Savaşın, yoksulluğun ve baskının işçi sınıfını ve halkları kasıp kavurduğu bir dünyada, devrimci ve sosyalist güçler arasındaki bağların güçlendirilmesi her zamankinden daha acil bir ihtiyaçtır. İranlı komünistlerle kurulan aktif ilişkilerin sadece bölgesel savaşlara karşı etkin bir dayanışma açısından değil, aynı zamanda proletaryanın enternasyonalist birliğini güçlendirmek açısından da kilit bir rol oynadığına inanıyoruz.
Güvenlik sebebiyle gerçek isimlerini saklı tuttuğumuz, komünist yazarlar kolektifi adına Moon Rush ile yaptığımız röportajla, İran’daki mevcut durumun net bir tablosunu çizmek, devrimci güçlerin savaşa ve baskıya verdiği tepkileri anlamak ve sınıf mücadelesi ile sosyalist hareketin önündeki olanakları değerlendirmek istedik.
I- Savaşı İran topraklarında deneyimlediniz. Bu savaş büyük ölçüde hava saldırıları şeklinde gerçekleşti ve İsrail, askeri hedeflerle sivil yerleşimleri ayırt etmeksizin, altyapıları ve konut alanlarını hedef aldı. Bu koşullarda, komünist güçler, devletin resmi yapısından bağımsız olarak, sivil alanlarda herhangi bir direniş, öz savunma veya halk dayanışması biçimini örgütleyebildi mi? Halk, yerleşim yerlerinin, altyapıların ve fabrikaların yıkımına nasıl tepki verdi?
M.R: Siyonist rejimin savaş uçaklarıyla İran topraklarına gerçekleştirdiği son saldırılar, emperyalist ve gerici savaşların yıkıcı yüzünü bir kez daha açıkça ortaya koydu. Askerî altyapıların, sivil mahallelerin ve hatta fabrikaların hiçbir ayrım gözetilmeksizin hedef alınması, savaşların her zaman ilk kurbanının işçi sınıfı ve emekçi halklar olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu tür savaşlar kurtuluş amacıyla değil, sermaye blokları arasındaki bölgesel ve küresel rekabetin bir uzantısı olarak yürütülmektedir. Böylesi bir tabloda, devrimci komünist güçlerin halk tabanında örgütlenerek aktif bir direniş inşa etmesi stratejik açıdan elzem olsa da, İran’daki siyasi baskı, yoğun devlet terörü ve devrimci güçlerin dağınık yapısı gibi somut gerçeklikleri de dikkate almak gerekir.
Baskı ve güvenlikçi atmosferin hüküm sürdüğü bu ortamda, tabandan gelen ve sınırlı kalan dayanışma ve direniş çabaları oluştu. Bombardıman altındaki bazı şehirlerde ve kenar mahallelerde, sol görüşlü aktivistler ile öğrenci, işçi ve bağımsız eylemci ağları; ilk yardım malzemeleri dağıtımı, güvenli iletişim kanallarının oluşturulması ve halkın yaşadıklarını belgeleyerek yayma gibi girişimlerde bulundular.
Her ne kadar bu eylemler küçük ölçekli ve dağınık olsa da, devrimci Marksistlerin her zaman önemini vurguladığı konsey tipi ve öz örgütlenmeye dayalı direnişin tohumları olarak değerlendirilebilir.
Devlet ise her zamanki gibi önceliği halkı korumaya değil, askerî ve güvenlik altyapılarını korumaya verdi. Medya üzerinden yürütülen yalan propagandayla savaşın yıkıcı boyutlarını gizlemeye çalıştı. Bu durum, özellikle ağır hasar gören bölgelerde halkın büyük tepkisini çekti.
Toplumun tepkisi çok katmanlıydı:
• Yoksul ve işçi mahallelerinde halk, devletin yokluğunda kendi öz savunmalarını örgütlemeye çalıştı.
• Sosyal medya üzerinden çok sayıda kişi hem Siyonist-faşist rejime hem de İran’daki gerici iktidara karşı öfke ve güvensizliklerini dile getirdi.
• Aydınlar ve politik eylemciler arasında ise, bu savaşın iki tarafına da mesafeli, bağımsız ve alternatif analizler üretme çabaları öne çıktı.
Ancak eksik olan şey, yerel konseyler ya da halk tabanlı işçi sendikaları gibi bu direnişleri kalıcı ve etkili biçimde yönlendirecek örgütlü bir yapının olmayışıydı. Bu eksiklik, önceden örgütlenmemiş bir direnişin her zaman yalnızlaşma, bastırılma veya egemen güçlerce manipülasyon tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.
Bir devrimci Marksist perspektiften bakıldığında, bu tür durumlar sadece savunma anları değil; aynı zamanda savaşın her iki kutbuna karşı sınıfsal bir alternatifi öne çıkarma fırsatlarıdır. Bizler ne çocuk katili siyonist-faşist rejimle ne de İran’daki gerici iktidarla aynı saftayız.
Bizim tek bağlılığımız, bombalar altında ve yıkımın ortasında hâlâ emek gücünü satmak zorunda kalan ezilen ve sömürülen halkadır.
Bu nedenle, devrimci görevimiz; halkın öz direniş çekirdeklerini güçlendirmek, savaşa karşı verilen mücadeleyi yoksulluğa ve despotizme karşı verilen mücadeleyle birleştirmek ve gelecekte halkı devrim yolunda yönlendirecek yapılar inşa etmektir.
II. İran işçi sınıfı, direniş ve mücadele bakımından köklü bir tarihe sahiptir; grevlerden üretim birimlerinde örgütlenmeye kadar. Son yıllarda da, özellikle Jîna (Mahsa) Emînî’nin katledilmesinin ardından, yoksulların ve emekçilerin belirgin bir rol oynadığı isyanlara tanık olduk. Mevcut siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullar göz önüne alındığında, kitlelerin yeniden örgütlü ve ülke çapında bir direniş dönemine girmesi mümkün mü? Bu tabloda sol ve komünist güçler ne tür bir rol oynayabilir?
M.R: Bu soruya verilecek yanıt, soyut bir öngörü değil; toplumsal çelişkiler ve işçi sınıfının mevcut kapasitesi temelinde bir çözümleme olmalıdır. İran işçi sınıfı, on yıllardır ülkenin yakın tarihindeki birçok dönüm noktasında başat rol oynamıştır. 1920’lerden 1970’lere uzanan yaygın grev dalgaları Şah diktatörlüğünü zayıflatmış; 1979 Devrimi sonrası işçi şuraları deneyimi ve son yıllardaki dağınık ama ısrarlı grevler bu tarihsel birikimin parçalarıdır. Bu geçmiş,derin bir direniş kapasitesine işaret eder ki bu potansiyel, Aralık 2017 ve Kasım 2019 ayaklanmalarında ya da Jîna’nın katledilmesinden sonra ortaya çıkan halk hareketinde yeniden ve farklı bileşimlerle kendini göstermiştir: sınıfsal, cinsiyet temelli ve siyasal baskılara karşı birleşik bir tepki olarak.
Ancak şunu da açıkça söylemek gerekir: Bugün içinde bulunduğumuz durum, her ne kadar çelişkilerle ve potansiyelle dolu olsa da, son derece karmaşık ve zorludur. Bir yanda yaygın yoksulluk, tarihi (daha önce görülmemiş) boyutlara ulaşmış enflasyon, özelleştirme politikaları ve yoğun baskı mekanizmaları kitleleri patlama noktasına getirmiştir; öte yanda ise sınıfsal anlamda örgütlü yapılar ya hiç mevcut değildir ya da bastırılmış ve dağınık durumdadır. İşçi hareketi büyük ölçüde sendikal konseyler çerçevesinde sınırlı kalmakta; sosyalist siyasal bir ufukla stratejik bir bağ kuramamaktadır. Her toplumsal patlamada, köklü örgütlenmelerin ve devrimci bir programın yokluğunda bu hareketler ya hızla bastırılmakta ya da etkisiz ve zararsız kanallara yönlendirilmektedir.
Ama hikâye burada bitmiyor. Bütün bu geri çekilişlerin gerisinde, biriken deneyimler ve dersler var. Öğretmen sendikaları gibi yatay yapılar etrafında gelişen “Koordinasyon Konseyleri”nin oluşumu ya da Huzistan’daki işçi grevlerinin genel halk talepleriyle kesişmesi gibi örnekler, kolektif bilinç ve eylem kapasitesinin yavaş yavaş inşa edilmekte olduğunu gösteriyor.
Asıl soru şudur: Bu sosyal enerji örgütlü ve ülke çapında devrimci bir direnişe dönüşebilir mi?
Sol ve komünist güçlerin rolü, bu noktada belirleyici olabilir – ama sadece şu koşulla: Eğer kendilerini salt anlatıcı veya propaganda yapan bir pozisyondan çıkarıp, “aşağıdan sınıf örgütlülüğünü yeniden inşa etme sürecine” aktif olarak dahil ederlerse. Bu, solun kendini bir “önder” olarak değil, işçi sınıfının bir parçası olarak konumlandırması anlamına gelir. Yerel mücadelelere fiilen katılmak, siyasal eğitim vermek, ekonomik mücadeleleri devrimci bir perspektifle birleştirmek, işyerlerinde ve yaşam alanlarında yarı-gizli ya da gizli hücreler oluşturmak, cinsiyet ve etnik temelli mücadelelerle kalıcı ittifaklar kurmak – bunların hepsi solun acil ve temel görevleri arasındadır.
Örgütlü ve ülke çapında bir direniş, ancak günlük mücadelelerin stratejik bir devrim ufkuna bağlanmasıyla mümkündür. İşçilerin, öğretmenlerin, hemşirelerin, kadınların, işsizlerin, etnik ve göçmen azınlıkların dağınık mücadeleleri birbirine bağlanmadığı sürece, İslami sermaye diktatörlüğü bu direnişleri bastırma, manipüle etme ya da bölme yeteneğini korumaya devam edecektir.
Açıkça söyleyelim: Kitlelerin örgütlü direniş sürecine girmesi ihtimali vardır – ancak bu, devrimci komünist güçlerin aktif ve sorumlu mücadelesi olmadan sadece tekrar eden ve sönümlenen öfke patlamaları olarak kalacaktır. Gelecek ne krizden kendiliğinden doğar, ne de bir tweet, bir Facebook paylaşımı veya bir bildiriyle şekillenir. Gelecek, işçileri ve ezilenleri iktidara hazırlayan ağların inşasından geçer.
III. ABD emperyalizmi, “demokrasi”, “terörle mücadele” ya da “nükleer tehdit” gibi gerekçelerle bölgedeki ülkelere defalarca doğrudan ya da dolaylı saldırılarda bulundu. Suriye örneği bu senaryoların en çarpıcı örneklerinden biridir: Esad yönetimi devrildi ama yeni iktidar, emperyalist çıkarlara bağlı rejimlere bırakıldı. İran ile İsrail arasında yaşanan son savaşta da benzer bir emperyalist projenin devrede olduğu görülüyor. Avrupa’daki monarşist gruplar bu savaşı büyük bir sevinçle karşıladılar. Oysa biz biliyoruz ki, siyasal iktidar işçi sınıfı ve halkların eline geçmediği sürece hiçbir alternatif, işçi sınıfı ve halkın gerçek çıkarlarını temsil edemez. İranlı komünistlerin bu konudaki değerlendirmesi nedir?
M.R: Son on iki gün boyunca yaşanan savaş bağlamındaki değerlendirme, ancak küresel kapitalizmin temel çelişkileri, emperyalizmin rolü ve içsel gericiliğin niteliği çerçevesinde anlam kazanır. ABD, küresel kapitalizmin başat gücü olarak onlarca yıldır “demokrasi”, “insan hakları” ya da “terörle mücadele” gibi gerekçelerle Ortadoğu’ya siyasi ve askerî saldırılarda bulunmaktadır. Oysa bu saldırıların gerçek amacı, halkları kurtarmak değil; küresel sermaye düzeninin hegemonyasını sürdürmek, enerji kaynaklarını ve stratejik ulaşım yollarını kontrol etmek ve bölgesel müttefiklerinin –özellikle Siyonist rejim ve Körfez monarşileri– güvenliğini sağlamaktır.
Suriye, Libya, Afganistan, Irak ve hatta Lübnan; bu saldırıların her defasında toplumsal yapının çökmesine, uzun süreli yıpratıcı iç savaşlara ve bağımlı, işlevsiz rejimlerin inşa edilmesine yol açtığını göstermektedir. Emperyalizm, devrimci alternatiflerin zayıflığı ve halk mücadelelerinin bastırılmış, parçalanmış oluşundan yararlanarak projelerini hayata geçirmiştir.
Ancak şunu da unutmamak gerekir: Eğer devrimci, köklü ve halkçı bir alternatif yoksa, gerici rejimlerin çöküşü sadece iktidarın aynı egemen sınıfın başka bir fraksiyonuna –belki görünüşte daha liberal ama yine küresel sermayeye sadık– devredilmesiyle sonuçlanır. Son savaşta da aynı mantığın tekrarlandığını görüyoruz: Askeri gerilim, medya manipülasyonu, ekonomik baskılar ve nihayetinde, halkı hiçbir zaman temsil etmeyen güçlerin sahneye çıkışı.
Sürgündeki burjuvazinin ve Batı’ya bağımlı kesimlerin parçası olan monarşistlerin bu savaşı coşkuyla selamlamaları, eğer fırsat geçerse, emperyalist projeyi İran’da yeni bir yüzle yeniden hayata geçirmeye hazır olduklarını açıkça göstermektedir.
Ama burada asıl vurgulanması gereken şudur:
1. Ne İran İslam Cumhuriyeti, ne Siyonist-faşist İsrail rejimi, ne de Batılı emperyalist güçler ve onların bölgesel müttefikleri halkın kurtuluşunu temsil edebilir.
2. İşçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmediği her durumda, öne sürülen her “alternatif”, eninde sonunda kapitalist tahakkümün, otoriterliğin ve bağımlılığın yeniden üretimine hizmet eder.
3. Yalnızca örgütlü bir sınıf hareketi –emperyalizme karşı olduğu kadar sermaye devletlerine karşı da olan– gerçek bir kurtuluş programı sunabilir; öyle bir program ki hem dış saldırılara karşı mücadele eder, hem de içerdeki baskı, yolsuzluk, ayrımcılık ve eşitsizlikle yüzleşir.
Dolayısıyla, İran ve işgal altındaki topraklardaki egemen güçler, her ikisi de gerici projeler yürütmektedir. Bu duruma verilecek yanıt, birini diğerine tercih etmek değil; üçüncü bir seçeneği, yani örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı alternatifini inşa etmektir. Öyle bir alternatif ki, aşağıdan –her iki emperyalist ve gerici bloktan bağımsız olarak– gerçek bir kurtuluş geleceği kurabilecek güçte olsun. Devrimci sol, bu üçüncü gücü sabırla, örgütlü bir çalışmayla ve halkla gündelik bağlar kurarak inşa etmelidir –uzak bir gelecekte değil, tam da bu kriz anlarında ve bu savaşın ortasında.
IV. Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, nükleer faaliyetler gibi konuları sık sık bağımsız ülkelere emperyalist saldırı için bahane olarak kullanmıştır. Ancak savaşların gerçek yönünü belirleyen temel ekonomik ve siyasal çıkarlardır: enerji kaynakları, stratejik ulaşım yolları, yeni pazarlara erişim ve nüfuz alanlarının kontrolü. Sizce İran’ın son yıllarda geçirdiği ekonomik dönüşüm nedir ve İran’ın ABD-AB ekseni dışındaki bloklarla –özellikle Çin, Rusya ve Doğu ekseniyle– kurduğu ekonomik ilişkiler bu gerici savaşın denkleminde nasıl bir rol oynamaktadır?
M.R: Bugün “ulusal çıkarlar” adıyla pazarlanan şeyler, esasen egemen sınıfın belirli kliklerinin ve iktidarla iç içe geçmiş burjuvazinin doğrudan ekonomik çıkarlarının bir yansımasıdır. İran’da ekonomik yapı, özellikle ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesi ve yaptırımların yeniden devreye girmesinden sonra, niteliksel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşüm, ekonomik gücün giderek daha fazla şekilde bir güvenlik-bürokratik blokunun elinde toplanması ve dışa bağımlılığın derinleşmesi yönünde olmuştur. Bu sürece “içsel rantçı neoliberalizm” diyebiliriz; mafyatik özelleştirmeler, askerî-güvenlik tekeller, kamusal refahın sistematik tahribi ve Batı’ya karşı “alternatif” olarak Doğu blokuyla kurulan ilişkilere artan bir yönelme.
Bu çerçevede Çin ve Rusya, ne eşit ortaklardır ne de anti-emperyalist güçler. Aksine, kendilerine özgü yöntemlerle hareket eden emperyalist aktörlerdir: kaynakları kontrol etme, sömürücü krediler sunma, uzun vadeli ama şeffaf olmayan anlaşmalar yapma ve İran iç pazarına erişim sağlama gibi araçlarla İran’la ilişkilerini sürdürmektedirler. Bu durumun en bariz örneği, 25 yıllık Çin anlaşmasıdır: enerji kaynaklarına, limanlara ve kritik altyapılara Çin şirketlerinin sınırsız erişimini içeren ama kamuoyuna açıklanmayan bu anlaşma, İran ekonomisinin Doğu’ya bağımlı hâle geldiğinin somut göstergesidir.
İran’ın egemen sınıfı da bu ilişkileri Batı yaptırımları karşısında rejimin bekasını güvence altına alacak bir araç olarak kullanmaktadır. Ancak bu yönelimin işçi sınıfı ve emekçiler açısından hiçbir kazanım getirmediği açıktır. Gerçekte, İran ekonomisi son yıllarda Batı’ya yarı-bağımlı bir konumdan, Doğu’ya yarı-bağımlı bir konuma evrilmiş; ancak bu bağımlılık ilişkisinin sınıfsal özü hiç değişmemiştir. Resmî söylemlerde “Doğu’ya yöneliş” bir direniş biçimi gibi sunulsa da, bu aslında küresel kapitalist çelişkiler içinde bağımlılığın yeniden dağıtımından başka bir şey değildir.
Unutmamak gerekir ki, Çin ve Rusya da tıpkı ABD ve AB gibi işçi hareketlerini bastırmak, çevreyi talan etmek ve dış pazarları denetlemekle ilgilenen sermaye-devletleridir. Bu nedenle son savaşta da İran, bağımsız bir anti-emperyalist güç olarak değil, küresel kapitalizmin Doğu kanadında yer alan bir piyon olarak hareket etmektedir. Rusya’yla yapılan askerî ve istihbarat anlaşmaları, Çin’le geliştirilen ekonomik koordinasyonlar ve bu ülkelerin İran’daki enerji, maden ve ulaşım altyapısında gittikçe artan etkisi, ülkenin ekonomik kaderinin büyük emperyalist güçlerin rekabetine daha fazla bağlandığını göstermektedir.
Bu noktada devrimci görevimiz, bu bağımlı yapıyı ve rejimin sahte “anti-emperyalist” söylemlerini ifşa etmektir. Ne NATO, ne BRICS –hiçbir küresel blok, emekçi halkların çıkarlarını temsil etmez. Ekonomik kurtuluş; Doğu’yla veya Batı’yla kurulan pazarlıklarda değil, işçi sınıfının siyasal ve ekonomik iktidarı ele geçirmesinde, sermayenin mülksüzleştirilmesinde ve üretimin ve dağıtımın konsey temelli planlanmasında yatmaktadır.
V- Gerici savaşlar ve derinleşen kriz ortamı içerisinde, milliyetçi eğilimler de paralel biçimde güç kazanmaktadır. Başta Kürtler olmak üzere, diğer ezilen ulusallar, göçmenler sistematik baskı ve milliyetçi saldırıların hedefinde. Aynı zamanda, kadınlara yönelik baskı da hâlâ İran toplumunun temel krizlerinden biri. Bu koşullarda, sizce komünistler olarak, milliyetçiliğe, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ve ulusal baskıya karşı verilen mücadeleyi işçi sınıfının talepleriyle nasıl bağdaştırmak mümkündür? Bu direnişler ortak bir sınıfsal projede birleştirilebilir mi?
M.R: Ulusal, toplumsal cinsiyet temelli ve ırksal baskılar; sınıf mücadelesinden “ayrı” ya da “ikincil” meseleler değildir. Aynı şekilde yalnızca kimlik temelli sorunlar olarak ele alınıp ertelenebilecek konular da değildir. Bu baskılar, bizzat kapitalist sınıf yapısının içinde kökleşmiştir ve yalnızca gerçek bir sosyalist mücadele çerçevesinde kökten çözülebilir. Bu nedenle, bu soruya verilecek yanıt şu ilkeyle başlar: bu direnişleri sınıfsal ve anti-kapitalist bir projeyle birleştirmeden, onları egemenliğe meydan okuyan fiilî bir güce dönüştürmek mümkün değildir.
Bugün İran’da, gerici savaş, ekonomik kriz ve siyasal baskı, milliyetçi, göçmen karşıtı, kadın düşmanı ve etnik ayrımcı eğilimlerin gelişmesi için elverişli bir zemin yaratmıştır. Bu eğilimler yalnızca yukarıdan, yani rejim tarafından beslenmekle kalmıyor; aynı zamanda özgürleştirici bir sınıfsal ufkun ve örgütlü bir sosyalist alternatifin yokluğunda, ezilen sınıfların içinde de yansıma bulabiliyor. Sermaye, ezilen gruplar arasındaki bu parçalanmayı bilinçli biçimde kullanarak kendini yeniden üretmektedir: yerli işçiyi göçmen işçiye, erkeği kadına, Farsı Kürt ve Beluç’a karşı kışkırtarak sistemin devamlılığını sağlar.
Ama hikâyenin diğer yüzü de var: Ezilenlerin bu çok katmanlı yapısı içinde, muazzam bir potansiyel gizlidir. Kadınlar, Afganistanlı göçmen işçiler, ezilen ulusal topluluklar, kayıtsız işçiler ve kent yoksulları – bunlar birbirinden yalıtılmış gruplar değil, aynı sömürü düzeninin farklı uçlarında konumlanan bir sınıfın bileşenleridir. Ancak maddi koşullarındaki ortaklığı tanıdıklarında birleşebilirler.
Örneğin, Sanandaj’ın kenar mahallesindeki bir Kürt kadın işçi, yalnızca kadın olduğu veya Kürt olduğu için değil; aynı zamanda işçi olduğu için de baskı altındadır. Tıpkı Tahran’daki inşaatlarda çalışan Afganistanlı göçmen işçinin hem ucuz iş gücü olması, hem haklardan yoksun bırakılması, hem de ırkçı propagandanın hedefi hâline gelmesi gibi.
Bu noktadan hareketle, devrimci solun görevleri netleşiyor:
• Göçmen işçileri yerli işçilerle birlikte, eşit taleplerle örgütlemek;
• Kadın mücadelesini, yaşam ve çalışma alanlarında doğrudan demokrasi talebiyle buluşturmak;
• Ezilen ulusların –özellikle Kürtlerin– kendi kaderini tayin hakkını tanımak; bunu etnik değil, tabandan gelen konsey tipi özyönetim projesi olarak formüle etmek.
Dünya devrimci mücadelesinin tarihsel deneyimleri –ister 1917 Rus Devrimi, ister Latin Amerika’daki halkçı hareketler olsun– başarıya yalnızca bu tür bir sınıfsal projenin, aynı zamanda ulusal, toplumsal cinsiyet temelli ve anti-ırkçı taleplerin taşıyıcısı olduğu anlarda ulaşmıştır. Bu talepler hiçbir zaman eklemlenmiş “ekler” değil; doğrudan mücadelenin özü olmuştur.
Dolayısıyla, mevcut direnişleri birleştiren bir ufuk mümkündür –ama bu, ancak devrimci solun sahada, gündelik mücadelelerin içinde, sınıfsal ve kesişimsel (interseksiyonel) bir siyaseti aynı anda yürütmesiyle gerçekleşebilir. Yani hem kadınların, göçmenlerin ve ezilen ulusların özgürlüğünü kapsayan hem de yönünü doğrudan kapitalist sisteme çeviren bir programla. Bu birliktelik, sadece idealist bir hedef değil; bugünün pratiğinde gerekli ve devrimci bir zorunluluktur.
VI. Biz inanıyoruz ki, gerici savaşa karşı tek gerçek mücadele yolu, sınıfsal savaş örgütlemektir. İran’da bu gerici emperyalist savaşa karşı sınıfsal mücadelenin imkânları, sizin bakış açınıza göre nasıldır?
M.R: Önceki yanıtlarda da vurguladığım gibi, gerici savaşlar —başlatan taraf kim olursa olsun— küresel kapitalist krizin bir evresinin yansımasıdır. İran İslam Cumhuriyeti, İsrail siyonizmi ya da ABD emperyalizmi olsun, her biri kendi burjuva kontrolünü güçlendirmek amacıyla savaş yolunu seçmektedir. Devrimci tutum, bu devletlerden birini desteklemek değil; bu gerici savaşı aşağıdan sınıfsal bir karşı koyuşa dönüştürme çabasıdır.
İran’da sınıfsal mücadelenin imkânı, idealist düzeyde değil, derin sosyal ve ekonomik tıkanma içinde yatmaktadır. Yüksek işsizlik, yoksulluk sınırının altında kalan ücretler, sosyal hizmetlerin çöküşü, siyasi baskı ve yaşam güvencesinin ortadan kalkması, Marx ve Engels’in tanımladığı gibi “kaybedecek başka bir şey kalmayan” bir halkın varlığını işaret eder. Fakat asıl sorun, bu potansiyel öfkenin bilinçli ve örgütlü direnişe evrilmesidir.
Sınıfsal savaş, somut adımlarla başlar:
• Gıda fabrikaları, atölyeler ve inşaat alanları gibi işyerlerinde gizli işçi çekirdekleri oluşturmak.
• Yerli işçilerle göçmen işçileri birleştirmek.
• İşten atılmalara, kayıt dışı çalışmaya karşı direniş örgütlemek.
• İşyerlerinde ve mahallelerde siyasal ve sendikal eğitimler düzenlemek.
• Bölgesel ya da ülkesel düzeyde grev hazırlıkları yapmak.
Bu adımlar sadece bir işçi eylemi değildir; bir direniş ağının halkalarından biridir; ileride devrimci bir kalkışmanın omurgasını oluşturabilir. Kritik olan, işçilerin savaşın kendi savaşları olmadığını kavramasıdır. Bombalanmak, sefalet çekmek veya ölüme gönderilmek, kapitalist sistemin obsesif olarak yoksullardan talep ettiği bedellerdir.
Devrimci solun görevi, bunu teşhir etmektir: bu savaşlar, millî güvenlik adı altında ama esasen egemen azınlığın sınıfsal çıkarları için yürütülmektedir. Gerçek barış ve özgürlük, işçi sınıfı iktidarı ele geçirilmeden mümkün değil. Sınıfsal savaşın örgütlenmesi şöyle tanımlanabilir: ne mevcut rejim ne de emperyalizm karşısında yumuşak geçiş yolları; kendi gücümüzle, kendi taban örgütlülüğümüzle, gücün doğrudan işçi sınıfının eline geçmesi. Böylece gerici savaşlara karşı gerçek, devrimci bir tepki inşa edilebilir.
VII- İran geçmişte işçi konseyleri (şura) deneyimine sahipti. Bu yapılar, sosyalist demokrasinin bir biçimi olarak gerici iktidar yapılarına karşı direnişte önemli roller üstlendiler. Lütfen bize bu deneyimin tarihçesini, özelliklerini ve bugün yeniden böyle bir geleneğin yaratılmasının olanaklarını anlatır mısınız? Mevcut koşullarda konsey yapılarının yeniden canlanması mümkün müdür?
M.R: Marxist ve devrimci teori içinde, konseyler yalnızca taleplerin iletildiği yapılar değil; doğrudan “işçi sınıfı iktidarının belirdiği organlar” olarak görülür. Lenin, onları burjuva devlete karşı yeni bir iktidar formu olarak değerlendirmiş, bazı devrimci akımlar bunları “İşçi devletinin cenini” olarak tanımlamışlardır. İran’da en çarpıcı örnek, 1979 Devrimi sırasında ve sonrasında petrol, kimya sanayi ve büyük üretim birimlerinde ortaya çıkan işçi konseyleri deneyimidir. Bu konseyler kısa süre için kapitalist biçimlerin yerini almış, üretimde alt sınıf kontrolünün ve sınıfsal dayanışmanın somut sembolleriydi.
Ancak ne yazık ki, bu konseyler örgütlü bir devrimci parti olmadan, hem yeni rejimin (İslam Cumhuriyeti) baskısı hem de milliyetçi burjuvazinin karşı-devrimci saldırısına yenildi; ardından yavaşça etkisizleşti, bürokratlaştı veya doğrudan bastırıldı. Bu trajik deneyim, önemli bir uyarıdır: İçsel güç olmadan konseyler dıştan kolayca ele geçirilebilir veya zayıflatılabilir.
Bugün hâlâ bazı işçi kuşaklarında, eski sanayi bölgelerinde yaşayanlarda bu deneyimin hafızası canlıdır; özellikle kriz ortamında bu hafıza potansiyel bir yeniden canlanmanın zeminidir.
Yanıtlarınız için şimdiden teşekkür ederiz. Bizler de sizin gibi inanıyoruz ki, enternasyonalizm yalnızca bir slogan değil, sosyalist devrimin dünya çapında örgütlenmesi için tarihsel bir zorunluluktur. İranlı komünistlerle devrimci dayanışmayı güçlendirmek adına hiçbir çabadan geri durmayacağız.
Yaşasın Enternasyonal Dayanışma!
M.R: Değerli yoldaşlar, teşekkür ederiz. Dayanışma umuduyla, sermayenin sömürüsünden kurtuluş umuduyla!
در دل بحران؛ گفتوگو با کمونیستها در ایران دربارهی جنگ،
مقاومت و چشمانداز مبارزهی طبقاتی
این دومین گفتوگوی ما با رفقای کمونیست از ایران است. در جهانی
که امواج جنگ، فقر و سرکوب ملتها را در مینوردد، گسترش
پیوندهای میان نیروهای انقلابی و سوسیالیستی، بیش از هر زمان دیگری
ضرورتی عاجل است. ما بر این باوریم که ارتباط فعال با کمونیستهای
ایرانی، نهتنها از منظر همبستگی فعال در برابر جنگهای منطقهای
اهمیت دارد، بلکه از حیث تقویت چشمانداز اتحاد انترناسیونالیستی
پرولتاریا نیز نقشی کلیدی ایفا میکند.
در این گفتوگو، به دنبال آن بودیم تا تصویری روشن از وضعیت
کنونی ایران، واکنش نیروهای انقلابی به جنگ و سرکوب، و همچنین
امکانهای پیشروی مبارزهی طبقاتی و سوسیالیستی به دست آوریم.
- جنگ را در خاک ایران تجربه کردید. این جنگ عمدتاً بهشکل
عملیاتهای هوایی بروز یافت و اسرائیل بدون تمایزگذاری میان اهداف
نظامی و غیرنظامی، زیرساختها و مناطق مسکونی را هدف قرار داد.
در چنین شرایطی، آیا نیروهای کمونیست، مستقل از ساختار رسمی
دولت، توانستند در مناطق غیرنظامی اشکالی از مقاومت، دفاع از خود یا
همیاری مردمی را سازماندهی کنند؟ جامعه چه واکنشی به تخریب
مناطق مسکونی زیرساخت ها و کارخانه ها … نشان داد؟
پاسخ:
جنگ اخیر، که با حملات هوایی ارتش رژیم صهیونیستی به خاک ایران
همراه بود، بار دیگر چهرهی ویرانگر جنگهای امپریالیستی و
ارتجاعی را آشکار کرد. حمله به زیرساختهای نظامی، مناطق
مسکونی و حتی کارخانهها بدون هرگونه تتفکیک میان نظامی و
غیرنظامی، گواهیست بر اینکه طبقهی کارگر و تودههای مردم
همیشه نخستین قربانیان جنگ هستند؛ جنگهایی که نه با هدف رهایی،
بلکه در ادامهی رقابتهای منطقهای و جهانی بین بلوکهای
سرمایهداری بهراه میافتند. در چنین شرایطی، انتظار سازمانیابی
تودهای و مقاومت فعال از سوی نیروهای کمونیست، اگرچه از منظر
استراتژیک ضروریست، امّا باید به واقعیت خفقان سیاسی، سرکوب
گسترده، و پراکندهگی نیروهای انقلابی در ایران نیز توجه کرد.
با وجود سرکوب و امنیتیبودن فضای سیاسی، تلاشهایی محدود برای
همیاری و مقاومت از پایین شکل گرفت. در برخی مناطق شهری و
حاشیهای که زیر آتش حملات هوایی قرار گرفتند، فعالان چپگرا و
شبکههای محلی از میان دانشجویان، کارگران و کنشگران مستقل، در
مواردی اقدام به توزیع کمکهای اولیه، ایجاد کانالهای امن ارتباطی،
و حتّی ثبت و پخش روایتهای مردمی از وضعیت کردند. این اقدامات
گرچه کوچک و پراکنده بودند، امّا حامل جنینی از همان الگوی مقاومت
شورایی و خودسازمانیافتهای هستند که مارکسیستهای انقلابی
همواره بر آن تاکید دارند. از طرفی دولت، همچون همیشه، بهجای
سازماندهی امداد و حفاظت از مردم، اولویت را به حفاظت از تأسیسات
نظامی و امنیتی داد و با روایتهای دروغین رسانهای، سعی در
پنهانکردن ابعاد جنایتبار جنگ داشت. همین امر خشم عمومی را در
بسیاری از مناطق آسیبدیده برانگیخت. واکنش جامعه نیز چندلایه بود:
بخشی از مردم، بهویژه در محلات فرودست و کارگری، تلاش کردند در
غیاب دولت، از خودشان محافظت کنند؛ دیگرانی در فضاهای مجازی،
خشم و بیاعتمادیشان را نسبت به هر دو سوی جنگ (چه رژیم
صهیونیستی، چه حکومت جمهوری اسلامی) ابراز کردند؛ و گروهی
دیگر، بهویژه در میان روشنفکران و فعالان سیاسی، بهدنبال ارائهی
تحلیلهایی مستقل و آلترناتیو برآمدند. آنچه غایب بود، یک ساختار
سازمانیافته از نوع شوراهای محلی یا اتحادیههای کارگری مردمی
بود که بتواند این مقاومتها را بهشکل پایدار و مؤثر هدایت کند. این
خلأ، نشان میدهد که بدون سازمانیابی از پیش، مقاومت در برابر
جنگ، همواره در معرض خطر انزوا، سرکوب یا مصادره قرار
میگیرد.
از منظر یک مارکسیست انقلابی، چنین وضعیتهایی، نه صرفاً
لحظههای دفاعی بلکه فرصتهایی برای برجستهکردن ضرورت
آلترناتیو طبقاتی در برابر هر دو قطب جنگ هستند. ما نه با رژیم
کودککُشِ صهیوفاشیستی همسو هستیم، نه با حکومت ارتجاعی ایران؛
بلکه تنها وفاداری ما به تودههای زحمتکش و ستمدیدهایست که زیر
بمباران و در دل ویرانی، باز هم مجبور به فروش نیروی کار و
ایستادهگیاند. بنابراین، وظیفهی انقلابی ما، تلاش برای تقویت
هستههای مقاومت مردمی، پیوندزدن مبارزه با جنگ به مبارزه با فقر و
استبداد، و ساختن نهادهاییست که بتوانند در آینده، تودهها را در مسیر
انقلاب رهبری کنند.
2.طبقهی کارگر ایران، تاریخی ریشهدار در مبارزه و مقاومت دارد؛
از اعتصابات کارگری تا سازماندهی در واحدهای تولیدی. در سالهای
اخیر نیز، از جمله پس از قتل ژینا (مهسا) امینی، شاهد خیزشهایی با
نقشآفرینی پررنگ فرودستان و زحمتکشان بودهایم. با توجه به
وضعیت سیاسی، اجتماعی و اقتصادی کنونی، آیا چشمانداز ورود مجدد
تودهها به دورهای از مقاومت سازمانیافته و سراسری وجود دارد؟
نیروهای چپ و کمونیست در این میان چه نقش و جایگاهی دارند؟
پاسخ:
پاسخ به این پرسش، نه یک پیشبینی انتزاعی، بلکه تحلیلیست مبتنی
بر تضادهای واقعی جامعه و ظرفیتهای بالفعل طبقهی کارگر. طبقهی
کارگر ایران، از دههها پیش، نقشآفرین اصلی بسیاری از نقاط عطف
تاریخ معاصر بوده؛ از اعتصابات گستردهی دهههای بیست تا پنجاه که
به تضعیف دیکتاتوری شاه منجر شد، تا تجربهی شوراهای کارگری پس
از انقلاب ۵۷، و اعتصابات پراکنده امّا مقاوم در دهههای اخیر. این
تاریخ، نشان از ظرفیتی عمیق برای مقاومت دارد؛ ظرفیتی که در
لحظههایی چون خیزشهای دی96 و آبان 98 یا اعتراضات پساز قتل
ژینا، هر بار به شکلی نو و ترکیبی از ستم طبقاتی، جنسیتی و سیاسی
سربرآورده است. با این حال، باید روشن گفت که وضعیت کنونی، در
عینِ پُر بودن از تناقض و پتانسیل، بهشدت پیچیده و در عین حال دشوار
است. از یکسو؛ فقر گسترده، تورم بیسابقه، خصوصیسازی و
سرکوب، تودهها را بیشاز هر زمان دیگری به مرز انفجار رسانده و
از سوی دیگر، ساختارهای سازمانیافتهی طبقاتی، یا وجود ندارند یا
بهشدت سرکوب و پراکنده شدهاند. نیروهای کارگری اغلب در
چارچوب شوراهای صنفی محدود باقی ماندهاند و از پیوند استراتژیک با
افق سیاسی سوسیالیستی باز ماندهاند. هربار که اعتراضات گستردهای
شکل میگیرد، در غیاب نهادهای ریشهدار و یک برنامهی انقلابی
فراگیر، این اعتراضات یا بهسرعت سرکوب میشوند یا به کانالهایی
بیخطر منحرف میگردند. البته این تمام ماجرا نیست. در پسِ تمام این
شکستها، تجربیاتی تلنبار شده که میتوانند زمینهساز خیزشهای
بعدی باشند. شکلگیری شوراهای هماهنگی، مانند شورای هماهنگی
تشکلهای صنفی فرهنگیان، یا نمونههایی از پیوند اعتصابات کارگری
با مطالبات عمومی در اعتراضات خوزستان، همه و همه نشانههاییست
از شکلگیری تدریجی آگاهی و ظرفیت کنش جمعی. پرسش اساسی
اینجاست که آیا این انرژی اجتماعی میتواند به یک مقاومت
سازمانیافته، سراسری و دارای افق انقلابی تبدیل شود؟
نقش نیروهای چپ و کمونیست در این لحظه، تعیینکننده است، تنها
بهشرط آنکه از موضع تبلیغ صرف یا روایتگری بیرون آمده و وارد
فرآیند «بازسازی سازمانیابی طبقاتی از پایین» شوند. این بهمعنای آن
است که چپ باید خود را نه در مقام «پیشوا»، بلکه بهمثابه بخشی از
طبقهی کارگر بازتعریف کند. حضور در مبارزات محلی، آموزش
سیاسی، پیوندزدن مبارزات صنفی با افق انقلابی، ایجاد حلقههای مخفی
و نیمهعلنی در مراکز کار و زیندهگی، و ایجاد ائتلافهایی پایدار با
مبارزات جنسیتی و قومی، از وظایف اساسی و فوری چپ است. مقاومت
سازمانیافته و سراسری، ممکن نیست مگر در پیوند مبارزات روزمره
با افق استراتژیک انقلاب. تا زمانی که مبارزات پراکندهی کارگران،
معلمان، پرستاران، زنان، بیکاران و اقلیتهای قومی و مهاجر به
یکدیگر گره نخورند، حکومت سرمایهداری اسلامی همچنان خواهد
توانست با سرکوب، فریب یا تفرقه، اعتراضات را مدیریت کند. به بیان
روشن: چشمانداز ورود تودهها به دورهای از مقاومت سازمانیافته،
وجود دارد، امّا این چشمانداز بدون نقشآفرینی فعال و مسئولانهی
نیروهای کمونیست انقلابی، صرفاً به خشمهای تکراری و فروکشکرده
تبدیل خواهد شد. آینده، نه بهطور خودکار از دل بحران زاده میشود،
نه از دل پستکردن توییت، استتوس یا بیانیه؛ بلکه از دل ساختن
شبکههایی که کارگران و فرودستان را برای قدرت گرفتن آماده کند.
3.امپریالیسم ایالات متحده، با بهانههایی نظیر دموکراسی، مبارزه با
تروریسم یا موضوعات هستهای، بارها بهطور مستقیم یا غیرمستقیم در
کشورهای منطقه مداخله کرده است. نمونهی سوریه، یکی از
برجستهترین این سناریوها بود؛ جایی که رژیمی سرنگون شد و قدرت
به دولتهای وابسته به منافع امپریالیستی واگذار شد. در جنگ اخیر
میان ایران و اسرائیل نیز بهنظر میرسد پروژهی امپریالیستی مشابهی
در جریان است. نیروهای سلطنتطلب در اروپا با شور و شعف از این
جنگ استقبال کردند. اما ما میدانیم تا زمانی که قدرت سیاسی در دست
طبقهی کارگر و تودههای تحتستم نباشد، هیچ آلترناتیوی نمیتواند
نمایندهی منافع واقعی مردم باشد. تحلیل نیروهای کمونیست ایرانی از این
شرایط چیست؟
پاسخ:
تحلیل شرایط حاضر در پرتو جنگ دوازده روزه، تنها در صورتی معنا
پیدا میکند که در چهارچوب تضادهای بنیادین سرمایهداری جهانی،
نقش امپریالیسم، و همزمان ماهیت ارتجاع داخلی صورت گیرد. ایالات
متحده، بهمثابه محور اصلی سرمایهداری جهانی، دهههاست که با
توجیههایی چون «دمُکراسی»، «حقوق بشر»، یا «مبارزه با تروریسم»
وارد صحنهی مداخلات نظامی و سیاسی در خاورمیانه شده است. امّا
هدف واقعی این مداخلات، نه نجات مردم، بلکه حفظ هژمونی
سرمایهداری جهانی، کنترل منابع انرژی، مسیرهای استراتژیک
حملونقل، و تأمین امنیت متحدان منطقهایاش-بهویژه رژیم
صهیونیستی و دولتهای نفتی- بوده است. سوریه، لیبی، افغانستان،
عراق، و حتّی لبنان، نمونههایی هستند که نشان میدهند مداخلهی
امپریالیستی، صرفنظر از ادعای اولیه، همواره به فروپاشی
ساختارهای اجتماعی، بروز جنگهای فرسایشیِ داخلی، و تحمیل
دولتهایی وابسته و ناکارآمد انجامیده است. در این میان، امپریالیسم با
بهرهبرداری از ضعف نیروهای انقلابی و ازهمگسیختهگی و سرکوب
مبارزات مردمی، توانسته است پروژهی خویش را پیش ببرد. امّا هر جا
که بدیلی انقلابی و ریشهدار وجود نداشته باشد، فروپاشی رژیمهای
ارتجاعی صرفاً به انتقال قدرت به جناحی دیگر از همان طبقهی حاکم
منجر میشود، جناحی [شاید] لیبرالتر در ظاهر، امّا همچنان وفادار به
منافع سرمایهداری جهانی. در جنگ اخیر نیز همین منطق در حال
تکرار است: تنش و درگیری نظامی، زمینهسازی رسانهای، فشارهای
اقتصادی و در نهایت بازکردن فضا برای نیروهایی که هرگز نمایندهی
تودهها نبوده و نیستند. سلطنتطلبان، بخشی از بورژوازی تبعیدی و
وابسته به غرب، با استقبال از این جنگ نشان دادند که اگر فرصتی
بیابند، همان پروژهی امپریالیستی را با چهرهای تازه در ایران اجرا
خواهند کرد. امّا نکتهی اساسی اینجاست: مخالفت با امپریالیسم غربی
نباید به توجیه یا مشروعیتبخشی به رژیم ارتجاعی جمهوری اسلامی
منجر شود. همانطور که چپ انقلابی نه با حملهی ناتو به لیبی همراه
بود، و نه با دیکتاتوری قذافی، امروز نیز باید با هر دو سوی این جنگ،
موضعی مستقل، طبقاتی و انقلابی اتخاذ کند.
ما نباید فرامش کنیم که،
1- هیچ دولت ارتجاعی (چه جمهوری اسلامی، چه رژیم صهیونیستی،
چه دولتهای غربی یا متحدان منطقهای آنها) نمیتوانند نمایندهی
رهایی مردم باشد.
2- بدون قدرتگیری سیاسی طبقهی کارگر، همهی آلترناتیوها نهایتاً
به بازتولید سلطهی سرمایهداری، استبداد و وابستهگی ختم میشوند و
3- تنها یک جنبش سازمانیافتهی طبقاتی، ضدامپریالیستی و ضددولت
سرمایهدار، میتواند پروژهای واقعی برای رهایی ترسیم کند،
پروژهای که همزمان با دخالت امپریالیسم مبارزه کند، و با سرکوب
داخلی، فساد ساختاری، تبعیض و نابرابری نیز درافتد.
بنابراین، اگرچه نیروهای حاکم در ایران و سرزمین اشغالی هر دو
پروژههایی ارتجاعیاند، پاسخ به این وضعیت نه همراهی با یکی علیه
دیگری، بلکه ساختن آلترناتیو سوم، یعنی طبقهی کارگر متشکل و آگاه
است. آلترناتیوی که از پایین، مستقل از هر دو بلوک امپریالیستی و
ارتجاعی، بتواند آیندهای رهاییبخش بسازد. چپ انقلابی باید این نیروی
سوم را با صبر و تلاش، کار سازمانی، و پیوند روزمره با تودهها
بسازد، نه در آیندهی دور، که از همین لحظه و بحران و از همین جنگ.
4.ایالات متحده و متحدانش همواره مسائلی نظیر فعالیتهای هستهای را
بهانهای برای مداخله در کشورهای مستقل قرار دادهاند، اما آنچه
جهتگیری واقعی جنگها را تعیین میکند، منافع اقتصادی و سیاسی
بنیادین است: منابع انرژی، مسیرهای استراتژیک حملونقل، دسترسی به
بازارهای تازه و کنترل بر حوزههای نفوذ. از دید شما، ساختار اقتصادی
ایران در سالهای اخیر چگونه تحول یافته؟ و روابط اقتصادی ایران با
بلوکهایی خارج از محور آمریکا و اتحادیه اروپا ـ بهویژه چین،
روسیه و محور شرق ـ چه نقشی در معادلات این جنگ ارتجاعی دارد؟
پاسخ :
آنچه بهنام «منافع ملی» تبلیغ میشود، در واقع بازتاب مستقیم منافع
جناحهایی از طبقهی حاکم و بورژوازی وابسته به قدرت سیاسی است.
در ایران، ساختار اقتصادی طی دهههای اخیر، بهویژه پس از اعمال
تحریمهای گسترده و خروج آمریکا از برجام، دچار تغییرات کیفی شده
که در جهت تعمیق وابستهگی و تمرکز بیشتر قدرت اقتصادی در دست
یک بلوک امنیتی-بوروکراتیک بوده است. روندی که میتوان آن را
«نئولیبرالیسم رانتی درونزاد» نامید؛ یعنی ترکیبی از
خصوصیسازیهای شبهمافیایی، انحصارات نظامی-امنیتی، و تخریب
سازمانیافتهی رفاه عمومی، همراه با تکیهی فزاینده بر رابطه با
کشورهای بلوک شرق بهعنوان «آلترناتیو» غرب. در این میان، چین و
روسیه نه بهعنوان شرکای برابر یا ضدامپریالیست، بلکه بهعنوان
قدرتهایی امپریالیستی از نوع خاص خود-با سیاستهایی مبتنی بر
کنترل منابع، اعطای وامهای استثماری، قراردادهای بلندمدت غیرشفاف،
و دسترسی به بازار داخلی ایران- نقش ایفا کردهاند. نمونهی برجسته،
قرارداد ۲۵ ساله با چین است که بدون کوچکترین شفافیتی، دسترسی
به منابع انرژی، بنادر و زیرساختهای کلیدی را به شرکتیهای چینی
واگذار میکند. در مقابل، طبقهی حاکم ایران نیز از این روابط
بهرهبرداری میکند تا بقای خود را در برابر تحریمهای غربی تضمین
کند، بدون آنکه هیچ گشایشی در زندهگی کارگران و زحمتکشان پدید
آید. در واقع، تحولات ساختاری اقتصاد ایران در سالهای اخیر، عملاً
کشور را از یک اقتصاد نیمهوابسته به غرب، به یک اقتصاد نیمهوابسته
به شرق سوق داده است، بدون هیچگونه تغییر در ماهیت طبقاتی این
وابستهگی. برخلاف ادعاهای رسمی، این «چرخش به شرق» نه مقاومت
در برابر امپریالیسم، بلکه نوعی بازتوزیع وابستهگی در بستر تضادهای
جهانی سرمایهداریست. دولتهای چین و روسیه، همانقدر به
سرکوب جنبشهای کارگری، نابودی محیط زیست، و کنترل بازارهای
خارجی علاقهمندند که آمریکا و اتحادیه اروپا. در نتیجه، در معادلات
جنگ اخیر نیز، ایران نه یک نیروی مستقل ضدامپریالیستی، بلکه
بهمثابه یک مهره در بلوک شرقی سرمایهداری جهانی ایفای نقش
میکند. توافقهای نظامی و اطلاعاتی با روسیه، هماهنگیهای
اقتصادی با چین، و حضور غیرشفاف این کشورها در حوزههای نفتی،
معدنی، و ترابری ایران، همهگی نشان از آن دارند که سرنوشت
اقتصادی کشور بهطور فزایندهای به جنگ قدرتهای امپریالیستی گره
خورده است. وظیفهی ما در این لحظه، افشای این ساختار وابسته و
دروغهای «ضدامپریالیستی» رژیم است. باید روشن کرد که هیچیک
از بلوکهای جهانی، نه ناتو و نه بریکس، نمایندهی منافع تودههای
زحمتکش نیستند. رهایی اقتصادی، نه در معامله با شرق یا غرب، بلکه
در قدرتگیری سیاسی و اقتصادی طبقهی کارگر، سلب مالکیت از
سرمایهداران، و برنامهریزی شورایی تولید و توزیع قرار دارد.
5.در بستر جنگهای ارتجاعی و گسترش بحران، گرایشهای
ناسیونالیستی نیز بهطور موازی تقویت میشوند. امروز در ایران،
مهاجران افغانستانی، بهویژه دانشجویان و نیروی کار مهاجر، با موجی
از تبعیض و فشار مواجهاند. این تنها به افغانستانیها محدود نمیشود؛
ملیتهای تحت ستم دیگر، بهویژه کُردها، نیز هدف حملات
ناسیونالیستی و سرکوب سیستماتیک قرار گرفتهاند. همزمان، مسئلهی
ستم بر زنان همچنان یکی از بحرانهای محوری جامعهی ایران است.
در چنین شرایطی، از نظر شما کمونیستها، چه چشماندازی برای پیوند
زدن مبارزه علیه ناسیونالیسم، ستم جنسیتی و ملی با مطالبات طبقهی
کارگر وجود دارد؟ آیا میتوان این مقاومتها را در قالب یک پروژهی
مشترک و طبقاتی وحدت بخشید؟
پاسخ :
ستم ملی، جنسیتی و نژادی نه پدیدههایی جدا و «فرعی» از مبارزهی
طبقاتیاند، نه صرفاً مسائلی هویتی که باید بعداً به آنها پرداخت؛ بلکه
از بنیاد، در دل خودِ ساختار طبقاتیِ سرمایهداری ریشه دارند و تنها در
بستر یک مبارزهی سوسیالیستی واقعی میتوانند بهطور ریشهای حل
شوند. بنابراین، پاسخ به این پرسش با این اصل آغاز میشود: تنها با
پیوندزدن این مقاومتها به پروژهی طبقاتی و ضدسرمایهدارانه،
میتوان آنها را به نیرویی بالفعل برای تغییر ساختار سلطه بدل کرد.
در ایرانِ امروز، جنگ ارتجاعی، بحران اقتصادی، و استبداد سیاسی،
بستر مناسبی برای رشد گرایشهای ناسیونالیستی، مهاجرستیز، زنستیز
و قومستیز فراهم کرده است، گرایشهایی که نهتنها از بالا توسط
حکومت تغذیه میشوند، بلکه بهخاطر فقدان یک افق طبقاتی
رهاییبخش و آلترناتیو سوسیالیستیِ سازمانیافته، در بدنهی طبقهی
فرودست نیز بازتاب پیدا میکنند. در چنین شرایطی، سرمایهداری با
تفرقهانداختن میان گروههای تحتستم، کارگر بومی در برابر مهاجر،
مرد در برابر زن، فارس در برابر کُرد و بلوچ و…، خود را بازتولید
میکند. امّا این، تمام ماجرا نیست. نیروی بالقوهی عظیمی در همین
ستمدیدهگان متکثر نهفته است: زنان، کارگران مهاجر افغانستانی،
ملیتهای تحتستم، کارگران غیررسمی و بیکاران شهری: اینها نه
گروههای جداگانه، بلکه بخشهای گوناگون یک طبقهی رنجکشیدهاند
که تنها با شناسایی اشتراکات مادیِ وضعیتشان، میتوانند متحد شوند.
برای مثال، یک زن کارگر کُرد که در کارخانهای در حاشیهی سنندج
کار میکند، نهفقط از جنسیت و قومیتاش، که از موقعیت طبقاتیاش
نیز ستم میبیند؛ همانطور که کارگر افغانستانی در کارگاههای
ساختمانی تهران، هم نیروی کار ارزان است، هم مهاجر بیحق، هم
هدف تبلیغات نژادپرستانه. از همینجا چشمانداز ما روشن میشود:
سازماندهی مبارزهی طبقاتی بدون بهرسمیت شناختن ستمهای
متقاطع، نه فقط ناکارآمد، بلکه ضدانقلابی است. چپ انقلابی موظف است
مبارزهی طبقاتی را نه بهمثابه تقلیل ستمها به «اقتصاد»، بلکه
بهعنوان چارچوبی برای پیوند دادن مقاومتهای متفرق در نظر بگیرد
این یعنی:
سازماندهی کارگران مهاجر در کنار کارگران بومی، با مطالبات برابر.
پیوند زدن مبارزهی زنان با مبارزه برای دمُکراسی در محیطهای کار و
زیست.
بهرسمیت شناختن حق تعیین سرنوشت ملیتهای تحتستم، از جمله
کُردها، نه در معنای صرفاً قومی، بلکه بهعنوان بخشی از پروژهی
خودحکومتی شورایی از پایین.
در تجربههای تاریخی مبارزات انقلابی در سراسر جهان، از انقلاب
روسیه تا جنبشهای رهاییبخش در آمریکای لاتین، همواره زمانی
موفقیت حاصل شده که پروژهی طبقاتی، حاملِ مطالبات ملی، جنسیتی، و
ضدنژادپرستانه نیز بوده است. نه بهعنوان ضمیمه، بلکه بهعنوان
جوهر مبارزه. بنابراین، چشمانداز موجود، وابسته است به اینکه چپ
انقلابی بتواند در میدان واقعی مبارزه، سیاستی انترسکشنال و طبقاتی را
همزمان پیش ببرد؛ یعنی پروژهای که هم خواست آزادی زنان، مهاجران
و اقلیتها را دربر گیرد، و هم جهتگیریاش علیه ساختار اقتصادی و
سیاسی سرمایهداری باشد. این وحدت، نه امری آرمانی، بلکه ضرورتی
عملی و انقلابیست.
6.ما بر این باوریم که تنها راه مقابله با جنگ ارتجاعی، سازماندهی
جنگ طبقاتی است. مایلیم دیدگاهها و گرایشهای شما را دربارهٔ
امکانات مبارزهٔ طبقاتی در ایران در برابر جنگ ارتجاعی امپریالیستی
بدانیم
پاسخ :
پیشتر و در پاسخِ پرسشهای پیشین بهاین نتکه اشاره کردهام که،
جنگهای ارتجاعی؛ صرفنظر از طرفین درگیر، بازتاب مرحلهای
از بحران سرمایهداری جهانیاند. بحرانهایی که دولتهای
بورژوایی، چه در قالب جمهوری اسلامی، چه رژیم صهیونیستی و چه
ایالات متحده، میکوشند از طریق جنگ و خونریزی، کنترل خود را
بر طبقات فرودست بازسازی کنند. در این شرایط، آنچه انقلابیست، نه
حمایت از یکی از این دولتها در برابر دیگری، بلکه تلاش برای تبدیل
جنگ ارتجاعی به جنگ طبقاتی از پایین است. در ایران، امکانات
مبارزهی طبقاتی نه در سطحی آرمانی، بلکه در دل تضادهای واقعی و
انفجارآمیز اقتصادی و اجتماعی شکل میگیرد. بیکاری گسترده،
دستمزدهای زیر خط فقر، فروپاشی خدمات عمومی، سرکوب سیاسی و
سلب امنیت زیستی، طبقهی کارگر و فرودستان را در موقعیتی قرار داده
که بهقولِ مارکس و انگلس: «دیگر چیزی برای ازدستدادن ندارند،
جُز زنجیرهایشان.» امّا، مهم این است که این خشم بالقوه، به آگاهی و
سازمانیافتهگی تبدیل شود و این همانجاییست که مبارزهی انقلابی
معنا پیدا میکند. جنگ طبقاتی در ایران، در شرایط فعلی، با کارهایی
کوچک امّا بنیادین آغاز میشود:
ساختن هستههای مخفی کارگری در مراکز تولید، پیوند میان کارگران
مهاجر و بومی، سازماندهی مقاومت در برابر اخراج و بیحقوقی،
آموزش صنفی و سیاسی در دل محلکار و محله، و تدارک برای
اعتصابهای منطقهای یا سراسری. هریک از این قدمها، نهتنها یک
کنش صنفی، بلکه حلقهای از زنجیرهی مقاومت طبقاتیست که در آینده
میتواند ستون فقرات یک خیزش انقلابی را شکل دهد. نکتهی کلیدی آن
است که طبقهی کارگر، تنها زمانی میتواند علیه جنگ برخیزد، که
بداند جنگ مسألهی او نیست؛ که بداند فرستادهشدن به جبههی نبرد،
بمبارانشدن، فقر و قحطی، همهوهمه هزینههاییست که برای نجات
ساختارهای پوسیدهی سرمایهداری از او طلب میشود. وظیفهی چپ
انقلابی، افشای این دروغ است: اینکه جنگها، به نام امنیت ملی، امّا
در خدمت منافع طبقاتی اقلیت حاکم صورت میگیرند و اینکه صلح
واقعی، تنها زمانی ممکن است که طبقهی کارگر، قدرت را بهدست
گیرد و به نظام جنگافروز سرمایهداری پایان دهد. از اینرو،
مبارزهی طبقاتی علیه جنگ در ایران، نه جدا از مبارزه برای سرنگونی
نظام موجود، نه جدا از مبارزه با امپریالیسم، بلکه دقیقاً در تقاطع این دو
مبارزه شکل میگیرد. این مبارزه، نیازمند سازماندهی مستقل از
دولت، مستقل از بلوکهای جهانی، و متکی بر خودسازماندهی
تودهایست. در نهایت، سازماندهی جنگ طبقاتی یعنی ساختن یک
قطب سوم: نه جمهوری اسلامی، نه امپریالیسم غرب، بلکه طبقهی
کارگر و زحمتکشان متحد. تنها این قطب است که میتواند به
جنگهای ارتجاعی پایان دهد، و جهانی نو بنا کند؛ جهانی که در آن، نه
برای نفت بجنگند، نه برای سود، بلکه برای آزادی و عدالت و برابری.
7.ایران در گذشته تجربهی شوراهای کارگری را از سر گذرانده است.
این شوراها، بهمثابه اشکالی از دموکراسی سوسیالیستی، نقش مهمی در
مقاومت علیه ساختارهای قدرت ارتجاعی ایفا کردند. لطفاً دربارهی
تاریخچه، ویژگیها و افقهای بازسازی مجدد این سنت در دل مبارزات
امروز برایمان بگویید. آیا امکان احیای نهادهای شورایی در وضعیت
کنونی وجود دارد؟
پاسخ :
شوراها، در سنت مارکسیسم انقلابی، نه صرفاً نهادهایی برای مدیریت یا
مطالبهگری، بلکه ابزارهایی برای «قدرتگیری مستقیم طبقهی
کارگر» هستند. همچنان که لنین شوراها را بهعنوان شکل نوینی از
قدرت کارگری و بدیل دولت بورژوازی تحلیل میکرد، که بعدها از
سوی برخیاز مارکسیستهای انقلابی «دولت کارگری جنینی» نامیده
شد. در ایران، تجربهی شوراها بهویژه پساز انقلاب ۵۷، یکی از
غنیترین و در عینحال تلخترین نمونهها در تاریخ مبارزهی طبقاتی
در منطقه است. شوراهای کارگری، بهویژه در صنعت نفت، پتروشیمی،
کارخانههای بزرگ و نیز برخی نهادهای خدماتی، در دوران قیام منتهی
به انقلاب بهمن، عملاً جایگزین مدیریت سرمایهداری شدند و برای مدت
کوتاهی توانستند الگوی بدیلی از دموکراسی تولید، همبستهگی طبقاتی و
کنترل از پایین را بهنمایش بگذارند. امّا این شوراها، که از دل
اعتصابات و قیام خیابانی زاده شدند، بهدلیل نبود حزب وسازمان انقلابیِ
منسجم، دخالتگری هماهنگ، و فشار دوگانهی دولت تازهتاسیس
اسلامی از یکسو و بخشهایی از بورژوازی ملّیگرا از سوی دیگر،
بهتدریج خنثی، ادغام یا سرکوب شدند. سرنوشت تلخ شوراهای کارگری
ایران، همزمان یک هشدار تاریخی و یک درس راهبردی است: بدون
قدرت سیاسیِ طبقهی کارگر، شوراها بهراحتی از درون تهی و
مصادره میشوند. با اینحال، آن تجربه هنوز در حافظهی تاریخی
بخشهایی از طبقهی کارگر زنده است، بهویژه در میان نسلهایی که
در محیطهای صنعتی قدیمی پرورش یافتهاند و امروز، در دل
بحرانهای بیسابقهی اقتصادی و اجتماعی، ضرورت بازسازی این
نهادها بیشاز هر زمان دیگری احساس میشود. در حال حاضر، اشکال
محدود و ابتدایی از شوراهای صنفی، مجامع عمومی محلی، هیأتهای
نمایندهگی در واحدهای تولیدی، یا شبکههای خودسازمانیافته در میان
معلمان، پرستاران، بازنشستهگان و حتی دانشجویان، میتوانند بذرهایی
برای احیای ساختارهای شورایی باشند. البته باید با صراحت گفت که
شورا نه با فرمان یا دستور سیاسی ساخته میشود، و نه از بیرون
تحمیلپذیر است. شورا زمانی زاده میشود که «تودهها در دل
مبارزهی واقعی به این درک برسند که دیگر نمیخواهند به جایشان
کسی تصمیم بگیرد»، وقتی درک جمعی از ضرورت ادارهی امور
بهدست خود، جایگزین انفعال و انتظار شود. این لحظه، محصول بحران
است، اما بدون آمادهگی سیاسی و سازمانی، ممکن است بهراحتی از
دست برود.
بهگمان من در شرایط کنونی، امکان احیای شوراها وجود دارد، امّا نه
بهعنوان یک پروژهی زودبازده، بلکه در قالب استراتژیای
طولانیمدت، با کار سیاسی و عملی مستمر در بطن طبقهی کارگر.
چپ انقلابی، اگر بخواهد به این روند کمک کند، باید:
بهجای صرفاً تبلیغ شوراها، به سازماندهی واقعی هستههایی کمک کند
که از دل مبارزات صنفی و سیاسی بتوانند به ساختارهای شورایی گذر
کنند.
نگذارد تجربههای خودگردانی محلی، شوراهای معلمان یا مجامع عمومی
به بوروکراسی، پوپولیسم یا ناسیونالیسم آلوده شوند.
شورا را نه بهعنوان ابزاری برای مذاکره با قدرت، بلکه بهمثابه نهاد
قدرت بدیل و مقدمهی سلب مالکیت از طبقهی سرمایهدار درک و
بازتعریف کند.
پاسخ نهایی این است: بله، شوراها میتوانند دوباره زاده شوند. امّا این
زایش نه تکرار گذشته است، نه ماحصل شعارهای نوستالژیک؛ بلکه برآمده
از آگاهی، سازمانیابی و آمادهگی طبقهی کارگر برای قدرتگیری
مستقیم در دل بحرانهای امروز است. اگر ما[کمونیستهای انقلابی]
بتوانیم با طبقهی کارگر در ساختن این مسیر همراه شویم، شورا ضروری و
ممکن است.
+از پاسخهای شما پیشاپیش سپاسگزاریم. ما نیز همچون شما بر این
باوریم که انترناسیونالیسم صرفاً یک شعار نیست، بلکه ضرورتی تاریخی
برای سازماندهی جهانی انقلاب سوسیالیستی است.
برای تقویت همبستگی انقلابی با کمونیستهای ایرانی، از هیچ تلاشی
فروگذار نخواهیم کرد.
زنده باد انترناسیونال
سپاس از شما رفقای عزیز-
به امید همبستهگی
به امید رهایی از ستمِ سرمایه