaşının “ulusal sınırları” yok. Bir coğrafyada sınıflar savaşını yükseltip diğer coğrafyaları savaş dışı saymak yok, bir alandaki en küçük çelişki tüm dünya dengelerinde hesaba katılıyor. Ne kadar farkedebiliyoruz bilemiyorum ama dünyanın sorunları baş döndürücü bir hızla uluslararasılaşıyor.

Bugünkü dünyayı nasıl tarif edebiliriz veya nasıl tanımlayabiliriz? Bunu tam ve doğru anlatacak sözcük ve kavramalara sahip değiliz. Dolaylı; olayları tahlil ederek yeni dünya ve insanı anlamaya girişebiliriz. İsrail’den önce ABD ve Avrupa devletleri hiçbir şeyden çekinmeden, bir kamuoyundan korkmadan ve bütün dünya toplumu önünde Gazze vahşetini iki yılı aşkın sürdüren İsrail’i destekliyorsa, yeryüzünde yaşayan herkes bu kanlı soykırımın sorumluluğunu taşıyor veya tam olarak herkes bu soykırımın ortağıdır. Bu aşağılanmaya hayır diyen herkes artık yakınmacı dille konuşamaz; “halkları katlediyorlar, çocuk kadın öldürüyorlar” benzeri şikayetçi, yakınmacı dille konuşulmaz; bunların kendi kurumlarından (BM devreye girsin) ve yasalarından (uluslararası hukuk) çözüm beklenemez; bunları kendilerine şikayet bitmelidir. Bunları yapıyorlar, yapacaklar ve bunların hesabını soracağız, demeyen ve harekete geçmeyen herkes sorumludur.

Daha önce 7 Ekim’in bir milat olduğundan bahsediyordunuz. 7 Ekim’den günümüze yaşanan bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Güneş: İki yılı aşan bir zamandır tüm dünya Gazze üzerine konuşuyor ve yazıyor. Yaşananlar, değişik açılardan siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki boyutlarıyla anlatılıyor. Tüm bu yazılanlar nasıl bir dünyada olduğumuzu ve ne yaşadığımızı anlatmaya yetmiyor. Daha tam olarak söylersek en sert eleştiriler, en keskin değerlendirmeler boşlukta yankılanan sözler olarak kalıyor. Muhtemelen burada söylediklerimiz de aynı kaderi paylaşacak; herkes Gazze’yi konuşacak, ama Gazze bombalanmaya devam edecek. Tarihsel olayların kaderi bu; yaşandıkları dönemde tam anlaşılmıyor. Ancak yeni kuşaklar, bugünlerde yaşananları tam ve doğru olarak anlayıp anlatabilecek.

Gazze’de tüm insanlığa karşı bir saldırı olduğu üzerine genel bir kabul var. Bu yanlış ve yanlış olduğu için günümüz gerçeğini tam anlatmayan bir yaklaşımdır. Gazze’de bütün insanlığa karşı bir saldırı yok; emekçi ve ezilen insanlığa karşı, kapitalist sermaye düzeninin saldırısı var. Gazze’de tutuşan bu alevin yayılması kaçınılmaz; bu alev tüm emekçi ve ezilen halkları tehdit eden canavarı gösteriyor. Gazze’den yükselen alevler ve çığlıklar, çok yüksek bir anlama, öneme sahiptir. Gazze; korkudan gözü dönmüş, son nefesindeki kapitalist dünyayı gösteriyor.

Dünya devrimci güçleri ve emekçi halklar, “Gazze, bu dünyanın başka bir köşesinde, bizden uzak bir savaş” diye bakarlarsa büyük yanılırlar. Gazze tam olarak bir uygulama sahasıdır; bu dünyanın bir köşesinde yaşanan olağanüstü bir durum değildir, dünyanın nasıl işlediğinin yansımasıdır. Gazze, bütün dünya güçlerinin içinde göründüğü tüm karmaşıklığına rağmen, dünyayı net olarak; bir yanda bütün egemenler, dünya sermayesi diğer yanda tüm ezilenler ve sömürülenler olarak ikiye bölen en keskin sınıfsal saflaşmadır. 21. yüzyılda oluşturulmaya çalışılan yeni dünyada, sınıf savaşlarının işaret fişeğidir.

7 Ekim’den bugüne yaşananlar bütün dünyayı şok etti. Ama bu sorunun esası ne kadar anlaşılıyor, doğru anlaşıldığını düşünmüyorum. Şöyle diyelim; iki yılı aşan süredir Gazze’de yaşananlar anlaşılmadan bugünkü dünyayı anlayamayız. İki yıldır Gazze’de yaşananlar, bugünkü dünya devletler sisteminin, bölgesel dengelerin, güç dengelerinin, kapitalizmin insanlığı getirdiği aşamanın ve bir çağın göstergesi durumundadır. İnsanlık tarihinde daha büyük, daha kanlı ve daha acı olaylar yaşanmıştır. Uzun süren dehşet dönemleri yaşanmıştır. Kapitalizmin tarihi, toplumun ülkelerin ve doğanın katliamı tarihidir veya genel olarak sınıflı dünyanın tarihi diyebiliriz. Fakat bütün bu tarihte yaşanan en korkunç olaylar, insan aklının makulleştireceği biçimlere bürünerek yürütülüyordu. Katliamı ve insanlığa karşı ağır suçlar gizlice işleniyor ve az çok kamuoyuna yansıyınca failler binbir türlü gerekçeyle suçları küçültüyor veya ‘istenmeyen olaylar’ benzeri gerekçeler yaratıyordu. Perde yırtıldı; katliamların, en aşağılık suçların pervasızca savunulduğu bir dünyaya geçtik artık.

Gazze üzerine başka bir dil kurmak gerekiyor. Gazze, öyle böyle değil kainatın ve beşeriyetin tarihinde derin bir yarık, geri dönüşsüz bir kırılmadır. Tarih çok büyük altüst oluşlar yaşadı; ama böylesi görülmedi. Bir dönem sonra insanlık, artık Gazze’den önce ve Gazze’den sonra diye konuşacaktır. Cengiz Han, insan kellelerinden tepeler oluşturmuş; ama bu 800 yıl kadar önceydi ve ancak yaşayanlar biliyordu. Hitler, gaz odalarında milyonlarca Yahudi’yi, komünisti, Roman’ı, eşcinseli katletti; bu katliamlar da büyük oranda gizliydi, sonradan tüm boyutlarıyla açığa çıktı. Üstelik Hitler yaptıklarını gizlice yapıyordu; bugün Hitler’den 80 yıl sonra her şey, herkesin gözüne sokulurcasına aleni yapılıyor. Bu öyle böyle bir çöküntü değil, moda tabiriyle küresel ve total bir insani çöküntüdür. Bu durum sayılara sığmaz, ölçümlenemez, kıyaslanamaz. Gene iki Japon şehrinin, Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermek için Amerikan siyasetçileri kararıyla atom bombasıyla yakılıp yıkılması bir anlık olaydır, olmuş bitmiştir; bir tavır alacak, geliştirecek zaman yoktur. Gazze’de yaşananlar, rakamlarla sayılarla izah edilecek bir şey değildir. Her şey göz önündedir. Siyonist İsrail’in iki yıldır, bütün insanlığın gözü önünde, hiçbir kural tanımadan, hiçbir endişe duymadan ve üstelik bunu askeri zafer olarak, kendi propaganda malzemesi yapması yönüyle Gazze bir ilktir. Bir başlangıçtır, bundan sonraki yaşanacakların hepsinin içinde olduğu bir başlangıçtır.

Nasıl bir olay bu kadar önemli ve her şeyin göstergesi haline gelebiliyor, bu ne anlama geliyor? Çok somut, bu İsrail ve Filistin savaşı değildir; bu bir savaş da değildir. İstanbul’un bir mahallesi kadar, hatta ondan daha küçük bir alan olan Gazze; bütün NATO güçlerinin, deniz kuvvetlerinin, hava sistemlerinin en son teknolojik savunma ve saldırı silahlarının bütün bölgeye yığıldığı, savaş makinesi İsrail’in emrine verildiği, sadece İsrail’le NATO değil, hemen hemen birkaç ülke dışında tüm Arap devletlerinin içinde olduğu böyle bir sahtekarlığın, böyle bir ikiyüzlülüğün, böyle bir eşitsizliğin yaşandığı bir şeydir. Bölgesel bir sorun değildir ve dünya çapındaki kapışmanın en keskin ve bundan sonrasının nasıl yürüyeceğini, yumuşak değil en sert hegemonya kavgasının bir göstergesidir. Gene burada, Gazze’den sonraki Lübnan, Suriye, İran’a yönelik saldırıların bölgesel boyutlarını uzun uzun değerlendirebiliriz; ama asıl olarak bu savaşın sebebi de sonucu da dünya kapitalizminin küresel olarak geldiği çözümsüzlüğün ve çıkışsızlığın eseridir ve devam edecektir.

Kudurmuş bir dünya: Bu, öylesine bir kırılma değil emperyalist rekabette, tüm iktidarların kendi halkları karşısında, uzun zamandır geriye çekilmiş ve duyarsızlaşmış dünya toplumu açısından bir kırılma anıdır. Gazze; emperyalizmin intihar arenasıdır. Gazze, tarihe emperyalizmin intiharı olarak geçecektir. Gazze’deki soykırıma karşı tavır, bugün uluslararası antifaşist mücadelenin konusudur ve yaşanmakta olan nazifikasyona karşı anti-nazi bir tutumdur. ABD, bu katliamda İsrail’den öndedir; Gazze’de yaşanan vahşet, İsrail’den önce ABD vahşetidir. Ama bu kanlı vahşette, ABD yalnız değildir; başta İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya olmak üzere gelişkin Avrupa’nın gelişkin ülkelerinin ezici çoğunluğu İsrail’den daha önde bu kanlı soykırımın sorumlularıdır. İsrail’in bu soykırımdaki rolü, kolektif emperyalizmin özel bir aparatı olması biçimindedir. Gazze’deki soykırımda sadece İsrail’i hedefe koymak, yanlış hedef veya hedef sapmasıdır. Bu, İsrail’in kanlı sicilini aklamaz elbette, ancak şu yalın gerçeğin üstü örtülmemelidir: Dünyayı kana bulayan, kolektif Batı emperyalizmidir.

Gazze’de 21. yüzyılın savaş provaları yapıldı, bunu anlamayanlar ayakta kalamazlar. Bazı eğilimlerin yeni kurulan dünyayı kavrayabildiğini sanmıyorum. Gazze, biziz. Gazze, tüm dünya işçileri ve devrim güçlerine kalbimiz kadar yakındır. “Filistin, dünyadır!” derken Silvia Federici bunu anlatıyor. Gazze, biziz; dünyanın bütün lanetlileri, emperyalizm bize, dünyanın lanetlilerine karşı savaşıyor, soykırım yapıyor! Gazze’de 21. yüzyılın sınıflar savaşı yaşanıyor. Bu soykırıma ve saldırıya öfke duymayanların, bugünün dünyasında hiçbir haklı davadan, özgürlükten, kardeşlikten söz etme hakkı yoktur ve samimi değildir. Bir hak ve özgürlükten bahsetmek, Gazze’ye öfke ve isyan duymakla başlar. Devrimci ve komünistler olarak, yalnız Gazze değil, Lübnan, Rojava dahil yeryüzünde tehdit altında olan tüm halkların, ezilenlerin, bize çok yakın olduğunu bilmek; emperyalizmin, siyonizmin, neo-faşist yükselişlerin bizlere çok yakın olduğunu anlamak ve buna karşı yeni dönemin mücadele ve savaş yöntemlerini tartışmak için tüm dünya komünistleri bir araya gelmek zorundadır. Gazze’ler yakınımızdaysa, dünyanın bir köşesinde yeni Gazze’ler hazırlanıyorsa; bizler, günlük rutinimizle konuşup iyi dilekler öne sürmekle yetinemeyiz… Gazze, Lübnan, Kürdistan, Suriye vb. dünyanın bütün bölgeleri ve milyarlarca işçinin doldurulduğu küresel ölüm hangarların tümü, bizim evimiz, ezilenlerin mekanlarıdır; saldırı yaşam alanlarımıza, hayat damarlarımıza topyekun sermayenin saldırısıdır. Bunu anladığımızda, coğrafya da tarih de biz oluyoruz. Bugün, dünyanın gerçekliğini kavramadan, yeni dünyaya yeni bir siyasal bilinçle bakmazsak, dünya devriminin fokur fokur kaynayan tüm yeryüzüne yayılmış dinamiklerini göremeyiz. Gazze, Beyrut, Şam, Kamışlı bize çok yakın; bu yakınlığı göremezsek Paris’i ve Londra’yı yakan isyanları hiç göremeyiz. Bu isyanları görmeyenler, nasıl devrimci, komünist olabilir; kendimize hangi titri yakıştırırsak yakıştıralım, ancak tuzu kuru reformcular oluruz. Bugünün dünyasında burjuva, faşist kapitalist iktidarları mezara göndermeyi hedefine koymayanlar devrimci olamazlar.

Gazze’de başlayan savaş, Batı emperyalizminin kendi çıkışsızlığını yarma anlamında, bir yanıyla BRİCS ülkelerine karşı başlattığı bir savaş, diğer yanıyla da işçi sınıfı ve ezilenlere karşı başlattığı bir savaştır diyebilir miyiz?

Mehmet Güneş: Tüm dünyada sınıf savaşlarını belirleyen bütün parametrelerin değiştiği bir dönemin içindeyiz. Bu yeni bir dünya durumudur. Görüntüde İsrail, ama gerçekte ABD, NATO ve tüm Batı emperyalizmi kısa zamanda Ortadoğu’da kendisine karşı tüm güçleri etkisizleştirdi; Çin merkezli kampın bölgedeki alanını daralttı. Bir anlamda, yeni dünya savaşının ilk provası İsrail-İran Savaşı’nda başladı diyebiliriz. ABD’nin İran’ı bombalaması Çin’e üstü örtük savaş ilanıdır. İran faktörü, bölgeye kimin hakim olacağını belirleyecek en ciddi gücü oluşturuyor. Aslında, Suriye’de Baas rejiminin yıkılması, tüm bölge ülkeleri için bir dönemin bütünüyle kapanışını simgeliyor.

Bölgemizde yaşanan emperyalist saldırı, küresel hegemonya mücadelesinde diğer emperyalist bloğun bölgedeki etkisinin daraltılması, etkisizleştirilmesi hamlesidir. Kapışma esasta ABD ve Çin arasında yaşanıyor. Bu gelişmeler, emperyalistler arası savaşı ateşlemiştir. Bu anlamda ABD’nin İran’ı bombalaması, var olan uluslararası dengeye yöneltilmiş bir müdahaledir. Ve bu müdahalenin sonuçları, 21. yüzyılda devletler arası savaşların nasıl şekilleneceğini belirleyen bir hamledir. Bu kapışma aynı zamanda İsrail-İran Savaşı’nın genişleyerek ve yayılarak devam edeceğinin göstergesidir. İsrail-İran Savaşı, gerçekte ABD, NATO ile Çin ve Rusya’nın hesaplaşması ve savaşıdır. Bu manada emperyalist savaş günceldir ve hatta yeni dünya savaşının geri dönülmez bir noktaya sıçradığını söyleyebiliriz.

Dünya bir tarafında ABD’nin karşı kutupta Çin’in başını çektiği iki tarafta toplanıyor; ama bu iki kamptan çok, her etkili gücün kendi çıkarları temelinde davrandığı kararsız bir dengede seyretmektedir. ABD, NATO, AB, Uzakdoğu’da Japonya arasında ciddi sürtüşmeler yaşansa da ABD büyük askeri ve finans gücüyle zoraki tüm müttefiklerini arkasında tutabiliyor. Karşı taraf bu anlamda bir bütünlükten yoksun, ama Çin yaşamın her alanında ekonomide, siyasette, teknolojide bilimde ve mevcut hegemonik sistemin çürümesi ve dökülmesi koşullarında, her alanda güçlenen ve gelişen konumunu sürdürüyor. ABD kampının bütün çabası, ilerleyen bu gücü durdurma savaşıdır. Çin’nin yükselişini önleme, gelişmesini geriletme ve kendi hegemonyasını yeniden sağlama savaşıdır. Eğer bu tedbirlerle durduramazsa, ki bunun olmadığı görülüyor, savaşın da daha ileri boyutları hem bütün bir coğrafyada her tarafa yayılacak hem daha şiddetlenecek hem de asıl güçlerin karşı karşıya geleceği bir eşiğe doğru yükselecektir.

NATO ülkeleri, yaptıkları son toplantıyla birlikte savaş harcamalarını yüzde 5’e çıkarma kararı aldı. Bu karar ne anlama geliyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Güneş: Bu politik terimlerle açıklanamayacak bir cinnet hali veya bizdeki deyimiyle bir “dünya fetret dönemi” diyebiliriz. ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere dünyanın bütün devletleri, emekçilerden sömürdükleri tüm kaynakları, bilimi, teknolojiyi her şeyi silahlanmaya yatırıyorlar. İnsanlık tarihinde görülmedik boyutlarda yeryüzündeki bütün yaratıcı, geliştirici olanakların, sermayenin her şeyin silahlanmaya ayrıldığı bir dönemin içindeyiz. Bu ne demektir; bu, bugünkü koşulları arayacağımızı, daha kanlı savaş koşullarına gireceğimizi gösteriyor. Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz; emperyalist-kapitalist sistem intihar ediyor. Bu, sadece dış savaşlar demek değildir. Böylesine büyük bir ekonomik kriz ortamında, bütün olanakların silahlara ayrılması, açları işsizleri doyurmayacaktır. Dışarıda, silahlanan devletler arasında savaş nasıl kızışıyorsa, bu silahlanma iç savaşları da iç çatışmaları da aynı biçimde gerginleştirecektir.

Savaşın, silahlanmanın ve bilimsel buluşların muazzam ölüm ve yıkım aletleri yaratmanın sermaye ve burjuvaziye bir başka boyutunu biz hatırlatalım: Kapitalizm bilimsel gelişmeleri silahlanmaya döndürerek farkında veya değil başka bir biçimde “kendi mezarını kazıyor”. Klasik savaş biçimleri tamamen değişti. Büyük orduların, büyük savunma harcamalarının, büyük yatırımların yerini daha düşük maliyetli, daha etkili, daha sonuç alıcı, sofistike silahlar, dijital harp teknolojileri alıyor. Askerler ve subayların yerini dijital uzmanların aldığı yeni savaşlar dönemi başlıyor. Savaş ve savunma teknolojilerinde tam olarak altüst oluş yaşanıyor. Ok ve yayın keşfi, sonrasında barutla birlikte top ve tüfeğin keşfi benzeri bir devrim yaşanıyor. Milyonlarca dolar değerindeki değişik silahlar; tanklar, bataryalar, uçaklar, gemiler, denizaltılar, ordu karargahları herhangi bir biçimde kolayca imal edilebilen hafif dronelarla yok edilebiliyor. Bütün bu yeni ölüm ve yıkım aletleri artık devletlerin kontrolünden çıkmıştır. Az çok teknik eğitim alan milyonlar ve milyonlarca yeni kuşak gençlik örgütlenip cepheleştirildiğinde bütün bu teknolojiyi burjuvazinin yalnız askeri karargahlarına değil finans baronlarının karargahları dahil bütün kalelerine saldırmasını engelleyecek hiçbir olanakları olmayacak. Bu silahları ve “mezar kazıcılarını” kendileri yarattılar ve sonuçlarına katlanacaklar.

Gazze’de yaşanan savaş gittikçe büyüyor. Daha önceki röportajda belirttiğiniz gibi Suriye ve İran’ı da içine aldı. Bundan sonraki öngörüleriniz neler, bu süreçte ateşkes ne anlama geliyor?

Mehmet Güneş: Bir yerde ateşkes olabilir, bu biraz devam edebilir, ama biraz önce söylediğim gibi bu dehşet silahlanmanın olduğu dünyada hiçbir yerde sükunet olmaz; en sakin yerler bir anda savaş alanına dönüşebilir. Bu çılgınlık döneminde kimse dışında kalamaz; en ilgisiz toplum, en ilgisiz Eskimo’lar bile savaşın hedefindedir. Bu kapitalist burjuva uygarlığın öylesine bir çılgınlık halidir ki, bütün ülkeler, bu silahlanma hızında savaş hazırlıklarına doğru ve tam bir yok olma ve yok etme, imha etme sürecine doğru gitmektedir. Burada bir tek şeyi söyleyebiliriz ve onu öne çıkarabiliriz; böylesi bir dünyada istikrardan, barıştan; herhangi bir toprak parçasında kalıcı bir istikrardan, kalıcı bir barıştan söz etmek akıl karı değildir. Böyle bir dünya yoktur; bu kapışma gerçekten kapitalist sistemin, burjuva uygarlığının intihar koşusudur.

Bugünkü dünya, tarihin daha önceki bir dönemindeki koşullarda oluşmuş hukuksal, uluslararası kural, kaide ve normlarla anlayabileceğimiz ve anlatabileceğimiz bir dünya değildir. Dolayısıyla başka bir dünyaya geçtik ve bu dünyada, bizim eski normatif kavramlarımızın hiçbirisi bu dünyayı anlatamaz. Bu konuda, tamam bir takım ekonomik jeo-politik kavramlar, tespitler ve belirlemelerle bir yığın şey söylenebilinir, ama net olan bir şey vardır: Bugün 20. yüzyılın bütün devletler arası, uluslararası, sınıflar arası bütün koşulları baştan aşağı değişmiştir ve eski koşullar üzerinden düşünmek bugünkü dünyayı anlamamıza olanak vermez. Bu anlamda belki yeni kavramlar bulmamız gerekiyor. Bugünkü dünyanın gerçeği, bütün yeryüzüne yayılmış, hiçbir şey kalmadan herkesin herkese doğru savaşına giden bir süreçtir. Evet bunun durdurulması da ve buna karşı mücadele de bilindik barış çağrılarının ötesinde çok farklı ve çok değişik yöntemleri ve araçları zorunlu kılmaktadır.

İki yılı aşkın zamandır Gazze’deki katliamı hiçbir şey durduramıyorsa ve dünyanın gözüne sokarcasına devam ediyorlarsa, bundan sonra herhangi bir bölgeye, ülkeye veya devrimci toplumsal gelişmeye aynı biçimde saldırmak için her türlü gerekçeyi yaratabilirler. Bu, en başta dünya işçi sınıfına ve devrim güçlerine yöneltilmiş bir savaş ilanıdır. Kimse yanılmasın; savaştayız! Ortadoğu küreselleşiyor, bütün yerküre Ortadoğu’ya benzer hale geliyor. Tüm Avrupa’da Nazilik yükseliyor; durdurulamazsa, dünyanın nazifikasyon dönemine -bunun en çıplak hali dünyanın Gazzeleştirilmesidir- giriyoruz. Görevlere ve sorunlara bu pencereden bakmazsak, olanı biteni anlayamayız. Anlamak yetmez, geç kalmış olarak hızla harekete geçmezsek kaybederiz.

Emperyalist-kapitalist güçlerin böylesine silahlandığı bir dünyada -özelde de alt üst olan bölgede her şeyin gelip dayandığı güç ilişkilerinin merkezinde silahın olduğu bir gerçekken- silahlı mücadele tartışmalarını nereye koyuyorsunuz?

Mehmet Güneş: Bugünkü dünyada, sınıflar mücadelesinde her türlü zor ve şiddetin, silahlı mücadelelerin rolünün artık geçersizleştiği, her tarafta dillendiriliyor. Bütün yeryüzünde silahlar, bombalar patlıyor, gökyüzüne hiper-süper füzeler uçuşuyor, İstanbul’un caddelerinde silahlar konuşuyor, varoşlarında tavuklar bile silahlanıyor. Böyle bir dünyada devrim mücadelesinin önünde silahlı mücadele üzerine tartışma olamaz. Bu koşullarda, silahlı mücadele gerekli mi gereksiz mi tartışması yapılabilir mi? Silahlı mücadele bütün yeryüzünü sarmıştır. Ve ölüm kusan bütün bu silahlar, ezilenlere ve direnenlere çevrilidir; namluları doğrultan burjuvazinin ta kendisidir. Sınıflar savaşı ve siyaset, artık silahlarla yapılıyor. Alman generalinin söylediği koşullar değişmiştir; savaş politikanın ara dönemi değil, politika savaşların ara dönemi olmuştur artık. Bu koşullarda önümüzdeki sorun, bu amansız saldırıları karşılamak için, devrimci güçlerin nasıl bir strateji ve buna bağlı taktikler geliştirmesi gerektiğidir. Bu sorun; tüm yeryüzünü saran resmi ve sivil imha saldırısı ortamında, siyasetin değil varoluşun alanına geçmiştir. Tüm muhalif devrimci güçler, yalnız Gazze ile değil, Endonezya’dakine benzer katliamlarla karşı karşıyadır. Evet, onların tüm silahlarını ve taktiklerini onlara karşı kullanma, bugün her zamankinden daha olanaklıdır. Bunları düşmana karşı kullanacağız ama sorun tek boyutlu biz de silahlanacağız değil, tüm bu gelişmeleri karşılayacak ulusal, bölgesel değil uluslararası düzeyde 21. yüzyıl devrim stratejisinin yeniden kurulmasıdır.

Türkiye olası bir dünya veya bölge savaşına dahil olabileceği konusunda toplumu ikna etmiş durumda. Türkiye’nin doğrudan savaşa dahil olma olasılığı var mı?

Daha önce söylediğimiz gibi bu bir İran-İsrail savaşı olmadığı için bütün bölgeyi içine çekmiştir. Direk savaşa dahil olmuştur veya olmamıştır. Ama zaten bütün bölge ülkeleri bir biçimde savaşın içindedir ve tarafıdır. Ürdün, Suudi’ler, Irak dahil Arap devletleri açık olarak bu savaşta İsrail’in koruyucusu rolündeler. İsrail’e fırlatılan bombaları engelleyerek ve İsrail’e hava sahalarını açarak taraftırlar. Dolayısıyla hiçbir ülke bu savaşın dışında değildir.

Bu savaş kısa sürede bitmeyeceği ve devam edeceği için bu mesele, Türkiye ve Kürdistan için ciddi biçimde önemlidir ve devam eden süreç ciddi olarak bu savaştan etkileneceklerdir. Savaşın bu boyutunu tartışabiliriz ama bundan önce İsrail’in İran’a saldırısı başladığında TDH içinde süren tartışmaları değerlendirmek gerekir. Bu konuda kendi yazdıklarımızda da bir düzeltme gerekiyor. Bu savaş başladığında Türkiye’de çok sert tartışmalar oldu sol kesimde. İster istemez bu savaşın dışında güçler olarak tartıştı Türkiyeli devrimciler. Dışarıdan bakanlar olarak tartıştı, bölgedeki savaşın çapını, boyutlarını etkilerini de ilgilendirmeyen asıl olarak birbirlerine karşılıklı ilkeleri konuşturdular. Ve bu çok kaba biçimde, karşılıklı yaftalamalar biçiminde yapıldı; İrancılık İsrailcilik biçiminde…

Bugün hiçbir olay geçmişteki gibi yalın ve sade olmayacak, bundan sonraki bütün sorunlar birçok boyutu ve çelişkiyi içinde taşıyan bir süreç olacak sadece savaşlar için değil; sınıfsal sorunlar, toplumsal ilişkiler, sınıf mücadeleleri çok daha karmaşık ve grift olacak. Bu anlamda Amerika-Vietnam savaşı döneminde değiliz. Orada hiçbir tereddüt yoktu. Amerika açık emperyalist işgalciydi. Bütün dünyanın ilericileri tereddütsüz Vietnam’ın yanındaydı. Bugün hiçbir sorun böylesine tek boyutlu yalınlıkta ve açık değil. Dolayısıyla çok daha iç içe geçmiş ilişkileri içinde barındıran karmaşık süreçler yaşanıyor. Bu yalnız savaşlar için değil aynı zamanda bütün sorunlar için geçerli. Ve biz bütün sorunlara evet-hayır, siyah-beyaz kavramlarıyla cevap veremeyiz. Giderek sadece ilkeleri konuşturan ve birbirini suçlayan bir durum doğar, bu durum yaşanmıştır.

Bizim bu konudaki söylediklerimiz de tam buraya oturmasa bile bu ekseni aşan düzeyde olmadı. Bazı belirlemelerimiz ilke savunusu olarak anlaşıldı, bu savaşta haklı-haksız gün gibi açıktır; İsrail ve ABD açık saldırgan emperyalistlerdir. Eleştirimiz sert ve katı biçimde İsrailcilik-mollacılık suçlamalarına dönüktü. Asıl olarak İran’daki devrimcilere buradan strateji çizmeyi, mutlak ve tartışmasız taktik önermeleri eleştirdik. Bölgedeki emperyalist öfkeye ve emperyalistlere karşı duyarlılıkta tüm antiemperyalistlerle birlikteyiz. Bizim asıl eleştirimiz emperyalizme karşıtlığını TC devletini savunma boyutuna çeken eğilimlere dönüktür. Onlar açıkça benzeri bir durumda TC devleti ile aynı cephede durmamayı “vatan hainliği” olarak ilan ettiler. Biz asıl olarak bu sosyal şoven kesimleri eleştirdik. Bu tartışmalar sürerken İran devrimcilerinin tavrı herkes açısından öğretici olmalıdır. Hemen hemen İran’daki tüm devrimci güçler, İsrail ABD saldırısına karşı halkların savunmasını esas alan bir tavrı öne çıkardılar.

Türkiye’nin bölgesel savaşa girip girmeyeceği veya hangi boyutlarda katılacağı hem iç hem dış dengelere göre değişir. Bugün daha çok da İsrail’le savaş dillendiriliyor. Bunlar kim; bugün en çok İsrail’ci, NATO’cular, altan alta İsrail’le savaştan söz ediyor. Bunlardan Tayyip, en köklü ve etkili uluslararası siyonist kurumdan madalya alan tek siyasetçidir. Bir diğeri Alparslan Türkeş’in koltuğunda oturmaktadır. 1970’li yıllarda devrimcilerin Filistin’e giderek İsrail’e karşı savaştığı ve Türkiye’de Filistin direnişiyle dayanışmanın yükseldiği dönemde, zamanın kanlı faşist şefi Alparslan Türkeş, kamuoyu karşısında açıktan Filistin karşıtı görüşleri dillendirendir. Basın önünde: “Türkiye’nin Filistin diye bir sorunu yoktur” deme cüretini göstermiştir. Çünkü, her iki eğilimde ülkedeki en bağnaz NATO’cu eğilimlerdir.

Türkiye zaten bölgede hala bir savaş sürdürüyor. İmralı ile yürütülen müzakerelere rağmen Kürt dağları bombalanıyor. Kürt sorunu üzerinden “beka” gerekçesiyle tüm güney sınırlarını de facto genişletiyor. Kafkasya’da Karabağ savaşına ve Libya’da savaşa açıktan taraf oldu. Bunun yanında Türk devletinin kurumlarına sinmiş yayılmacı eğilimler kuşaklar boyu güçlendirilerek dillendiriliyor. Türkiye’de Enver Paşalar eksik olmaz. Enver Paşa, Alman trenine binip nasıl Rus cephesine koştuysa, birleri de fırsat bulup beklenmedik gelişmelerle koşulları uygun bulursa, aynı maceralara kalkmaktan geri durmaz. Zaten bir dönem Özal bunu açıktan dillendirdi. ABD’nin Irak seferine “bir koyup üç alacağız” diye katılımı savundu. Zaten Misak-ı Millicilik yayılmacılığı, tüm devlet bürokrasisinin ideolojisidir ve TC, Musul-Kerkük ve Halep hayali içindedir. Son olarak Tayyip, Kürt uzlaşısından aldığı cesaretle ve ABD’nin Suriye’de önünü açmasıyla hedefi tekrar “Adriyatikten Çin Seddine” büyüttü.

Yer yüzünde öyle bir kapışma sürüyor ki; en azgın güçlerin bile ayaklarını titretiyor, Tayyip bölgedeki çatışma dolayısıyla fırsat beklediğini açıklıyor ama öyle TC’ye sunulacak boş bir alan yok. Ve daha önemlisi bölge çapındaki büyük güçler kapışmasında Türkiye tartışmasız olarak zaman zaman ne kadar çelişki içinde olursa olsun İsrail’in, NATO’nun, ABD’nin safındadır. İsrail’le aynı saftadır, hiçbir ağız dalaşı bu gerçeği değiştiremez. Çok uzun süredir sesini duymuyoruz; Yalçın Küçük’ü hatırlamanın zamanıdır. Abartılı görülse bile çok yanlış bir tespit değildir: “Türkiye’de İsrail, İsrail’den daha güçlüdür” demişti. İsrailcilik Türkiye’nin genlerindedir. En alçak oyunlar, hem ulusal hem İslami renkler altında, en iğrenç emperyalist maşalığı geçmişte yaşanmıştır. Bugün de bölgesel güç konumunda olan ve neo Osmanlıcı bir stratejik hedefle hareket eden TC devleti, ister başında muhafazakarlar olsun, ister Kemalistler olsun en canice emperyalist planların ortağıdır. Dün de bugün de NATO’nun, CENTO’nun içinde uluslararası plandaki bütün özgürlük davalarının karşısında yer almıştır. Amerika’nın Yugoslavya’da, Kosova’da, Afganistan’da, Somali’de işgal harekatlarına fiilen katılmıştır. Amerikan çıkarmalarının birçoğunda NATO gücü olarak yer almıştır. Ve aslolarak Suriye’de en ağır savaş suçlarının birinci dereceden sorumlusudur. Suriye’ye ABD, Koalisyon güçleri, NATO, İsrail dahil sayısı 70’i geçen uluslararası güç saldırmıştır. Ama Suriye’yi imha eden ve İsrail’e açan güç TC’dir. Üstelik İslami bir iddia ile Filistin davası, direniş kalesi çökertilerek Suriye’yi ABD ve İsrail’e hediye eden Türkiye’dir. İsrail ve Türkiye bir savaşa dahil olursa ancak NATO’nun güdümünde aynı cephede olurlar. NATO Libya’yı işgal ederken nasıl İzmir’de konumlandıysa bugün de yaşanacak bir süreçte NATO safında, elbette kendi ajandasına da sahip olarak, bölgesel savaşa girebilir. Ama bunun dışında çok beklenmedik olağanüstü şeyler olursa buna bir şey diyemeyiz. Öte yandan şu anki koşullar altüst olmadan, bütün dengeler değişmeden Türkiye’nin İsrail’le savaşı düşünülemez.

Bu dünya ve bölgesel durum içerisinde Türkiye’nin Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’la geliştirdiği diyaloğu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Güneş: Bu konuda olumlu veya eleştirel olarak çok şeyler söylendi tartışıldı. Biz de belirli şeyler söyledik. Şimdi daha somut görülüyor ki yüz yıllık Kürt davasının son 50 yıla ulaşan savaş sürecinde taraflar karşılıklı bir muhasebe ile görüşmeye başlamıştır. 50 yıla yaklaşan savaşa rağmen devlet bütün gücünü kullanarak PKK’yi yok edemedi. Kürt devrimcileri bölgesel koşullar ve dünya dengelerinin de etkisiyle çok güçlenmesine rağmen TC devletini yenemedi. Savaş 50 yıla uzadı. Bu 50 yılın sonucunda, her iki taraf da yeniden kendi durumlarını gözden geçirme, bölge ve dünyadaki gelişmeler sonucu yeniden durumlarını değerlendirme, yeni koşullarda karşılıklı olarak görüşme başlattı. Sonucu tekrar savaşa çıkacaksa bile bu “çıkışsız” koşullardan her iki taraf da daha üstün olacağı bir hazırlığı da içinde tutan bir ara süreç olarak görüşmektedir. 50 yıl her türlü kuralsız suçların işlendiği bir savaş, bir takım niyetlerle ortadan kalkmaz. İnsan iradesinin üstünde sınıfsal, ideolojik, toplumsal gerçekler vardır. Dolayısıyla bu gerçekler hükmünü sürdürecektir.

Tam olarak ne zaman başladığını bilmesek de, Öcalan’la TC devletinin uzun bir tartışma, hesaplaşma, müzakere sonucunda belli mutabakatlara vardığı anlaşılıyor. Ve adım adım o doğrultuda gelişmeler yaşanıyor. Burada kim ne verdi, kim ne aldı, kim zararlı, Kürt hareketi bu tür uzlaşma ve tartışmalardan çok kendi siyasal inisiyatifiyle yürüdüğünü söylüyor. Diğer ülkelerdeki silah bırakma anlaşmalarına benzemiyor, burada bambaşka bir durum yaşanıyor. Dolayısıyla devlet hangi hesapları yaptı; mutlaka fırsat bulursa Kürt dinamiğini tümden teslim almayı ve bulamazsa en kötü koşullarda kendi inisiyatifini sürdürmeyi esas alan çizgide ilerliyor. Kürt özgürlük mücadelesi ise hem bölgedeki altüst oluş hem kendi güçlerinin konumu ve geldiği aşamada -o da bölgedeki gelişmeler ve uluslararası dengeleri de gözetleyerek- silahlı savaşı sonlandırarak siyasal alanda mücadeleyi esas aldığını ilan etti. Komünistler olarak, Kürt hareketindeki değişimin politik gerekçelerine dostane eleştirilerle saygılı yaklaşıyoruz ama bu değişimi temellendirdiği felsefi ve teorik görüşlere açık olarak itiraz ediyoruz. Bu açılımlarda, Marksizmin yanlışlanması ve artık geçersizleştiği eleştirilerine kesinlikle katılmıyoruz. Ancak burada bu tartışmaya giremeyiz ama ciddi bir teorik tartışmaya ihtiyaç var.

PKK Türkiye içinde silahlı mücadeleye son vererek kendi örgütsel yapısını feshetti. Aylar önce kongre toplayacağını ilan ederek ateşkes ilan etmesine, Mayıs başında 12. Kongresini toplayarak kendisini feshetmesine ve son olarak gerillaların komutanları öncülüğünde silah yakma merasimine rağmen TC, gerilla bölgelerini tüm gücüyle bombalamaya devam ediyor. Bu koşullarda bu açılımın ne kadar ve ne biçimde süreceği hala belirsizliğini koruyor. Öte yandan Kürt hareketi kongre kararları ve görüntüleriyle her türlü gelişmeye hazır olduğunu ifade etti.

Bu tür sorunlar, her zaman tam olarak tarafların istediği biçimde gelişmez. Taraflar varsa bükülmeler, sürtünmeler olur ve burada da her alanda bunlar yaşanıyor. Bu koşullarda taraflar arasında mücadele, her cephede sürüyor; taraflar bütün cephelerde karşı karşıya geliyorlar. Suriye’de karşı karşıyalar, İran savaşı sürerken TC herhangi bir değişiklikte Kürtlerin önünü kesmek için İran sınırına yeni takviye askeri güçler kaydırdı. Bu konuşmayı yaptığımız şu anada Colani’nin cihatçı çeteleri Süveyda’da Dürzi katliamına girişti, SDG’nin katliamı eleştirmesi ve tavırsız kalmayacağı açıklamalarına eski kontra şefi, dış işleri bakanı Hakan Fidan uyarıda bulundu; MSB, Colani isterse askeri desteğe hazırız açıklamasıyla Rojava’yı işgalden vazgeçmediklerini gösteriyor. Bölge genelinde o alanda, şu sorunda, bu cephede vb her konuda karşı karşıyalar.

TC, Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna da anlaşma görüntüleri sunarken derin bir ideolojik propaganda sürdürüyor. Ama asıl Türkiye’de somut siyasal gelişmelerde de karşı karşıyalar. En sert biçimde siyasal alanda karşı karşıyalar. Saray rejimi CHP’ye darbe saldırısını kesintisiz sürdürüyor. Kürt hareketi bu koşullarda, hangi dengeler içinde olursa olsun, saldırı özünde tüm Türk ve Kürt halkını ve devrimci güçleri hedeflemektedir. Bu yanıyla en başta Kürt halkına ve demokratik taleplerine, toplumsal tabanına ve siyasal güçlerine yönelik bir saldırıdır. Bu açık faşist saldırılar, bir boyutuyla Kürt kazanımlarına karşı da ilan edilmiş bir savaştır. Bu koşullarda taraflarca kurulmuş masa ne kadar sürdürülebilir, bunu yaşayarak göreceğiz. Ama adım adım bu süreç çok uzun olmayan bir vadede beklenmedik biçimler alabilir.

Bir yanda PKK ile müzakere yürütülürken bir yanda CHP belediyelerine yapılan operasyonlar ne anlama geliyor? Bu bağlamda sürece dair öngörülerinizi biraz daha açabilir misiniz?

Mehmet Güneş: Bir diktatör almış eline kılıcı, önüne gelenin kellesini uçuruyor, dümdüz gidiyor ve hiçbir kural tanımıyor. Aynı zamanda her bir bakımdan olabilen en dar kemik çevresine daralmış biçimde toplumunun yüzde 60-70’ini karşısına alarak ve gözü kara bir biçimde saldırılarını sürdürüyor. Biraz önce söylediğim gibi, bu CHP’ye karşı bir savaş olmaktan öteye, tüm muhalefete Türkiye emekçilerine, işçilerine karşı bir savaştır. Türkiye emekçilerine ve işçilerine karşı faşizan uygulamalar iki misli olarak Kürtlere yönelik bir tehdittir.

Tayyip geçmişte şöyle bir oyun kurucuydu, büyük bir politik deha idi, toplumda bir karşılığı vardı…” Bütün bunlar bitmiştir. En çıplak, en çirkin, en hoyrat haliyle toplumun ve çoğunluğun karşısındadır. Ve sadece içerideki politikalarıyla değil, dışarıdaki politikalarıyla da; Gazze katliamında İsrail ile sürdürdüğü ticari ilişkilerle, Suriye’de İsrail’le birlikte, NATO’da Trump ile kirli ilişkiler içindedir. Bu ekip 2001’de Türkiye’nin yaşadığı ağır bunalım koşullarında, hem dış hem iç güçlerce iktidara oturtuldu. Tam adıyla iç ve dış finans gruplarının, ABD, AB ve Yahudi lobilerinin açık desteğini aldı. İçeride belli ve kemik bir tabana sahiptiler. İktidar olur olmaz çalmaya başladılar, çaldıkça çoğaldılar, çoğaldıkça daha fazla çaldılar, daha fazla çalarak daha fazla haşereler benzeri çoğaldılar.

Ortada bir ceset var. Herkesin kör olması bir şeyi değiştirmez, ceset ceset olmaktan çıkmaz ve herkes her zaman körleri oynayamaz. Tıpkı kral çıplak meselinde olduğu gibi 23 yıllık bu büyük satış ve U dönüşleri er veya geç Türkiye halklarının önüne gelecektir. Ceset gerçektir, Türkiye islamcılığının cesedidir, Türk-İslam sentezinin cesedidir. Bu cesedi hangi dondurucuda, hangi koruyucu tedbirlerle korurlarsa korusunlar ceset sonunda kokacaktır. İsrail ile horoz döğüşü görüntüsünde, pis çıkar pazarlığı ve gerçekte Filistin davasını satış Türk-İslam sentezi veya Türkiye siyasal İslamının ölüm fermanıdır. Takiye, medya, diyanet fetvaları, Hayrettin Kahraman’ın fıkhı sadece bir müddet daha halk kitlelerinin gözünü boyayabilir. Ama Filistin davasının pis bir biçimde peşkeş çekildiği gerçeğini ortadan kaldıramaz. Türkiye tarihinin en sünni ve en İslami olduğunu iddia eden hükümeti, bir kere daha İslam davasını hem de Yahudi diye şeytanlaştırdıkları İsrail’e, Siyonistlere satmıştır. Ortadoğu’da baş aktör artık İsrail’dir. İsrail bizzat AKP’nin Suriye üzerinden Filistin davasına ihaneti sonucu hem Suriye hem tüm Ortadoğu’da baş aktör durumuna geldi. Hiçbir dua, hiçbir ibadet, hiçbir cüppeli, cüppesiz hoca, alim, tarikat şeyhi bu gerçeği değiştiremez. Olmuşla ölmüşe çare bulunmaz diye bir söz vardır. Suriye İsrail’e satılmıştır. AKP müslümanlığı ölmüş ve kokmakta olan bir cesettir. Birkaç ülke istisna, Arap ülkeleri başta olmak üzere tüm İslam devletleri Filistin konusunda Batılı emperyalistlerden daha iki yüzlüdür. Emperyalist merkezler açık İsrail cinayetlerini desteklerken İslam denilen tüm ülkeler sinsice İsrail destekçisidir. Yürekleri kan ağlayan kendi halklarının karşısında bir şey yapmış olarak görünmek için batılı ülkelere yaptırım çağrısında bulunuyor. Bunlardan en sahtesi ise timsah gözyaşı döken TC Cumhurbaşkanı Tayyip’tir.

AKP şu anda yaşıyor ama kokmuş bir cesettir, bu güçsüz demek anlamına gelmiyor. Güçten patlayan, kokan çürüyen bütün imparatorlukların yaşadığı son demini yaşıyor. Radyoaktif madde gibi tehlikeli bir kirlilik saçmaktadır. Bu toplumun, Kürtlerin de Türklerin de yaşaması geleceği bu cesedin defin edilmesine bağlıdır.

Çıplak hali budur Türkiye’nin. Ama öbür tarafta görüntüde bir saray var, güçlü, müthiş forslu bir görüntüsü var. Bunlarla şu veya bu biçimde anlaşanlar er ya da geç ihanete uğrayacak veya bu düzen onları da kaçınılmaz olarak zombileştirecektir. Türkiye halkları, bu iktidara artık yeter demiştir. En başta gençlik ve kadınlar, ama tüm çalışanlar bu çetelere teslim olmayacaktır. Milyonlarca çalışanın ülkesidir burası. Hangarlar dolusu insanlar, var olmak için 10 saat 12 saat çalışıyorlar. Bütün çocuklarıyla, gençleriyle, ihtiyarlarıyla çalışıyorlar, yaşamak istiyor, ayakta kalmak istiyor, açlığını gidermek istiyor ama çalıştıkları oranda yoksullukları ve açlıkları büyüyor, artık bu diktatörden kurtulmak istiyorlar. Dolayısıyla bu muazzam bir güçtür ve sadece örgütsüzdür. Sadece devrimciler rolünü oynayamadığı için bu çeteler iktidarı borusunu öttürüyor. 19 Mart’ta, 23 yıllık çürümeye isyan başlamış ve çölleşmeye bir su yürümüştür. Toplumun köklerine, bütün hücrelerine kadar su yürümüş, canlanma başlamıştır, devrimcilerin yüzünü dönecekleri yer burasıdır.

PKK’nin silah bırakması düzenin ve faşist iktidarın işlerini kolaylaştıracak, geçici olarak nefes aldıracak olsa bile, diğer yandan geleneksel gericiliğin ve devlet fetişizminin en kapsayıcı ideolojik gücünü zedeleyecektir; Osmanlı’dan bugüne bu sistem ve devlet iç düşmanlar olmadan iktidarını sürdürememiştir. Bu koşullarda görünürde bir demokratikleşme olmayabilir ama 50 yıllık silahlı çatışmanın durması, siyasal denklemleri değiştirici önemli etkiler yaratacaktır. Erdoğan ve Cumhur İttifakı her ne kadar topyekün faşist bir diktatörlüğü hedeflese de silahların devreden çıkması, siyasal sisteme hükmeden denklemi bozan etkiler yaratacaktır. Kitlelerin katmerleşmiş öfkeleri ve acil beklentileri kendiliğinden biçimlerde siyasal ortamı temelinden sarsacak dinamikleri devreye geçirebilir…

Burjuvazi içinde iktidar kapışması iç savaş boyutlarına sıçrama ihtimali gösteriyor. İki taraftan biri havlu atıp geri çekilmezse bu gidiş sistem içi iç savaş aşamasına sıçrayabilir. Gelinen durumda taraflar geri adım atamaz. Geri adım atan, toplumsal gerilimin hedefi haline gelir. CHP geri adım atarsa paramparça olur. AKP geri adım atarsa iktidarda kalamaz. Ama asıl gerilimi doğru anlamak gerekir. Asıl gerilim iki burjuva kamp arasında yaşanmıyor, burjuva kliklerini bu keskinlikte karşı karşıya getiren derin çözümsüz topyekun kapitalizmin krizidir. Kapitalizmin soyup soğana çevirdiği toplumun yüzde yetmişe seksene varan çoğunluğu, artık yaşamını devam ettiremez durumdadır ve asıl tüm krizi ve çelişkileri kızıştıran, burjuva klikler arası çatışmayı iç savaş boyutunda keskinleştiren bu toplumsal krizdir ve kapitalizm içinde bu krizin çözümü yoktur.

Sınıfsal olarak çatışma iki burjuva klik arasındadır ama kitlelerin aktif katılımıyla süreç faşizm ve demokrasi cepheleşmesine dönüşmektedir. Bu düzlemde kaldığı müddetçe kapışma, burjuva güçler arasında kapışma olarak devam eder ama kitlelerin aktif olarak devreye girmesiyle bu, faşizm ve devrim cephesi biçimini alacaktır. Sınıfsal kristalizasyon, ara sınıfların mülksüzleşmesi ve konum kaybı proleterleşmeyi derinleştirdiği oranda, burjuvazi arasındaki kapışmalarda sınıflar çatışmasına dönüşür. Tarihten biliyoruz sınıfsal çatışmalar derinleştikçe ve sınıf mücadelesi ivme kazandıkça burjuva ve küçük burjuvazi arasında bazı kesimler daha sol ve demokratik söylemlere kaymak zorunda kalır.

25 yıla varan AKP soygun düzeninin baskıları, devlet partisi CHP’yi kitlesel talepleri dillendirir, sert bir muhalefet konumuna getirmiştir. Bu kapışma iki burjuva kamp arasında kaldığı müddetçe her türlü uzlaşmalara ve düzen içi manevralara açıktır. Gözlerimizin önünde keskin bir kapışma yaşanıyor. Toplumun çoğunluğu Saray faşizmine karşı ve kurtulmak için mücadele ediyor. Devrimci bir ortam oluşmaktadır; toplum henüz bir sosyalist dönüşüme hazır olmasa da Saray faşizminden kurtulmak için hazırdır. Tüm devrimci ve anti faşist güçler, faşist saray rejimini yıkma göreviyle karşı karşıyalar.

Kürt Hareketinin devrimsiz, iktidarı reddeden çizgisi, sosyalizmi hedefleyen bir iktidar konusunda söylediklerine katılmıyoruz, ama tartışılabilir. Ancak faşizmin yıkılmasını da reddeden, bu görevden kaçan bir boyuta yükseltilirse ciddi bir sapmadır. Biz ucuz biçimde Kürt hareketi savaşa devam etsin, silah bırakma teslimiyettir demiyoruz, nasıl ince bir çizgide, adeta kıldan ince kılıçtan keskin bir aralıkta yürümek zorunda olduğunu biliyor, görüyoruz. Süreç ve içinde bulunulan koşullar, Saray iktidarıyla ilişki üzerinden yürüyor, ama AKP ile ilişkiye giren her güç, kirleneceğini bilmek ve bu zorunlu ilişkiyi halkın ve devrimci güçlerin kazanacağı bir çizgide yürütmeye dikkat etmelidir. Öte yandan Erdoğan’ın son konuşması üzerinden bile AKP iktidarı yıkılmadan Kürtlerin de kazanacağı hiçbir şey olamayacağını söylemeye devam edeceğiz. AKP iktidarını faşist uygulamalarla daha da güçlenmesine şu veya bu biçimde sessiz kalacak her türlü muhalif eğilim, kendi ilkelerinden uzaklaşarak iktidar ve düzen istikametinde yozlaşmaktan kurtulamaz.

En son 11 Temmuz’da, KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın da içinde olduğu 30 gerillanın silah bırakma töreni oldu. Akabinde de, öncesinden tarihi bir konuşma yapacağı ilan edilen Erdoğan’ın 12 Temmuz konuşması geldi. Bu iki gelişme üzerinden İmralı sürecinin nereye doğru evrildiğini düşünüyorsunuz?

Mehmet Güneş: KCK Eşbaşkanı öncülüğünde silahların yakılması töreni birçok bakımdan yürütülen ilişkilerin hem zirvesidir hem de en kritik noktasıdır. Bu zirveden sonra Kürt hareketi artık bir milim bile geri adım atamaz, TC ve Tayyip için de artık oyalayıcı hileli yolların sonuna gelinmiştir.

Bu kritik momenti tam olarak anlamak için tarihe; tarihteki benzeri silahlı mücadeleye son verme deneylerine bakabiliriz. Bu anlaşmalar bizim, dünya devrimci güçlerinin tarihidir ve ağır bedellerle sürdürülen silahlı devrim kavgalarının dersleridir. Birçok silah bırakma anlaşması yaşandı, benim hatırladığım sürtünmesiz, sorunsuz yürüyen bir anlaşma yok. Devrimci silahlı mücadele sonucu iktidarlarla bilinen tüm görüşme ve anlaşmalar ya başarısızlıkla sonuçlanmış veya iktidarların kazanımıyla sonuçlanmıştır.

En bilinen ve başarılı kabul edilen iki silah bırakma deneyi; Güney Afrika ve Kuzey İrlanda anlaşmalarıdır. İrlanda’da İRA’nın silah bırakan ağırlıklı kesimi siyasal etkisini parlamenter alanda da sürdürüyor ve ilerici bir çizgi izliyorlar ama bu başarısına rağmen kendi içinde bu anlaşmayı uzlaşma ve teslimiyet olarak eleştiren güçlü bir devrimci eğilim çıkmıştır. En başarılı örnek olarak bilinen Güney Afrika Cumhuriyeti’dir. Siyah halk, demokratik haklarını kazanmış, cezaevindeki lider Nelson Mandela özgürleşmiş ve akabinde cumhurbaşkanı seçilmiş, apartheit rejimi yıkılmıştır. Bu yanıyla kazanımdan söz edilebilir; ancak apartheit rejimini yürüten beyaz azınlık burjuvazi, tüm zenginliklerini korumuş sadece azgın sömürüyle biriktirilen bu zenginliklerden kırıntı kabilinden paylarla siyasal koruyuculuğu siyah burjuvaziye bırakmıştır. Bu gelişmeler, kanlı bir tasfiye süreciyle birlikte yaşanmıştır; başta Güney Afrika Komünist Partisi ve ANC’in devrimci liderleri arka arakaya provokasyonlar ve siyasi suikastlarla katledilmiştir. Burada alçakça bir suikastla katledilen ANC ve Halkın Mızrağının kurucusu ve ırkçı rejime karşı silahlı direnişin örgütleyicisi ve başlatıcısı komünist lider Chris Hani’yi anmadan geçemedim. Bütün bunlar Mandela’nın iktidar hazırlıkları döneminde başlamış ve iktidarında tamamlanmıştır. Bir dönemler sembol olarak sık sık söylenen Mandelacılık siyah halkın burjuvazisinin de pay aldığı azgın kapitalist sömürünün ağırlaştırılmasına ve daha güçlenmesine hizmet etmektedir. Kürt hareketi içerisinde de Öcalan’la Mandela’yı benzeştirme yönünde söylemlere çokça rastlıyoruz. İtibar kazandıran bir tanım olmadığını belirteyim. Cenazesine başta ABD’nin görevdeki cumhurbaşkanı ve yaşayan tüm cumhurbaşkanları ve AB emperyalizminin ağır topları, tam kadro katılmış ve göz yaşlarıyla uğurlanmıştır.

Benzeri uzlaşmaların en kötüsü Filistin direnişinin Oslo’da yapılan satış anlaşmasıyla gömülmesidir, FKÖ’yü bu günkü ihanet çizgisine getiren bu anlaşma olmuştur. Hemen birçok Latin Amerika ülkesindeki kurulan ve bozulan birçok anlaşma biliyoruz ve bunların çoğunluğu anlaşma sonrası siyasal faaliyete geçen gerilla lider ve komutanlarının seri halde katledilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bu kendi cephemizdeki dünya deneylerimizin gösterdiği gibi bu süreçler çok ağır risklere gebedir. Üstelik bütün bunların hemen hepsi karşılıklı masalar kurularak, birçoğunda üçüncü taraflar olarak, kamuoyuna açık ilan edilerek ve karşılıklı “yasal güvence” denilen evraklar imzalanarak barış kutlamalarıyla bitirilmiş ve ardından burjuva terörü yaşanmıştır. TC ile Abdullah Öcalan arasında başlatılan görüşmelerde bütün bunlar perde arkasındadır. Bu koşulların ve şartların bir dayatma olmadığı ve bu sorunların “al-ver pazarlığı” olmadığı, özgür iradeyle alınan siyasal bir karar olduğu söylenmektedir. Bu konudaki adımları; diasporadaki, diğer Kürdistan parçalarındaki ve Kuzey Kürdistan’daki milyonlara varan örgütlü ve aktif siyasal birikime dayanarak yürütüldüğü ve bir öz güveni kabul edebiliriz ama silah yakma merasimi geriye doğru atılacak son nokta olmalıdır, daha fazla karşılıksız adım atmamalıdır. İki bakımdan; faşist Saray rejimi açısından ipe un serecek, oyalama taktikleriyle uzatacağı gerekçe kalmamıştır, adım atamak zorundadır; oysa o adım atıyor, “terörsüz Türkiye” yaveleriyle faşizmi derinleştirecek adımlar atıyor. Kürt hareketi açısından bu alanda verilecek yeni “avanslar”, Kürt halk kitlelerinde, şovenizme uzak ve Kürt haklarına yakın duran Türkiye ilerici ve demokratik kesimlerinde siyasal bilinç bulanıklığı ve ciddi bir tehdit olan faşist yükselişe karşı uyanıklığı törpüleyen etkiler yaratacaktır.

Erdoğan 12 Temmuz konuşmasında, Türk-Arap-Kürt ittifakının büyük kazandırdığından bahsetti, bugün de rotalarının bu olacağını ilan etti. Kürt hareketinin de Misak-i Milli vurguları var, biliyorsunuz. Yine bu konuşmasında Erdoğan, AKP-MHP-DEM birlikteliği ile bu süreci yürüteceklerini söyledi. Bu konuşmanın ve son sürecin ışığında yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Güneş: Dil diyalektiktir; Erdoğan herhangi bir konuda kazanımdan veya kazanılacaklardan söz ediyorsa biz; işçiler, emekçiler, halklar, devrimciler kaybediyor veya kaybedecek demektir. Yaşam bazı konularda ikiliğe olanak tanımaz; kazan-kazan mantığı en iğrenç burjuva mantığıdır; bizim Erdoğan diktatörüyle ortak kazanacağımız hiçbir şey olamaz. Karşıtlığımız antagonisttir. Bu söylediklerim komünistlerin ilkelerdir ve bu düşmanla görüşme olmaz, el sıkışma olmaz sekterliği değildir. Yaşam, devrimcileri güçlü düşmanlarıyla sayısız defa el sıkışmak zorunluluğuyla karşı karşıya getirmiştir; ama bu ne düşmanı düşman olmaktan çıkarır ne de onlarla taktik zorunluluk dışında hiçbir şekilde aynı karede yer almayız. Düşmanla karşıtlığımız da dildeki düşman tanımına oturmaz, toplumsal gerçekliğin dayattığı sınıfsal bir zorunluluktur. Erdoğan’da Bahçeli’de azgın sınıf düşmanlarımızdır.

Erdoğan Türk-Arap-Kürt ittifakından veya kardeşliğinden bahsettiği her yerde mutlaka kendi çıkarları öndedir ve ilk dönemeçte ittifaklarını da, kardeşlerini de satmaktan çekinmez; Erdoğan İslamcılıktan çok Osmanlı ideolojisine yakındır ve Osmanlı’da oyun (hile) bitmez. Kendi partisinde, İslamcılar içinde, bölgede, emperyalistlerle ilişkilerde başta ülkenin olanakları olmak üzere, bir zamanlar kendi yakınları dahil, herkesi ve her şeyi en kötü biçimde satmıştır ve bu satışlar kendi karşıt açıklamalarıyla kayıt altındadır. Bu anlamda yıllardır şeytanlaştırmak için çırpındığı DEM’le ittifaktan söz ediyorsa çok dikkat etmek gerekir. Bu aşamada bunları dillendirmesi çok açık Trump-Körfez şeyhleri ile Suriye üzerinden kurduğu emperyalistlerle ortaklık içinde tüm bölge halklarının soyulması emellerinin açık edilmesidir.

Görüşmelerin başından beri Erdoğan “terörsüz Türkiye” sözünden başka bir dil kullanmadı ve oyalayarak “çöktürme planıyla” başaramadığını “terörsüz Türkiye” söylemi ve savaş hileleriyle gerçekleştirmek için çırpındığından eminiz. Son söylemleri, bu konuda güveninin yükseldiğini gösteriyor. Bu söylem; Erdoğan’ın AKP-MHP-DEM birlikteliği ile bu süreci yürütecekleri açıklaması, süreç açısından tam zamanında atılmış bir savaş hilesi, savaş taktiğidir ve bunu söyleyerek aynı zamanda içeride faşist saldırılarını azdırmıştır. Yani bu kritik momentte açık bir savaş taktiğidir. Bu momentin kritikliğini ve çelişkisini en doğru olarak KCK Eşbaşkanı Bese Hozat açıklamıştır: “Diyarbakır’da demokrasi, İstanbul’da faşizm olmaz.”

TC açısından “terörsüz Türkiye” Kürt hareketi açısından “barış ve demokratik toplum” açılımı bu haliyle en kritik momenti anlatıyor. AKP-MHP diktatörlüğü tüm muhalefeti en sert saldırılarla ezerken, Kürt Hareketi daha ne kadar, süreç hatırına bu baskıları basın açıklamalarıyla eleştirmekle yetinecek? Çünkü, hem Suriye’deki gelişmeler hem içeride biriken kitlesel öfkenin taşma noktasına varması bir gerçektir ve iktidar, saldırılarıyla bunu daha da kışkırtmaktadır. Kürt Hareketi için daha önce söylediğim “kıldan ince kılıçtan keskin” yürüyüş bu anlamdadır.

Değişik zamanlarda dillendirilen Türk ve Kürt ortaklığıyla bölgede kazançlı çıkma söylemi son derece irite edici bir söylemdir. Biz herhangi bir gerekçeyle Misak-ı Millici yayılmacı eğilimlere prim anlamına gelecek her türlü sözü reddediyoruz. Sözden ileriye bölgede Türk burjuvazisinin imparatorluk ve sömürgecilik geleneğine dayanan yayılmacı eğilimlerini tıpkı; emperyalistlerin bölgemizdeki yayılmacı emellerine nasıl karşıysak, kendi burjuvazimizin sömürgeci emperyal eğilimlerine iki defa daha güçlü hayır diyor ve tereddütsüz emperyalizme karşı mücadele hedeflerimiz arasında görüyoruz.

Her cephede yaşadığımız bu altüst oluş sürecinde kapitalizme ve emperyalizme karşı dövüşenlere ne önerirsiniz?

Mehmet Güneş: Çokça vurguladığım gibi yeni bir dönemdeyiz. Ne geçmişteki gibi kavramları olduğu gibi kullanabiliriz ne de mücadeleyi geçmişteki darlıkta, ulus-devlet sınırları içinde düşünebiliriz. Bu kaçınılmaz olarak Gazze yakın olduğu, Ortadoğu’da olduğu, tarihsel bağlarımız olduğundan dolayı değil aynı zamanda ezilenler dünyasından olduğumuz için Gazze’de biz vuruluyoruz, biz bombardıman altındayız. Biz; yani dünyanın çoğunluğu, tüm emekçiler ve ezilenler bombardıman altında. Dolayısıyla savaş, tüm ezilenler ve devrimciler için ulusal sınırların dışına taşmıştır, bütün kara parçalarında birden savaşıyoruz. Ulusal sınırları aşan bir kavga. Bütün insanlığın emperyalizm ve faşizm karşısında var olma ve yok olma savaşı bütün kıtalarda sürüyor. Dolayısıyla bugün mücadeleyi sınırların ilerisinde enternasyonal alanda kurmalıyız. Dünya sermayesi bilimi, teknolojiyi bütün olanaklarını yeni öldürme araçlarına ayırıyorsa bizlerin de bu alanlarla daha yakından ilgilenmemiz gerekiyor. Bu silahları onlara karşı çevirecek yeteneği, bilinci, gücü kazanmamız gerekiyor. Bunu enternasyonal olarak yapmamız gerekiyor.

Yeryüzünde ezen ve ezilenler mücadelesi başladığından bugüne tarih devrimcileri çokça sınadı; çok kez yenildik, en büyük yenilgilerimiz en keskin ve büyük devrimlerin hazırlayıcısı oldu. Her büyük yenilgiden sonra çok daha güçlü olarak ayağa kalkmayı bildik, çok parlak başarılarla tarihe iz bıraktık, büyük zaferler kazandık, tekrar kazanacağız. Tarihe ve geleceğe ezilenlerin savaşı yön veriyor, daha büyük savaşlara hazırlanıyoruz. Tarih bugünün devrimcilerinin önüne kurucu görevler koyuyor. Bu günler, bu haftalar, önümüzdeki günler çok çok hayati. Hiç beklenmedik saldırılara her türlü sürpriz adımlara hazır olun. Her türlü zorluğa hazır olun. Bugünlerde vereceğimiz kavgalarla evrensel olarak geleceğin köprüsü kuruluyor; bu görevleri başarmadan bu imtihanı kazanamayız ve kaybedersek çok ağır kaybedeceğiz. Dönem tüm dünya komünist ve devrimcileri için, büyük ve acımasız saldırılara karşı büyük hazırlıklar yapma, büyük düşmana karşı iddialı taarruz planlama vaktidir. Yeryüzünün her ülkesi, her şehri, kasabası, köyü, sokağı birleşik mücadelenin, enternasyonal savaşın alanlarıdır.

Dünya komünistlerine bir haller oldu. Devrimciler de genel dayanışmacı ve savunmacı politik konumlarını değiştirmeli; yeni dönemin kurucu gücü olmak, savunmadan burjuva iktidarları yıkmak için taarruz bilincine geçmeleri gerekiyor. Sovyetler ve sosyalist ülkeler, kapitalizmle barış içinde rekabet temelinde devrimleri unuttuğu dönemde, dünya Marksist hareketini Avrupa veya batı Marksizmi belirler hale geldi. Dünyanın yanan, yakılan yerlerinden politik katkılar olsa da teoriyi yeni koşullarda geliştiren teorik sıçrama çıkmadı, teori devrimsiz Avrupa’ya hapsoldu. Bu Avrupa’nın refah dönemine denk geliyordu ve uzun refah dönemi solculuğu dünya devrimcilerinin zihinlerini darmaduman etmiştir. Bu 20. yüzyılda dondurulan Marksizmdir. 20. yüzyılın körlüğü, hafızasızlığı hâlâ geniş kesimlerde devam ediyor. Gazze’de yaşananların yeryüzünde kıran kırana süren sınıflar savaşıyla bağını kuramayanlar 20. yüzyılda kalanlardır.

Dünyanın her yerinde süren kanlı çatışmalar, başlayacak çok çetin mücadeleleri işaret ediyor. Gazze, Beyrut, Suriye, Rojava’da yaşananlar, bunlar daha başlangıç. Artık dışarıda, içeride değil, tüm yeryüzünde müşterek savaş ve savunma hatları zamanındayız. Gazze, Beyrut, Rojava kapımıza dayanmışsa artık şimdiye kadarki, konforlu siyasal yaşamlarımız devam edemez. Yeryüzünün her karış toprağı, denizleri, havası mücadele alanıdır artık. Gazze, Beyrut, Rojava; buralardan üzerimize dönük tüm ölüm kusan, öldürücü silahlara hazır olmalı; herkes yeteneğine göre yeni teknolojilerle, mühendislik bilgileriyle, silahla, istihbaratla, medya ile daha yakından ilgilenmeliyiz. Her komünist devrimci bulunduğu yerde gözü kara direnişin militanları olmaya hazırlanmalıdır. İnsanların yaşam alanlarında mücadele ve direnç hatları kuralım. Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya; tüm ülkelere kadar, bilgimizi, direncimizi, olanaklarımızı ve güçlerimizi birleştirip büyük bir uluslararası dayanışma seferberliği başlatalım.

Son söz olarak buraya kadar söylediklerimizden karamsar olduğumuz anlaşılmamalı. Zorlu bir tarihte yürüyoruz ama asla karamsar değiliz. Emperyalist işgalciler, faşist diktatörlükler yıllardır işgal, ilhak, etnik soykırım üzerinden ülkeleri yakıyorlar, yıkıyorlar ama yeni ve kalıcı bir gelecek inşa edemiyorlar. Tersine daha şiddetli ve büyük savaş ve soykırımların kapısını açıyorlar. Ama soykırım ve etnik temizlik üzerinden bir dünya inşa edilemeyeceğini Trump da, Netanyahu da, Tayyip de öğrenecek. Bu dünya, onları da terbiye etmeyi bilecek. Şimdi, zaferleri üzerinden zil takıp oynayan dünya kabadayıları Netenyahu ve Trump da yolun sonuna geldiklerini anlayacaklar. Doğada olduğu gibi tolpumda da aşırı gerilme, değişik sonuçlar doğurur. Madde ve toplum aşırı zorlanınca kritik momenti aşar; bu sınırdır, toplumda kitlesel patlamalar yaşanır, maddede belli bir kritik kütleyi aştıktan sonra, madde kendi ağırlığı altında çöker. Kapitalist uygarlık kendi içine çöküyor. Marks’ın benzeri koşullarda söylediği bir sözle bitirelim: “Şimdi’den umutsuz değilsem, bunun nedeni şimdi’nin oldukça umutsuz koşullarının bana umut vermesidir.”


Kaynak: Komün Gücü