Ayrıntıda kıyamet koparken genel fotoğrafta fazla bir değişiklik yok. Apocu çizgi ile TC devleti arasında başlatılan süreç, özellikle Öcalan ve PKK’nin tek taraflı bazı adımlarıyla sürüyor gibi görünüyorsa da henüz karşılığında somut bir adım atılmadı. Hatırlatalım; PKK 12. kongresini yaparak kendisini feshetti ve Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bitirme kararı aldı. Akabinde samimiyetinin bir kanıtı olarak KCK, en üst düzeyde bir katılımla, eş başkan Bese Hozat’ın aralarında olduğu bir grup gerillayla birlikte silahlarını yaktı. Öcalan Türkiye siyasetinde oyun kurucu bir özne olurken, bu süreci bir parti ile değil, devletle yürüttüğüne özellikle vurgu yapıyor. TC. açısından baktığımızda ve “süreç” başladığı günden bugüne kadar incelendiğinde, Bahçeli’nin MHP adına değil, devlet adına, onun sözcüsü gibi konuştuğu görülecektir. Özel CHP’si ise süreç başlar başlamaz açık ve net olarak adını “Kürt sorunu” olarak koyup desteklediğini bildirmişti. Bugüne kadar da birçok vesileyle bu konudaki tavırlarını olumlu yönde açıklamaya devam ettiler. Son olarak 12 Temmuz’da yaptığı açıklama dahil, ilk başladığı günden bugüne sürece en mesafeli yaklaşan ise Erdoğan’dır.
Gelinen aşamada, partilerden bağımsız olarak onlarca yıldır süren bu savaşın bitmesi, Kürt halkıyla bir uzlaşmanın gerçekleşmesi, Türkiye egemen güçlerine Orta-doğuda ciddi ekonomi-politik olanaklar sunabilir. Siyaseten hareket alanını genişletirken, bölgeye yönelik uluslararası denklemdeki konumunda bugünkünden daha etkili olmasını sağlayabilir. Bahçeli’nin sürece ilişkin çıkışı ve ısrarla sözünün arkasında durması, CHP’nin ilk andan itibaren açık destekleyici tutum alması ve Erdoğan’ın açıktan karşı çıkmaması tamtamına bu nedenledir. Türkiye’de egemen güçlerin belirleyici bir bölümü artık Kürt sorunun barışçıl ve demokratik bir yolla çözüm sürecine girmesini kendi çıkarına görüyor. Mevcut egemen sistem içinde ekonomi-politik olarak atacağınız her adım belli riskleri almayı gerektirir. Bölgede bütün dengelerin bozulduğu koşullarda bu riskleri almaktan başka çarelerinin olmadığı da söylenebilir. Öcalan söylemleri ve PKK’nin pratik adımlarıyla bu eğilimi cesaretlendirmeye çalışıyor. Diğer taraftan Öcalan’ın attığı politik, pratik adımlarla ciddi riskler aldığı açıktır.
Tam da bu nedenle yürütülmekte olan “süreç” için Erdoğan iktidarının temsil ettiği devletin attığı tek somut bir adım yok. Aslında Erdoğan bu durumu zamana yaymak, kendisi için uygun koşulları gördüğünde de “süreci” bitirmek istiyor. Bu sürece kerhen evet diyor. Diğer taraftan başlayan bu süreci kendi iktidarının devamı için bir kaldıraç yapmak istiyor. Başından itibaren sürece mesafeli durmakla beraber egemen sınıfların çıkarı ve devletin en temel güvenlik kaygıları nedeniyle bu süreci sahiplenmek zorunda kaldı. Özellikle Suriye’de SDG’nin oynadığı rol, Erdoğan-Bahçeli iktidarını Öcalan’ın ayağına götürdü. PKK’nin kendini feshetmesi ve Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son vermesinin esas nedeni, Batı Kürdistanı içine alan Kuzey Doğu Suriye’deki kazanımların korunmasıydı. Şimdi Türkiye’de bu sürecin nasıl ilerleyeceği Suriye’deki gelişmelerle ve Rojava’nın geleceğiyle yakından ilgilidir.
Suriye’de yaşanan son gelişmeler
Erdoğan zamana yayarak bölgede de işlerin istediği yönde gelişmesini ve SDG’nin sıkışmasını ya da sıkıştırılmasını bekliyor. Bu konuda ABD politikaları ile uyum içinde oldukları söylenebilir. Son olarak ABD’nin Ankara büyükelçisi ve Suriye temsilcisi Tom Barrack’ın Türkiye için en iyisinin “Osmanlı Millet Sistemi” olduğunu söylemesi, devamında da Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların içine yer alacağı “ümmet toplumu” anlayışını ortaya koyması da bu minvaldedir. Aynı şekilde Öcalan-TC görüşmeleri ile Colani-Mazlum Abdi görüşmeleri arasında bir eş zamanlılık olduğu da açıktır. Tom Barrack, yalnızca Suriye’nin değil bütün bir bölgenin sömürge valisi konumunda hareket eden biri olarak, Suriye’de “tek millet, tek devlet, tek ordu” düzeninin kurulacağını ve SDG’nin de buna tabi olması gerektiğini belirtti. Hatta bir sonraki konuşmasında, kimseye özerklik sözü vermediklerini belirterek, SDG’nin Şam hükümetiyle anlaşarak merkezi sisteme dahil olmaması halinde, HTŞ ile hatta Türkiye ile sorun yaşayabileceği tehdidinde bulundu.
ABD’nin Suriye’ye yönelik ambargoyu kaldırması ve körfez sermayesine yol açarak, HTŞ’yi terör örgütü listesinden çıkarması ve Colani’ye övgüler dizmesi, yabancı cihatçıların vatandaşlığını kabul ederek orduya dahil edilmelerini sağlaması, geleceğe dair yönelimlerini ortaya koymaktadır. Özellikle SDG’nin meşruiyetinin temelini oluşturan IŞİD’e karşı mücadele sonrasında IŞİD’lilerin kontrol ve denetiminin son süreçte SDG’den alınarak HTŞ’ye verilmesi önemlidir. ABD ve Batılı emperyalist güçler, SDG’nin etkisini azaltıp gücünü zayıflatırken HTŞ’yi güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Nitekim SDG ile HTŞ arasında mart ayında yapılan anlaşmaya uyulmaması ve yakın zamanda tarafların ABD ve Fransa gözlemciliğinde yaptıkları görüşmede önceki anlaşmanın yeni bir aşamaya taşınamaması Rojava’da gerginliğe neden oldu.
Sonuç olarak, Suriye’de yaşanacak olan bütün olumsuz gelişmeler büyük mücadelelerle elde edilen kazanımların tehlikeye girmesiyle sınırlı olmayacak biçimde, Türkiye’deki süreci de doğrudan etkileyecektir. Zaten bu sürecin makul sonucuna ulaşması, özellikle ABD’nin ve AB’nin hiç işine gelmez. Çünkü kendi içinde en ciddi etnik ve dinsel kimlik temelli sorunlarını çözmüş bir Türkiye, bölge siyasetinde istedikleri çizgiyi kolayca dayatıp kabul ettirebilecekleri bir ülke olmaktan çıkabilir. ABD ve AB’ nin bu kaygısı, Erdoğan’ın iktidarı kaybetme kaygısıyla aynı noktada birleşiyor. Bu nedenle bile sürecin önündeki başat engellerden birinin Erdoğan olduğu söylenebilir ki, Erdoğan’ın 12 Temmuz açıklamasının anlamı da budur.
Türkiye’de süreç nasıl ilerliyor
Nitekim AKP-MHP iktidarının, tarafların ortak bir ad koyamadığı süreçle eş zamanlı olarak muhalefeti bölmeye yönelik hamlelere girişmesi ve “kent uzlaşısı” temelinde Esenyurt belediyesinden başlayarak CHP’ye kapsamlı operasyonlar yürütmesi de bu nedenledir. Halen sürmekte olan operasyonların ilk belirleyici nedeni, başlatılan sürecin pozitif politik sonuçlarını toplayıp Erdoğan iktidarının devamını sağlamaktır. Erdoğan’ın 12 Temmuz açıklamasında AKP-MHP iktidarının yanına DEM parti’yi “yedekleyerek” süreci ilerleteceklerini açıklaması, CHP operasyonlarının amacını açıklıyor.
Diğer taraftan Esenyurt Belediyesi, sonrasında İstanbul Büyükşehir ve İmamoğlu operasyonu ile devam eden gelişmeler ve başkaca illerde devam eden operasyonlar, bu sürecin kamuoyunda yetirince tartışılmasının önünde engel oluyor. İkincisi, bu hem CHP’ye hem de sürece yönelik bir operasyondur. Öcalan İmralı heyeti ile görüşmelerinde ısrarla CHP’nin kesinlikle sürece dahil edilmesinden bahsederken, CHP’ye yönelik sürekli operasyonlar yapılması başka nasıl anlaşılabilir. Bu gelişmeler sürecin boşa çıkarılması yönünde atılmış en ciddi hamledir. Bugün Türkiye toplumunun en büyük bölümü CHP belediyelerine ve partiye dönük operasyonları tartışıyor. Ancak yürütülen süreç bütün çabalara rağmen toplumun gündeminde gereken ilgiye mazhar olamıyor.
Dem Parti, CHP operasyonlarını aynı zamanda “sürece” yönelik bir hamle ve süreci boşa çıkarma operasyonu olarak değerlendirmiyor ne yazık ki. Demokratik değerler ve ilkeler nedeniyle yapılanlara siyaseten karşı çıkmasına rağmen, buna uygun, özgün ve etkili bir tavır alış içinde olmuyor. Oysa operasyonların en belirgin hedefi; “kent uzlaşısı” yapılan şehirlerdi ve buralardan başlayarak hem belediye kaynaklarına el koyma hem de muhalefeti bölüp parçalama amacıyla CHP’ye yöneldiler. Bunlara karşı “demokratik toplum ve barış” kampanyası çerçevesinde etkili bir pratik sergilenebilirdi, olmadı. Ancak sadece kapalı salon toplantılarında, meclis grubu toplantılarında ya da tv programlarında; operasyonlara karşı olunduğu, son verilmesi, tutuksuz yargılama yapılması, kayyumcu zihniyete son verilmesi içerikli konuşmalarla yetinilmektedir.
Oysaki silahlı mücadelenin sonlandırılması, mücadelenin daha çok demokratik siyaset alanında yürütülmesi gerekliliğini ortaya koyar. Bu aynı zamanda açık alanda yürütülecek barışçıl demokratik araçların daha etkili kılınarak ciddi bir duruş alınmasını gerektirir. Dem Parti’nin pratiğinde bunu göremiyoruz. Oysa CHP operasyonlarının durması ve sürecin ilerlemesi birbirine çok bağlıdır. “Barış ve demokratik toplum” diyenler, CHP operasyonlarını hem barışa hem demokratik topluma bir saldırı olarak algılamak zorundadır.
Bundan sonraki süreçte mücadele nasıl yürüyecek
Kabul etmek gerekir ki son dönemde yaşanan gelişmelerin doğal bir sonucu olarak, Türkiye toplumu bugün çok daha siyasete ilgili hale geldi. Böylesi bir süreçte Dem Parti dışında sol, sosyalist ve devrimci güçler ya tamamen eylemsiz durumda ya da CHP’nin kanalına su taşıyan bir pratik içindedir. Bu güçler ne yazık ki özgün ve kendisini siyasal özne yapacak politik çizgi, duruş ve eylem içinde değil. Türkiye ve bölgedeki muhtemel gelişmeleri öngörmekte sorun yaşıyorlar. Diğer taraftan Türkiye halklarının yaşadığı sorunlara karşı duruş ve eylem geliştirmekte ise tamamen tıkanıklık yaşanıyor. Siyasal kabızlık ve eylemsizlik krizi yaşanıyor. Niyetlerden bağımsız bu durum egemen güçlerin değirmenine su taşımaktır.
Türkiye toplumunun ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları zaten biliniyor. Kapitalizmin yapısal karakteri itibariyle Türkiye kapitalizmi çok yönlü bir kriz yaşıyor. Toplumsal sorunların derinliği nedeniyle sistemle halklar arasında çatışmalı durum devam edecektir. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin son içine girdiği süreç, sınıf ve kimlik temelli mücadelede, devrimsel konaktan evrimsel konağa geçmeye çalıştığını gösteriyor. Türkiye solu ise maalesef ki devrimsel sürece cevap verebilecek öznel bir güç değil. Onlarca yıldır TDH devrimsel bir mücadele çizgisi sürdürmeye çalışsa da buna uygun bir mücadele geliştiremedi. Dolayısıyla verili koşullar Türkiye Devrimci Hareketi’ni (TDH) niyetinden bağımsız, evrimsel konağa göre bir mücadele çizgisine zorlayabilir. Her ne kadar yaşanacak muhtemel gelişmeler giderek sertleşecek ve dönemin koşullarına göre hareket etmek zorunda bırakabilecekse de döneme cevap olacak pratikleri geliştirebilecek durumda değil.
Ancak özellikle Suriye’de yaşanan son gelişmeler ve Rojava’daki kazanımların tehlikeye girmesinin sürece olumsuz etkileri Türkiye’de de yaşanacaktır. TDH meşru ve demokratik yeni mücadele araçları ve eylem çizgisiyle özgün ve bağımsız duruşunu geliştirmeye çalışırken, böylesi bir sürece de hazırlıklı olmalıdır. TDH’nin bileşenleri, geçmişten bugüne yaratmaya çalıştıkları birleşik mücadele çizgisine uygun birliktelikler yaratarak antifaşist nitelikte bir demokratik cephe ihtiyacına karşılık verebilir.
Ayrıca bundan sonraki dönemde hak ve özgürlük temelli eylemlerle sınırlı olmayacak biçimde, işçi sınıfı ve emekçileri ve onların taleplerini de içine alan daha geniş kitlesel eylemlilikler örgütlenmek zorundadır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz de göz önüne alınarak geniş halk kitlelerinin taleplerini önceleyen siyasal, eylemsel duruş geliştirilebilir. Toplumun bütün ezilen kesimlerini içine katmaya çalışan, mekân ve ortamlar dikkate alınarak kitlelerin kollektif iradesini açığa çıkartan, söz ve karar sürecine olabilecek en geniş katılımı sağlayan bir çizgi izlenmelidir. Bugün egemen siyaset karşısında çok etkili olunamasa da önümüzdeki dönem yaşanacak gelişmelere emekçi kitleleri hazırlamak için önemli bir yol katedilebilir. Öncelikli ve zaman kaybedilmeden atılması gereken pratik duruş bu olmakla beraber, Ortadoğudaki tehlikeli gidişat nedeniyle, buradaki sürecin de tehlikeye girebileceğini dikkate alarak her şeye hazırlıklı olmak gerektiği de açıktır.
Kamil Yıldız
17.07.2025