İsrail’in İran’a Saldırısı ve Sonrasında Yaşanan Gelişmeler – Tufan Yakın

Bu yazı, ABD savaşa girmeden bir gün önce yazılmış, ancak teknik nedenlerle geç yayınlanmak zorunda kalınmıştır. (Komün Yayın kurulu)

7 EKİM’DEN 13 HAZİRAN’A GAZZE, LÜBNAN, SURİYE VE NİHAYETİNDE İRAN: İstihbarat İle Teknolojinin Üst Düzeyde Birleştirildiği Yeni Savaş Stratejisi Emperyalizme Zafer Kazandırmaya Yetmeyecektir! Ne Kamikaze Dronlar Ne Şok Edici Suikastler Ne Sığınak Delici Bombalarınız Ortadoğu’nun Kadim Halklarını Yenecek Güçtedir!

Denemediğiniz ve Denemeye Hazırlandığınız Taktik Nükleer Bombalar Bile Ortadoğu Halklarını Bin Yıllardır Yaşadıkları Topraklarından Söküp Atamayacaktır!

Siz Bir Uygarlığı Yok Etmek İstiyorsunuz. Bunun Sizin De Sonunuz Olacağını Bilmelisiniz.

Ortadoğu’yu 1. Cihan Harbinde Bölüp Parçaladınız Ama 2. Cihan Harbinden Sonra Halklar Daha Güçlü Geri Geldi. Arap ve Müslüman Düşmanı Siyonist İsrail Kamasını Bölgenin İçine Yerleştirdiniz, Halkların Direnişi Yine Devam Etti.

Şimdi Elde Ettiğiniz Galibiyetler Dizisi İle Bölgeyi Yeniden Dizayn Etmenin Zafer Sarhoşluğu İçindesiniz. Sürekli Bir Adım Daha İleriye Gittiğinizi Zannediyorsunuz. Oysa Ayağınızın Altındaki Toprağın Ne Kadar Kaygan Olduğunu Ortadoğu’nun Tarihinden Biliyor Olmanız Gerekirdi.
Finans Kapital Yeni Pazar Alanları Ve Hammadde Kaynakları İçin Taktik Nükleer Savaşları Göze Almıştır.

İngiliz Anglosakson, Amerikan Neo-Con İttifakı İran Savaşının Arkasındaki Asıl Güçtür. Trump Ve Netanyahu Finans Kapital’in Sadece Emireridir.

İran Finans Kapital’in Emrine Sokulmaya Çalışılıyor.

FORDO DAĞI – NÜKLER TESİSİ: 100 metre derinlik. Sığınak delicilerin şansı çok az! B-2 lerin her biri sadece bir bomba (MOP-Sığınak delici) taşıyabiliyor. Delebildikleri maksimum derinlik 60 metre. B-2’lerin attığı MOP’ların tesise ulaşmaları için uçakların defalarca her seferinde aynı noktayı vurmak üzere sorti yapması gerekiyor. Tabi ABD savaşa girmeye karar verirse.

ABD SAVAŞA BİLFİİL KATILACAK MI?: Bu savaş, aktif olarak katılmasa da ABD’nin kendi savaşıdır. Ancak bu dolaylı katılımını direkt katılıma dönüştürürse bu durum ABD içinde büyük gerilimlere ve devlet içi çatışmalara neden olacaktır. Trump seviyesiz bir edayla “Hamaney’in öldürülmesini veto ettim” derken hiç beklenmedik şekilde daha önce yaşadığı suikastların bir benzeriyle karşılaşabilir.

İSLAMİ REJİM VE İRAN MUHALEFETİNİN GÜNCEL DURUMU: Molla rejimi için ölüm dirim kavgası. Muhalefet henüz olgunlaşmış değil. Ama görünen o ki kısa vadede ABD ve İsrail’in beklediği tarzda bir işbirliğine yanaşmayacaklardır. Şii kültürü ve İrani milliyetçilik dogmatik olsun, modern biçimleriyle olsun, emperyalizmle onur kırıcı bir işbirliğine girmeyecektir. ABD ve İsrail karşısında diz çökecek güçler diasporadaki eski Şah yanlıları ve PAK gibi İsrail yanlısı marjinal Kürt güçleri olabilir sadece. Savaşın çok uzadığı koşullarda kimsenin henüz çok ihtimal vermediği İran istihbaratı ve silahlı kuvvetleri içinden “darbeci” bir kliğin çıkması da söz konusu olabilecektir. Tarihi bir örnek olarak Nazizm’in yenilgisinin kesinleştiği bir anda başarısız bir komplo olsa da Hitler’e karşı böyle bir güç çıkmıştı. Valkyrie Harekâtı olarak da adlandırılan 20 Temmuz komplosu, Adolf Hitler’e suikast düzenlemeyi ve 20 Temmuz 1944’te Nazi rejimini devirmeyi amaçlayan başarısız bir girişimdi. Komplocular, çoğunlukla Wehrmacht (Alman Silahlı Kuvvetleri) subaylarından oluşan Alman direnişinin bir parçasıydı.

DOĞU KÜRDİSTAN VE PJAK: Ne savaş ne diktatörlük! Öz savunma ve öz yönetim önceliğimizdir. İsrail SDG üzerinde yürüttüğü “yönlendirici” diplomasiyi PJAK üzerinde çok daha manuplatif düzeylerde uygulamaya çalışacaktır. SDG Suriye iç savaşının içinde İŞİD, TC ve Suriye Milli Ordusu çetelerine karşı direnerek büyük bir sabırla kendini var etmiştir. Esad’ın hızlı, beklenmedik düşüşünün ardından yine aynı hızla TC ve ona bağlı SMO çeteleriyle mücadele etmek zorunda kalması onu geçmiştekinden daha fazla “Koalisyon Güçleri’nin ve TC ile aynı hızla sahaya giren İsrail’in diplomatik desteğiyle karşı karşıya bırakmıştır.  PJAK ise Kandil’deki merkezin İran ile sağladığı ilişkiler üzerinden on yıldır, İran’la çatışmasızlık içinde kendi bölgesinde omuzunda silahı olsa da sadece demokratik siyaset araçlarıyla faaliyet yürütmektedir. “Jin Jiyan Azadi“ sürecinde kitle mücadelelerine ön saflarda katılsa da İran rejimiyle olan çatışmasızlık anlaşmasına riayet etmiştir. PJAK’ın, ABD, İsrail ve Avrupa etkisinden uzak olduğu için Apo çizgisine çok daha doktriner temelde bağlı olduğu söylenebilir. PJAK’ın siyasi programında devrimci halk savaşı ve federasyon/özerklik yoktur. Son 11 yıldır TSK’ya karşı hiçbir silahlı eylem gerçekleştirmemişlerdir. Kuzey’deki Kürtler (PKK) gibi silahları bırakma anlayışında olmadıklarını deklere etmişlerdir. Yansıra İmralı’dan yapılan demokratik toplum ve legal siyaset anlayışını desteklediklerini ifade etmektedirler.

İRAN’DAN SONRA SIRA TÜRKİYE’DE Mİ?: Türkiye NATO ülkesi olduğu için değil, her ne kadar denediyse de bölgede hegemonik bir güç olamadığı için “şimdilik” hedef değildir. TC, İran düşürülmeden ya da sonu belirsiz iktidar kavgalarına sahne olmadan önce Kürt meselesinde ciddi adımlar atmalıdır. Bunu yapmadığı takdirde elbette sıra ona gelebilir. TC Libya savaşında öne sürdüğü “Mavi Vatan” tezinden çark etmedi mi? Etti. Mısır’da Rabia işaretiyle Mursi’yi destekleyip Sisi’ye olmadık hakaretlerde bulunup Mursi zindanda öldürüldükten sonra Sisi ile el sıkışmadı mı? El sıkıştı. Suudilerin İstanbul başkonsolosluğunda gazeteci Cemal Kaşıkçı vahşice öldürüldükten sonra Erdoğan Suudi Kral Salman’a “katilsin” demedi mi, dedi. Sonra onunla da barışmadı mı? Barıştı. Ve Suriye’de “PKK’nin koludur, teröristtir” dediği, Esad kaçtıktan sonra Karakozak köprüsünde aylarca çatıştığı, bombaladığı SDG/YPG’yi meşru bir güç olarak kabul etmek zorunda kaldı mı? Kaldı. Böyle bir hegemon güç olabilir mi peki? Olamaz. O yüzden şimdilik İsrail’in hedefi olacak düzeyde değildir. İsrail’in çıkarlarının karşısında olmayan onun düşmanı değildir!

                                                                          *******

Zagros Dağlarında Fordo Nükleer Tesisi

İsrail’in İran’a yönelik göstere göstere gelen saldırısına ilşkin bir önceki yazımızda ABD’nin savaşa bilfiil katılımı yönünde kapsamlı bir değerlendirme yapmaktan imtina etmiştik. Çünkü bu konuya dair elimizde henüz yeterli somut veriler yoktu. O yüzden çok doyurucu olmayan genel bir değerlendirmeyle sınırlı kalmıştık. Ancak hiçbir savaşın önceden öngörülemeyen bir doğaya sahip olmasından kaynaklanan ve somut durumda  bizim bir “muamma” olarak gördüğümüz  ABD’nin savaşa aktif katılımı, yeni olgularla artık ciddi bir ihtimal haline gelmiştir. O yüzden mevcut durum  çok daha detaylı ele alınmayı hak ediyor.

Savaşın 8.gününde güncel olarak öne çıkan ve tartışmaların merkezi haline gelen yazı başlığımızdaki beş konuyu ele alacağız. ABD’nin savaşa aktif katılımı, bunun göstergesi olarak B-2’lerle Fordo Nükleer tesisinin vurulması, İran’ın savaş bilançosu, devletin ve rejim muhaliflerinin durumu, Doğu Kürdistan ve PJAK’ın duruşu ve Ortadoğu savaşlarında İran’dan sonra sıranın TC’ye geldiğine dair hummalı tartışmalar!

Fordo Nükleer Tesisi

2002’de kurulan Fordo ’daki Nükleer Tesis, Kum kentine yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta, Zagros Dağları’nın içine oyulmuş şekilde yer alıyor. Ana zenginleştirme alanı, yer seviyesinin yaklaşık 80 ila 90 metre altında.

“Bu derinlik, tesisin hava saldırılarına karşı büyük ölçüde korunaklı olmasını sağlıyor. İçeride 2 bin 700 adet gelişmiş santrifüj bulunuyor. Tesisin yıllık en az iki nükleer bomba yapımına yetecek kadar silah sınıfı uranyum üretme kapasitesine sahip olduğu düşünülüyor.” ( Medyascope Haber)

İran’ın yer altındaki nükleer yakıt zenginleştirme tesisi Fordo, yalnızca fiziksel olarak değil, jeopolitik dengeler açısından da dünyanın en kritik nükleer altyapılarından biri olarak kabul ediliyor.

“ABD Hava Kuvvetleri’ne ait B-2 Spirit tipi bombardıman uçakları tarafından taşınabilen GBU-57/A “bunker buster” (sığınak avcısı)  bombası, Fordo’ya zarar verebilecek dünyadaki tek konvansiyonel silah. Ancak bu bomba bile yalnızca 60 metre derinliğe kadar inebiliyor. Fordo’nun daha derinde olması, tek seferde imha edilmesini imkânsız hale getiriyor. Uzmanlar, bu tesise yönelik olası bir saldırının ancak birkaç ardışık bombardımanla başarıya ulaşabileceğini belirtiyor.” (Medyascope Haber)

Fordo tesisinin yerin yüz metre altında olduğunu belirtmeliyiz. Bu yüzden B-2’lerin atacağı “bunker” bombalarının bu derinliğe inebilmeleri için birbirini müteakip sayısız salvolar yapması gerekmektedir. ABD’nin elindeki B-2’lerin sayısı bu ardışık saldırıları başarabilecek performansı sahip mi? Beyaz Saray Durum Odası’nda tartışılan en önemli meselelerden biri budur.

13 TON AĞIRLIĞINDAKİ SIĞINAK DELİCİ GBU-57/A

IAEA’nın son raporlarına göre Fordo, İran’ın kısa süre içinde silah sınıfı uranyum üretme kapasitesine sahip tek tesisi. Bu nedenle hem İsrail’in hem de Batılı devletlerin birincil hedefi konumunda. Ancak derinliği ve korunaklı yapısı nedeniyle doğrudan bir saldırıyla etkisiz hale getirilmesi son derece zor. ABD’nin olası müdahalesi, yalnızca askeri değil, uluslararası hukuk açısından da ciddi sonuçlar doğurabilir.

ABD Savaşa Bilfiil katılacak mı?

Öncelikle İsrail’in İran’a yönelik saldırısının “nükleersiz İran” dan İran’da rejim değişikliğine evrildiğini artık çok somut olarak söyleyebiliriz. İş artık İran’ın düşürülmesinin ötesinde, Avrasya’ya açılan yeni bir koridora sahip olma noktasına gelmiştir.

Kimi çevrelerin ABD’nin kendi şartlarıyla İran’ı masaya oturtabileceği aşamada bu savaşın sona erebileceğine yönelik görüşleri giderek anlamsızlaşmaktadır. Eğer savaş kendi stratejik akışını yakaladıysa, moral üstünlüğü ele geçirdiğine emin olduysa, nihai hedefe ulaşmaktan bağımsız olarak onu durdurmak çok mümkün değildir.  Savaş tüm taraflar açısından artık geri dönülmez bir aşamaya ulaşmıştır. İran bile ABD’nin nükleer enerji konusundaki tüm taleplerini kabul etse dahi bunun bir işe yaramayacağını çok iyi bilmektedir. Nükleerler meselesi Aksa Tufanı’ndan beri her gün bir adım daha yaklaşılan İran müdahalesinin en uygun zamanda devreye sokulan çok işlevsel, yararlı bir aracıydı sadece. Bugün bunun görülmemesi mümkün değildir.

Trump ’ın 17 Haziran’da Kanada’daki G-7  zirvesinden erken ayrılıp  Beyaz Saray Durum Odası’nda ulusal güvenlik toplantısı yapmasının nedeni elbette İsrail-İran savaşına yönelik yeni planlar ve kararlar alınmasına ilişkindi. Birincil gündemin ABD’nin İsrail ile birlikte İran’a karşı aktif savaşa katılıp katılmayacağı olduğunu bizim gibi herkes tahmin ediyor. Bunu bize düşündüren çeşitli gelişmeler de var. Örneğin stratejik bombardıman uçaklarının menzilini uzatan 30 adet yakıt ikmal uçağının Avrupa’ya yollanması, Nimitz uçak gemisi ve onunla aynı sınıftan olan daha modern ikinci bir geminin yönünü Basra körfezine kırması, 13 bin ton mühimmat taşıyan Amerikan B-2 Hayalet Uçakların Fordo Nükleer üssünü vurmasının tartışmaya açılması ve en son sadece nükleer savaş riski durumunda ABD başkanını kaçırmakla görevli Boeing 747 model modifiye “Nükleer Kıyamet Uçağının” Washington DC’ye inmesi gibi askeri hareketlilikler mevcut “karasızlık” halinin savaşa katılım yönünde ağırlık kazandığını gösteriyor. Kaldı ki Trump ‘ın söylemleri de her ne kadar “İki hafta içinde karar vereceğim” dese de giderek savaşa bilfiil dâhil olacağı yönündedir. Yazıyı kaleme aldığımız süreçte 19 Haziran’da Beyaz Saray Durum Odası’nın tekrar ikinci bir toplantı düzenlediğini öğreniyoruz.

Savaşın başladığı 13 Haziran’dan beri Trump’ın açıklamalarına baktığımızda ABD’nin savaşa aktif katılımı konusunda ciddi bir kararsızlık içinde olduğunu görüyoruz. ABD’nin gelecek on yıllarını ciddi değişikliklere uğratacak bu karar konusunda Amerikan geleneksel devlet aygıtının olağanüstü endişeler taşıdığını söylemeliyiz. ABD’nin hala var olan “akil güçleri”  kendi seçtiği ulusal güvenlik direktörünün (Tulsi Gabbart) uyarılarını dahi dinlemeyen, kendi yardımcısı JD. Vance’ın savaş karşıtı pozisyonuna aldırmayan bir başkan ile daha ne kadar yürünebileceğini kara kara düşünüyorlar. Trump’ın Kongre’nin “sonraki gün planlaması” adı verilen savaş kararlarının alındığı süreci işletmeden kendi kafasına göre demeçler vermesi de Başkanlık Ofisi’nin ciddiyetiyle bağdaşmadığı gerekçesiyle büyük eleştirilere neden oluyor.

Trump’ın 13 Hazirandan 20 Haziran’a dek yaptığı kafa karıştırıcı açıklamalar bu konu hakkında bizim “muamma” dediğimiz durumu açıklıyor.

“İran ve İsrail anlaşma yapmalı ve yapacaklar. Tıpkı Hindistan ve Pakistan’a yaptırdığım gibi”

“İsrail’in saldırısı mükemmeldi, dahası gelecek”

“İsrail İran çatışmasında ABD’nin rolü yoktur”

“İran- İsrail savaşına girebiliriz”

“Tahran’ ı tahliye edin”

“İsrail’in Hamaney’i öldürme planını veto ettim”

“İranlılar Beyaz Saraya gelmek istiyor”

“İran hava sahası tümüyle bizim denetimimizde”

“Tahran’dan geriye hiçbir şey kalmadan önce anlaşma yapalım”

“Yakında barış olacak”

“Son kararı zamanı gelmeden bir saniye önce veririm” (Gazetecilerin savaşa katılacak mısınız sorusuna verdiği cevap!)

Hem tehditkâr hem uzlaşmacı bu açıklamalar Nixon doktrinini andırıyor. Soğuk Savaş döneminde Başkan Richard Nixon tarafından kullanılan bu teori, bilinçli şekilde belirsizliğin sürdürülerek karşı tarafın sindirilmesini amaçlıyor. Trump’ın İran yaklaşımında da bu teoriyi benimseyenler var.

ABD’nin İran saldırısına mühimmat, istihbarat ve elektronik harp anlamında daha derinlemesine katılması, bu minvalde başlatılan bu büyük saldırının hazır bu kadar mesafe alınmışken nihai amaca yönelik olarak daha da sivriltilmesi söz konusu iken, İran’ın salt nükleerler meselesinde diplomatik olarak teslim alınması ile yetinileceği sanırız hiç kimse tarafından artık gerçekçi bulunmayacaktır. ABD;  İngiltere, Almanya ve Fransa ile birlikte bu durumu masaya yatırmış olmalı. İran’ı bu kadar geriletmişken elimizde de hazır tüm  “pis işlerimizi temizleyecek ” (Alman dışişleri Bakanı İsrail için söylüyor) böylesi aman tanımayan bir güç varken neden ilerlemeyi sürdürmeyelim diye tartıştıklarına eminiz.

İsrail’in savaşın ilk gününde İran’ın üst düzey askeri lider kadrosunu vurmasından murad ettiği, mevcut askeri hiyerarşiyi dağıtıp İran savunmasını etkisiz hale getirerek rejimin hızla çökmesini sağlamaktı. Trump ‘ın İsrail’in Hamaney’i öldürme planını veto ettiğini söylemesi bile bu psikolojik savaşın bir parçasıydı. Sonuçta ABD ve İsrail’in istediği olmadı. Hızlı bir siyasal çözülme ve askeri bozgun yaşanmadı, tersine İran, Tel Aviv ve Hayfa kentlerine etkili balistik füze vuruşları yaparak karşılık verdi.

Beyaz Saray Durum Odası’nda ABD’nin savaşa aktif olarak girdiğinde karşılaşacağı sorunlar da tartışılmış olmalı. Tahminen bunları şu şekilde sıralayabiliriz.

1- Körfez ülkeleri (Katar, Bahreyn, BAE) ve Irak’taki stratejik Amerikan askeri üslerinin İran tarafından vurulacağı ihtimali çok yükselecektir. İran füzelerinin hemen karşısındaki Körfez ülkelerine varış süresi sadece 2 dakikadır. Yani, ABD’nin savaşa doğrudan katıldığında hedef olacakları kesindir.

2- ABD’nin katıldığı bir savaş petrol fiyatlarını hızla yükseltecektir. Savaşın 7. Gününde varili hala 70 dolar seviyesinde olan ham petrol fiyatı (bugün 78)  100-200 dolarlara yükselebilir. Yansıra İran eğer Hürmüz Boğazı’nı da kapatma girişiminde bulunursa bu durum dünyanın birçok ülkesinde ciddi ekonomik-mali krizlere ve şoklara neden olabilir. Çünkü Hürmüz dünya petrolünün beşte birini karşılayan bir bölgedir. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla 1973’de Yom Kippur Savaşı sırasında petrol üreten Arap ülkelerinin ABD’ye karşı uyguladığı ambargodan kaynaklanan enerji fiyatlarının yükseldiği, yakıt kıtlığının arttığı duruma benzer bir kriz doğabilir.

Ancak İran, ABD savaşa aktif olarak girmeden Hürmüz’ü kapatmayacaktır, bekleyecektir. Kaldı ki Hürmüz’ü kapatmak o kadar da zor değildir. Mayınlama ve Devrim Muhafızları Ordusu’nun kamikaze küçük sürat tekneleri bu işi kolayca gerçekleştirebilirler.

3- Yemen’deki Husi güçleri Kızıldeniz’deki ABD ve İngiltere donanmalarına saldırılarını artıracaktır.

4- Irak, Lübnan, Yemen ve Filistin ve Suriye’deki İran destekli “Proxy güçler” ( Vekil kuvvetler) 7 Ekim’den sonra aldıkları ciddi darbelere rağmen sadece bölgedeki askeri üs ve tesislere karşı değil, her türlü ABD hedefine karşı harekete geçecektir.

5- ABD’de Cumhuriyetçiler içinde “savaş karşıtı” izolasyonist grupla ( “Önce Amerika” diyen en sağcı kanat) geleneksel Cumhuriyetçi şahin kanat arasında ciddi ayrışmalar yaşanabilir. Sonuçta Trump “savaşları bitireceğim” diye iktidara gelmişti. Söz konusu sağcı kanat ABD-İsrail ilişkilerinden bir hayli rahatsız olan, ABD’nin İsrail’in bu kadar peşinden gitmemesi gerektiğini savunan bir kanattır. Trump ‘ın Rusya-Ukrayna savaşını bitireceğine ilişkin iddialı sözlerine rağmen bunda başarısız olması, İsrail-İran savaşına dâhil olup benzer bir hüsranı yaşaması riskini beraberinde getirmektedir. O yüzden Trump engizisyon başkanlığına devam edip cellatlığı İsrail’in sürdürmesini yeğleyebilir. Ancak “Gazze’ye neden nükleer bomba atmıyoruz?” diyen Cumhuriyetçi senatörlerin peşinden gitmesi de mümkündür!  Amerikan devleti içinde, özellikle Neo-con denilen Hristiyan Siyonistlerde Yunan mitolojisindeki “Tanatos kültürü” son 20 yıl içinde müthiş gelişmiştir. Tanatos kültürü ölümün tecessümüdür. Ölümün ilahi kişileşmesidir. Bu İsrail’dir. Korkusuzca öldürme yetkisine sahip olduğunu düşünmektedir. Amerika’nın Hristiyan Siyonistleri İsrail’in yarattığı bu kültüre imrenerek bakmaktadırlar.

6- Emperyalist-siyonizmin İran’ın  “Gazzeleşmesi” yönündeki muradı İran direnişinin uzaması durumunda Afganistan tarzı uzun vadede kaybedeceği bir savaş senaryosuna dönüşebilir. İran, Gazze gibi ya da savaş yorgunu Suriye gibi hızla sonuç alınıp yıkılacak ya da rejimi değiştirilebilecek bir ülke midir? Bu konuda ABD’nin kafasında, yaşadığı Afganistan deneyiminden dolayı birçok soru işareti olduğunu düşünmek gerekir. Afganistan’ın tarihte yaşadığı birçok işgale rağmen gösterdiği inatçı direngenliğin bir benzerini  İran’da da yaşar mıyız  sorusu sanırız ABD’nin beynini dumura uğratan bir sorudur. Sonuçta Şii kültürü ve İrani milliyetçilik te öyle kolay dize getirilecek bir güç değildir. İsrail’dekine benzer şekilde İran kimliği de ulus ve dinin kaynaşmasından oluşmuş bir kimliktir.

Pers Uygarlığı, Şia Kültürü

Şiilik, Fars uygarlığının tarihsel gelişimi içinde ona en uygun İslami kültürdü. Çok hızlı ve kolayca birbirleri içinde erimelerinin nedeni Fars’ın kendi bölgesinde ayrıksı, egemenlik altına alınmaya direnen bir uygarlık olması, Şia’nın da İslam içinde Emevi ve Safevilere karşı ezilenlerin bir dini olmasıdır. Fars medeniyetinin milattan önceden beri dünyadaki ilk dinlerden biri olan Zerdüşt inancına sahip olması onun sonradan karşılaştığı İslam’ın egemen Sünni yorumunu benimsememesinin başlıca nedenidir.  İran, Fars uygarlığı ve ezilenlerin muhalif dininin birleşimiyle oluşmuş bir ulus olarak Ortadoğu’nun 3000 yıllık en kadim medeniyetidir. ABD tarihte Pers imparatorluğunu ( Pers ve Fars aynı anlama gelmektedir) yıkan Büyük İskender’in rolünü oynamak istese de Persler bu yenilgiden sonra tekrar tekrar ayağa kalkmışlardır.  Emperyalizm, otokton halkların kendi uygarlıkları üzerinde kökleştikleri topraklardan sökülüp atılamayacağı gerçeğine gözlerini kapamıştır. Onların liderlerini öldürüp manevi çöküntüye uğrattığını zannederken bunun halklarda çok daha büyük bir hınç ve öfke yarattığını hesap edememektedir. Bir Kerbela olayının sadece özel bir yas günü değil, yüzyıllardır bu halkların günlük yaşamına bile ne kadar sirayet ettiğini anlayamamaktadır. Coğrafyadan söküp atmanın imkânsızlığı işte Gazze’de görülmüyor mu?  Gazze halkı onca yıkıntılar arasında bir oraya bir buraya gönderiliyor ama ülkesini terk etmiyor!  Naziler Yahudi soykırımı için gözden uzak özel kamplar yapmışlar, Yahudileri buralarda gizli gizli yok ediyorlardı. Soykırım gerçeği, savaş sırasında kamplarda yaşayanlar dışında hiç kimse tarafından fark edilemedi. Savaştan sonra bu gerçekle yüzleşildi. Oysa bugün soykırım Gazze’de tüm dünyanın gözü önünde TV’lerde canlı yayınlanıyor! Kamplara, gaz odalarına gerek kalmadı, bombalanan şehirlerin kendisi bizzat kamp alanı olarak kullanılıyor.  

7- ABD’nin İran savaşına dâhil olduğu koşullarda bunun yaratacağı ciddi jeopolitik değişiklikler Rusya, Çin ve BRİCS devletleri tarafından nasıl karşılanacaktır? Bu konuda ilk yazımızda, bunun ABD açısından ciddi sonuçları olabileceğini söylesek de, bu görüşü revize etmemiz gerek, çünkü bu düşünüş tarzı sanki hala eski “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda yaşadığımız yanılsamasını yaratıyordu. Bugün gerek Rusya gerekse Çin, İran’ın düşürülmesi durumunda emperyalizmin Avrasya’ya doğru çok ciddi askeri bir gedik ve çok büyük bir ekonomik koridor açacağı gerçeğini görmelerine rağmen, gerekli muhalefeti göstermekten acizdirler. Adeta ABD emperyalizminin girdiği bu savaşlarla yorgun düşeceğini, ekonomisinin kötüye gideceğini, tüm dünya devletleri tarafından daha da nefret edilen bir ülke konumuna geleceğini düşünerek büyük bir yanılgı yaşıyorlar.  Rusya ve Çin’in ABD karşısındaki bu “bekle ve gör” ve  “zamanını kolla” politikası da emperyalizm ve proleter devrimler çağından kalma hükmünü çoktan yitirmiş bir politikadır. Yükselen güç ABD zorbalıkla kazandığı her zafer sonrası kendi celladıyla birlikte dünyanın imparator gücü olmaya, yeni pazar alanlarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirmeye biraz daha yaklaşmaktadır. Finans kapitalin ardındaki güçler gerekirse taktik nükleer silahlar kullanılmasını dahi gündemlerine alacak kadar büyük bir hezeyan içerisindedirler. Rusya ve Çin durumun bu raddeye gelmesini elbette hesap ediyorlar ancak tam bu noktada karar vermeleri gereken şey nedir? “Zamanını kolla” mı yoksa ciddi ve kararlı önleyici müdahaleleri hayata geçirmek mi?

8- ABD’yi düşündüren bir diğer mesele, ABD toplumu, muhalefeti ve teknokrasisi içinde ABD’nin fiili olarak içinde olmasa da İsrail ile birlikte karar alıp başlattığı bu savaşın zamansız olduğu ya da bir erken doğum özelliği taşıdığı, bu yüzden istenilen hedeflere ulaşılamayacağını düşünenler olması ve bunun ciddi bir muhalefet odağına dönüşebileceği riskidir.

9- Bush döneminde ABD Irak savaşına girme gerekçesini  “Saddam kimyasal silah üretiyor” yalanıyla meşrulaştırmıştı.  Şimdi de “İran neredeyse Atom bombası yapma aşamasına geldi” yalanı gündeme getirilebilir. Amerikan toplumu ve dünya kamuoyu geçmişteki gibi aynı gafleti gösterir mi, işte bu çok şüpheli. Sonuçta her savaş maddi bir gerekçeye dayanmalı. Bunlar çok güçlü delillere, eylemlere dayanmak zorunda. Açıktan askeri bir saldırıya uğramak, ekonomik sabotajlar, yurtdışındaki diplomatik, ekonomik, mali kurumlarının saldırıya uğraması, siyasi liderlere yönelik suikastlar ve ya rehin almalar vb. durumlar gerçek birer savaş nedenidirler. İran’daki gibi kanıtlanmamış, somut delillere dayanmayan sadece soyut tehdit algılamasıyla bir savaş başlatılamaz. Bu insan beni hiç sevmiyor, benden nefret ediyor diye onu vuramazsın! ABD dış politikası ABD polislerinin ırkçı-faşist pratiğine benzer. Korkularının esiri olarak masum insanları öldürme pratiğidir bu. Teslim olan bir insanı yere yatırıp kelepçelerken o insanı boğarak öldürmek bilinçli bir cinayet değilse, geriye sadece büyük bir korkunun ürünüdür demek kalıyor.

10- Astarı yüzünden pahalıya gelmesi meselesi! İran’da yine kazanamayacağı, yıllara evrilen kaotik bir savaşa girmenin ABD hazinesinden trilyonlarca dolar çıkmasına neden olabileceği… Mesela Yemen’de ABD çok ciddi etkili vuruşlar yapmış ama bunu kısa tutmuştu. Çünkü Yemen’in attığı füzeleri durdurmak için attığı savunma füzelerinin tanesi 10 milyon dolardı! Oysa Yemen’in kullandığı füzeler bunun onda biriydi!

ABD’nin savaşa girdiği koşullarda yaşayabileceği tüm bu ciddi olumsuzluklara rağmen, ABD içinde bu savaşla kazanacaklarının kaybedeceklerinden daha fazla olacağına inanan kesimler vardır. Bunlar elbette Demokratlar ve geleneksel Cumhuriyetçiler içindeki İsrail yanlısı Hristiyan Siyonist gruplardır. Amerikan basınında bu meseleyi tartışan gazeteler bu konuda Pentagon içinde de ciddi ayrışmalar olduğunu bildirmektedir. Cumhuriyetçiler içindeki en sağcı WASP kanadı ise daha önce söylediğimiz gibi İsrail’in peşinden gidilmesine karşıdır. Trump savaş konusunda kendi ulusal savunma direktörünü değil, Hıristiyan Siyonistleri dinlemektedir.

Önümüzdeki günlerde ABD’nin savaş kararının nasıl şekilleneceğini göreceğiz. Bu,  üst üste toplandıkları savaş kabinesi sonrası yaptıkları açıklamalara bakılırsa, ABD açısından çok kolay bir karar olmayacaktır. Sadece Ortadoğu ve Avrasya’nın gelecek on yıllarını değil, ABD’nin kurumsal devlet yapısı ve ekonomik-sosyal döngüsünün geleceğini de şekillendirecek bir karar olacaktır bu.

İslami Rejimin Durumu

İran’ a gelirsek, rejimin adeta bir “ölüm-dirim kavgası” verdiğini söylemek abartılı olmaz. İran’ın özellikle İran-Irak savaşından sonraki güvenlik doktrininin, düşmanı sınır ötesinde kurumsallaştırdığı Proxy güçlerce  (karşıt güçlerin birbirlerine doğrudan saldırmak yerine üçüncü bir tarafın vasıtasıyla mücadele ettiği savaş türüdür.) karşılama üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Düşmanı “ileriden karşılamaya” dayalı bu Şii Hilal, 7 Ekim’den sonra kurumsal olarak çökmese de çok ciddi fiziki ve moral bir yenilgi almıştır.

İran’ın fiziki, askeri ve siyasi durumu; Proxy güçlerin askeri etkinliği zayıflamıştır. Balistik füze rampalarının yüzde 40’ı imha olmuştur. Bölgesel hava üstünlüğünü yitirmiştir. Birçok nükleer tesisi vurulmuştur. İstese de nükleer silah üretme kapasitesi çok uzun yıllara ötelenmiştir.  Komuta kademesinde, askeri hiyerarşiyi ciddi zafiyete uğratan kayıplar yaşamıştır. Sınırlara doğru göç hareketleri başlamıştır. İsrail saldırılarına karşı hep yüksek perdeden konuşan İran, ilk günden yediği ağır darbe ile itibar kaybına uğramıştır. Bu kaybı Şia ideolojisinin verdiği moral kuvvetle tersine çevrilmesine uğraşsa da bu, tabanında konsolide ettiği farsi-şii kitleleri bir yere kadar götürür. Rejime ideolojik olarak bağlı bu azimkâr doktriner kitlenin dışındaki İrani halklar rejimin kan kaybı üzerinden geleceğe dair kendi planlarını yapma hakkına kavuşmuşlardır. İsrail karşısında özellikle balistik füze ve kara savaşı araçlarıyla hacimce çok daha güçlü askeri bir yapıya sahip olmalarına rağmen, teknoloji ve istihbaratı onlar kadar üst düzeyde birleştirecek kabiliyete sahip olamamaları en ciddi handikapları olmuştur. İran içlerinde MOSSAD’ın kurduğu dron teknolojisi F-35’lerle koordineli olarak İran’ın askeri –siyasi liderleri ve bilim insanlarını yok etmiştir. Kısa bir süre önce bu eylemin bir benzerinin Rusya’da beş hava üssüne yönelik yapılması (adeta karbon kopya!) üzerinde düşünmeye değer bir durumdur.

Yalnız İran, Demir Kubbe’yi delmeyi başarmıştır. Anlaşılan o ki Demir Kubbe kısa süreli savaşlarda daha etkili. Savaş uzadıkça ve gelen füze sayısı arttıkça savunma gücünün azaldığı söylenebilir. İran’ın atmosfer üstü hipersonik füzeleri ise Demir Kubbeyi çok daha rahat aşabilmektedir. İsrail’in elinde ne kadar füze kaldığı, ABD’nin bu konuda nereye kadar kargo taşımacılığı yapacağı ise en önemli sorular arasındadır.

En önemlisi İran müttefiksizdir! İran’ın arkasında onu askeri planda fiili olarak destekleyecek bir devlet yoktur. Çin, Rusya, Yemen, Pakistan, Kuzey Kore, Cezayir ve BRİCS içindeki birkaç ülke daha siyasi- diplomatik olarak onu desteklese bile, hatta ona büyük kargo uçakları ile silah ve mühimmat yardımı yapsalar da savaş meydanında ve hava sahasında İran tek başınadır. İran’ın uluslararası planda çetrefil bir durumu vardır. Rusya ve Çin onun anti-Amerikan duruşuna büyük değer biçmekle birlikte, bunu uzun vadeli bir kader ortaklığı düzeyine çıkarmamışlardır. Yani böylesi günler için çok gerekli olan stratejik bir ilişki değildir bu. Zaten İran’ın da içinde yer aldığı BRİCS, NATO gibi bir savaş örgütü değil, ekonomik bir işbirliği örgütüdür.

İran üzerinden savaşın “küresel bir hal” alıp almayacağı sorusu, onun müttefiksiz olmasıyla cevabını bulmaktadır. Yani İran’ın kendisiyle birlikte savaşa dâhil olacak, ona eşlik edecek başka bir gücü yanında görememesi savaşın küreselleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Dünyada ABD, İngiltere, İsrail ve Avrupa devletlerine karşı kurulmuş bütünleşik bir askeri pakt olmaması, Batı emperyalizmine karşı olan güçlerin sadece taktik temelde geçici işbirlikler içinde hareket etmeleri, ABD ve bağlaşıklarına müthiş bir kolaylık ve hareket serbestliği tanımaktadır. İran bu hareket serbestliği içinde hedef olmaktan kurtulamamıştır. İran ile aynı kampta olanlar bir benzetme yapacak olursak,  ona içine düştüğü Afrika bataklığından kurtulması için bir sarmaşık uzatmaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Bataklıkta debelenen bir insanın ona uzatılan sarmaşığı yakalasa bile kendini kurtaramama ihtimali filmlerde gösterilenin aksine epey yüksektir! İran, ABD emperyalizmine karşı her biri ayrı baş çeken, bütünleşik merkezi bir güç olmaktan uzak, sözüm ona “çok merkezli bir dünya” isteyen muhalif devletlerin bu zaafının kurbanı olan ilk devlet olmayacaktır.

İran saldırısından sonra İsrail’in bölgede “hegemonik güç” olduğu, bunu pekiştirdiği çok tartışılıyor. Ama bu tanımın içeriğinde tam olarak ne var Hegemon olmak salt amansız bir askeri güç olmak mıdır? Bunun ekonomi politiği, kültürel saikleri ve tarihsel zemini yok mudur? İsrail’in Ortadoğu’nun hatta dünyanın en nefret edilen ülkesi olması onun geleceği açısından ciddi bir beka sorunu oluşturmuyor mu? Ülkeleri bombalayarak hegemon güç olunmaz! Halkların iradesine rağmen rejim değiştirmeye çalışılarak da hegemon olunmaz. 

Savaşta galibiyet ve zaferin en temel göstergesi bir tarafın diğer tarafa kendi iradesini kabul ettirmesi ise,  İsrail ve ABD İran’a karşı henüz bu başarıyı elde etmekten uzaktır. Ama nihai sonucu elde edinceye kadar savaşmakta kararlı oldukları da aşikârdır. En azından İslami rejimdeki doktriner yapıyı parçalayana kadar bu savaşı sürdüreceklerdir.   İran rejimi ise şu aşamada iradesini kısa sürede teslim edecek gibi görünmemekle birlikte, ABD katılsın katılmasın artık geri dönülmez bir savaşın içinde olduğunun bilincindedir. Bu savaşın 45 yıllık doktriner Şia egemenliği için bir kader savaşı olduğunu bilerek onlar da sonuna kadar direneceklerdir. Eğer tam bir tasfiye noktasına gelirlerse, ya Nazi Almanya’sındaki Valkyrie tipi bir askeri darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalırlar ya da bölgesel iddialarından vazgeçmiş, daha ılımlı bir İslami alternatifi kendi elleriyle hazırlayarak rejimi kademeli olarak terk ederler. Tabi bu terk ediş kendi konsolide tabanlarını uzaktan yönetebilecekleri araçları yaratarak olacaktır.  Devlet içinde ileri gelen mollaların bu durumda İran’da kalmalarının koşulları kalmayacak, -gidecekleri yer Rusya olmasa da-   sonuçta Beşer Esad’ın yolunu izleyeceklerdir. Tarihin bir cilvesi olarak bu sefer diasporada olan Molla rejiminden geriye kalanlar olacaktır. Tek bir önemli farkla, Şah destekçilerinin tersine arkalarında onları destekleyen kitleler olmaya devam edecektir.

TC Devleti Savaşa Girer mi?

Baştan belirtelim Türkiye savaşa girer mi sorusu ile Türkiye İsrail ile savaşa girer mi sorusu her ne kadar birbiriyle bağlantılı gibi gözükse de birbirinden çok farklı sorulardır. Giriş kısmında İsrail ile TC’nin aralarında büyük bir çıkar çatışması olmadığı için böylesi bir durumun kısa vadede yaşanmayacağını belirttik. Karşılıklı direkt bir savaştan ziyade dolaylı yol ve araçlarla, üçüncü ülkeler üzerinden, istihbari girişimlerle yıpratma hamleleri, askeri operasyonlar olması ise pek muhtemeldir.

7 Ekim’den sonra start alan Ortadoğu savaşlarında İran’dan sonra sıranın TC’ye geldiğine dair yürütülen hummalı tartışmalar konusuna kısaca değinmek gerekiyor. Bu “tehlikeyi” burjuva cenah ve devlet içinde ilk gören demesek de ilk kez yüksek sesle dillendiren Devlet Bahçeli olmuştur. Stratejik ve tarihsel egemen devlet aklının güçlü bir kanadını temsil eden Devlet Bahçeli, bu öngörüsünden sonra Meclis’te DEM Parti sıralarına yönelerek “her şeyi başlatan” o beklenmedik el sıkışmayı gerçekleştirmiştir. Peşi sıra Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya çağırmış, umut hakkından bahsetmiş ve ilerleyen zamanda Başkan Apo’dan  “kurucu önder” olarak söz etmiştir. İsrail’in İran’a yönelik saldırısından sonra da İsrail’den “küresel emperyalizmin kiralık katili, şımarmış ileri karakolu, bölgesel barış ve istikrarın amansız muhalifi” olarak bahsederek “İsrail’in İran’a karşı 13 Haziran saldırısı göstermiştir ki her an tedbir ve teyakkuz halinde olmak coğrafyamızın bize yüklediği sorumluluktur” diyerek dolaylı yoldan Türkiye’nin de tehdit altında olduğunu söylemiştir. Erdoğan’da son konuşmasında “her zaman cenge hazırlıklı olacaksın” diyerek Türkiye’ye yönelik olası savaş tehdidinden bahsediyordu.

Türkiye’nin bir NATO ülkesi olması İsrail tarafından dolaylı ya da dolaysız bir saldırıya uğramasını engelleyen en büyük hukuki-yasal güvence gibi gözükse de, bu bakış açısı da eskisi kadar güçlü bir doktrin olamayabilir. Rusya’dan S-400 aldığından beri TC, NATO içindeki eski güvenirliğini yitirmiş görünüyor. Kaldı ki TC de özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, teşebbüsün ardında ABD’nin etkin bir rol oynadığını bildiğinden kendini zihinsel olarak eskisi kadar NATO’ya ait hissetmiyor. TC’nin şu andaki ruh hali, ulusalcılık ve Avrasyacılıkla terkip bir neo-İttihatçılıktır. NATO’ya üye olmakla birlikte, NATO’dan bağımsız hareket kabiliyetine kavuşmak isteyen bir devlet görünümü çiziyor. ABD’li kimi dış politika yazarları “İran Türkiye’nin provasıdır” demeleri boş söz değildir. İran’ın çökmesi, eğer TC, Kürt meselesini burjuva- demokratik tarzda çözemez ise Türkiye’nin çökmesini değil ama en azından çok ciddi bir şekilde istikrarsızlaşmasını beraberinde getirir. İşte asıl o zaman İsrail’in çok ciddi askeri ve istihbari hamlelerine maruz kalır. TC’nin Kasr-Şirin anlaşmasından beri dostluk ilişkisi içinde olduğu, yüklü miktarda petrol ve doğal gaz aldığı, birlikte Kürtleri baskı altında tuttuğu tarihsel komşusunu kaybetmesi şimdiden öngörülemeyen tehditleri beraberinde getirecektir.

Kısa vadede TC’nin savaşa – (en azından “teknik” olarak) –   girmesine neden olabilecek tek olasılık, -ABD’nin de savaşa aktif olarak katıldığı koşullarda –  İran’ın Malatya Kürecik ’teki NATO’ya ait füze savunma ve radar üssü ile Adana İncirlik hava üssünü hedefleri arasına alması gibi gözüküyor. (İran’ın İsrail’e attığı balistik füzeleri anında Avrupa’daki NATO üslerine bildirmesiyle Kürecik stratejik bir rol oynamaktadır. İran füzelerinin yarı yolda vurulmasını sağlayan Kürecik üssündeki radar sistemidir.) Nasıl ki II.Cihan harbinin sonuna kadar tarafsız kalıp Nazilerin yenileceği kesinleşince Almanya’yı düşman ilan edip müttefik güçlere katıldığını beyan ettiyse, bugün de kendince çok daha meşru bir gerekçeyle safını ABD’den yana seçecek ve o çok istediği Doğu Kürdistan’ı da de stabilize etme hayalleri doğrultusunda savaşa girecektir. TC bugün savaşa girmez, savaşa gireceği koşullar oluştuğunda ise hedefi sadece Doğu Kürdistan olan bir savaş olur.

ABD’nin İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum’da nükleer silah depoları olduğunu da burada hatırlatalım.

ROJHİLAT ve PJAK

Rojhılat’ta bulunan Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’nin mevcut savaşın İran halklarının aleyhine gelişmesi karşısında şimdiden örgütlenme ve mücadele çağrısı yapması gayet yerinde bir çağrıdır. Bunu Leninist “emperyalist savaşı iç savaşa çevirin” prensibinden ziyade Doğu Kürdistan’da yaşayan Kürt halkının emperyalizm ve diktatörlük güçleri karşısında kendi bölgesini savaştan uzak tutarak koruma ve güvenli kılma çabası olarak görmek çok daha doğrudur. Bunu “Ne savaş ne diktatörlük” şeklinde somutlayabiliriz.  Savaştan dolayı molla faşizminin bu bölgedeki yönetim erkinin kırıldığı noktada, Kürtlerin yapacağı şey kendi doğallığında yerel iktidarlarını kurmak ve geliştirmek olacaktır. Rojava’dakine benzer şekilde.

PJAK’ın yaptığı çağrıda “Jın, Jiyan, Azadı” sloganının kullanılması elbette göz ardı edilemez. Bu slogan, faşist molla rejiminin düşürülmesi koşullarında İran’da devrimci demokratik bir iktidar değişikliğinin temel sloganı olacaktır. Muhtemelen devrimci halklar, milli Fars burjuvazisi ve İşbirlikçi bürokratik burjuvazi arasında geçecek olan iktidar mücadelesinin bizim tarafımızdan sahiplenilecek sloganı “Kadın, Yaşam ve Özgürlük” sloganı olacaktır.  Eğer işçi sınıf ve emekçi halkların egemenliğinde “Yeni İran” oluşursa, Jin Jiyan Azadi, bu yeni ülkenin temel felsefesi olarak tüm bölge halklarına ilham olacaktır.

Şimdilik, İran’daki tüm ezilen halkların ortak bir demokratik cephede buluşup buluşamayacağı henüz öngörülememektedir.

TC’nin İran Kürdistan’ındaki bu hareketlilik durumunda eskiden olduğu gibi karşısında kendisi gibi sömürgeci bir muhatap (Mollalar) bulamayacağı gerçeği onu elbette çok endişelendirmektedir. Bölgeye askeri olarak girdiği koşullarda hiçbir şey Suriye’deki gibi olmayacaktır. Suriye’de mesela Afrin’deki gibi kalıcı yerleşim ve üsler elde etmesinin önündeki en büyük engel sadece Kürt kuvvetleri olmayacaktır. Beluci ve Güneyli Azeriler de buna karşı duracaklardır. Kaldı ki rejim değişikliği ve ya işgal koşullarındaki bir ülkeye karşı “de facto” yeni bir operasyon, sınır ötesi harekât ya da irredantist politikalar gütmek hem uluslararası savaş hukukuna aykırıdır hem de uluslararası protesto ve kınamaları beraberinde getirecektir. Tüm bunlar bir kenara, böylesi bir hamleye ilk önce İsrail karşı duracaktır.  Yansıra Öcalan’ın Nisan ayında Pervin Buldan ile yaptığı görüşme notlarında, “Kandil’in İran’a, SDG’nin ise İsrail’e yakın olduğunu” ifade etmesi ve kendisinin en başından beri Kürt meselesine İsrail’in karıştırılmaması gerektiğini savunduğunu söylemesi gayet önemlidir ve ciddi bir uyarı niteliğindedir. Bu minvalde TSK ve MİT’in Doğu Kürdistan’daki hareketliliği PJAK’ın Öcalan çizgisinde hareket edip etmemesine bağlı olarak değişecek, TC egemenleri buna göre bir yol haritası oluşturacaklardır. Doğu Kürdistan ve PJAK TC’nin İran’da savaşa girme gerekçesidir. Hem de kendisine oradan askeri bir saldırı olmamasına rağmen!

Sömürgecilik’te Bir İstisna ya da İstisnai Sömürgecilik

Nerede bir Kürt varlığı varsa o TC’nin bekası için bir tehlikedir! Herhangi bir varlığın hareket tarzı veya eyleminden dolayı değil de bizzat o varlığın kendisinin, var olmuş olmasının tehdit olarak algılanmasıyla karşı karşıyayız.  Amerikan polisinin keşke hiç var olmasalardı dedikleri Afroamerikalıları potansiyel bir düşman olarak görmesi gibi. Naziler Yahudi ırkını reddetmiyorlardı, varlıklarını kabul ediyorlar ama insan soyunu bozan en aşağı ırk olarak görüyorlardı. O yüzden toplumdan temizlenmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Türk milliyetçiliği ise çok uzun yıllar Kürtleri farklı bir halk olarak kabul etmedi. Böyle bir ulus yoktur dediler. Onları asimile etmeye çalıştılar. Aslında bunun Kürt varlığını kabul anlamına geldiğini de düşünemediler. Asimilasyon farklı bir halkı kendine benzetmek değil midir? Başka hangi amaçla devreye sokulur ki? Varlığını bildikleri hatta ülkenin kurtuluşunu birlikte sağladıkları kardeş halkın sonradan toplumsal varlıklarını reddetmeye, tarihte bıraktıkları izleri silmeye çalıştılar. Bir insanı, “doğuştan gelen varlığınla bu dünyayı kirletiyorsun” diyerek öldürmek mi yoksa doğuştan gelen varlığını inkâra zorlayarak bunu kabul etmediği için öldürmek mi? Hangisi en aşağılık öldürme biçimidir? Bir Yahudi Yahudi olduğu için öldürülüyordu. Bir Kürt ise Kürt olduğu için değil Türklüğü kabul etmediği için hakarete, işkenceye uğruyor, hapislere atılıyor gerekirse yargısız infaza tabi tutuluyordu.  Yahudi olduğu için öldürülen Yahudi’den Siyonizm’in en bağnaz, en kan dökücü biçimi ortaya çıkarken, Türk olmayı kabul etmeyen Kürdün mücadelesinden dünyaya örnek olacak bir insanlık ve halk direnişi çıkmıştır. Bir insanın bastırılan gerçek kimliğinin bilincinde olarak onu dışa vuramadan, legalize edemeden yaşamaya mahkûm etmek ne demektir? Bir insanın her sabah gerçek kimliğini gizleyerek kendisi olmayan bir kimlikle evinden çıkması ne demektir?  Doğduğunda annesinden öğrendiği dilin yasak olması, bu dili konuşamaması ne demektir?   Hayat boyu utanç içinde, ruhunu hayatla bütünleştirmeden yaşaması demektir. Kürtler utanç içinde yaşamaya karşı 40 yıl önce ilk kurşunu sıkmışlar ve bugünlere gelmişlerdir. Ne İran, ne Irak ne de Suriye bu sömürgeci devletlerin hiç biri Kürt dilini, kültürünü, tarihini, sosyal yaşamını reddetmediler. Kürtleri sadece kendi özerkliklerini isteyen “ayrılıkçı” düşmanlar olarak gördüler ama varlıklarını reddetmediler. TC, Kürt realitesinin Osmanlı ve çok daha öncesinden gelen tarihsel varlığını çok iyi bildiği halde neden cumhuriyetle birlikte böyle bir toplumsal varlık olmadığı iddiasını geliştirdi? Dünyadaki sömürge savaşlarında işgalci hiçbir devlet ele geçirmeye çalıştığı ülkedeki halkın ulusal kimliğini, kültürünü, dilini reddetmemiş, bunu kendine fazla dert edinmemiştir. Çünkü asıl gayeleri açık pazar, hammadde kaynakları, jeopolitik mülahazalar, dünya hâkimiyetinde yükselmek,  ticaret yollarına yakın olmak ya da ele geçirmek vb. vb.dir. Bu anlamda TC sömürgeciliği dünyada çok istisnai bir sömürgecilik tipi yaratmıştır. Sorunun çözümünü güçleştiren ve engelleyen en önemli husus işte bu istisnai durumdur. İstisnai sömürgeciliktir!  

İran’da Rejim Muhaliflerinin Durumu

İran’da hali hazırda var olan diğer devrimci demokratik güçlerin kısa bir özetini yaparak bitiriyoruz. Bu güçlerin baskı rejiminden dolayı bugüne kadar sesleri çok az duyuldu, o yüzden dünya kamuoyu tarafından fazla tanınmıyorlar. İlerleyen zamanda ne kadar öne çıkacaklarını, etkili olup olamayacaklarını, ortak bir cephe kurup kuramayacaklarını, iktidar içinde yer alıp alamayacaklarını hep birlikte göreceğiz.

İçerideki ve dışarıdaki İran rejim muhalifi gruplarda hareketlilikler görülmektedir. Mesela PJAK ve TUDEH savaşın İran işçi sınıfı ve ezilen halklarına vereceği kitlesel ölümler, göçler, aşırı yoksullaşma vb. zararlara karşı “Kadın Yaşam, Özgürlük”  perspektifiyle örgütlenme ve mücadele çağrısı yapmaktadırlar. Bunlar emperyalist savaşın işini kolaylaştırmak maksatlı ya da onun gücü üzerinden fırsat yaratma amaçlı sonu işbirlikçiliğe giden girişimler değil, emperyalist savaşı İran halklarının lehine devrimci bir savaşa dönüştürme çabalarıdır.

İran Komünist Partisi/Komala, Abdullah Öcalan’ı rehber alan Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), İran Kürdistanı Demokrat Partisi (PDKI), İran Kürdistanı Devrimci Emekçiler Topluluğu/Komala (KŞZK) ve Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK). Bu parti ve örgütlerin her birinin gerilla kuvveti de mevcut.

PAK İsrail’den yana tavır aldığını beyan etmiştir.

Ayrıca Beluçların ulusal nitelikli politik İslamcı Cundullah örgütü, Belucistan Halk Partisi ve İran Belucistanı Birleşik Cephesi, Azerilerin Güney Azerbaycan Ulusal Uyanış Hareketi, Araplarınsa Al-Ahwaz Demokratik Dayanışma Partisi gibi ulusal mücadele güçleri faal durumdalar.

Diaspora güçleri ülkeden en kopuk kesimdir. Ancak ABD savaşa girerse kısmen etkili olabilirler. Eski Şah yanlıları ülkede toplumsal temelleri artık hiç olmayan bir tabakadır. Bu kesimler için İran’lı aydınlar “Hiçbir şeyi affetmediler ama hiçbir şey de öğrenmediler” demektedir.

İran’ın savaş ve savaş sonrasında etkili olabilecek asıl toplumsal sınıf ve tabakaları; İşçi sınıfı, kadınlar ve gençlerden oluşan seküler Farsi Şiiler, devlete bağlı muhafazakâr Farsi Şii kesimler. Bunlar orta sınıf ve en yoksullar içinde sayılabilir. Kürt, Azeri ve Beluciler gibi İran’da yaşayan ezilen halkların emekçileri, Fars milli burjuvazisi ve onu yöneten Ayetullahçı asker-sivil bürokrasi (Devrim Muhafızları Ordusu) . Yoksul köylülük ve tarım işçileri çoğu eyalette Fars egemen kimliği dışındaki halklara mensupturlar. Çok açıktan, aleni olmasa da ABD ve İsrail’in yancısı olabilecek ticaret ve sanayi burjuvazisi ise çok zayıf bir kesimdir. Bunlar her daim Ayetullahçı mollalara muhalif olan bugün Pezeşkiyan ’da temsilini bulan reformist kesimlerdir. Dikkat edilirse ne ABD ne de İsrail Pezeşkiyan ve çevresini hiç hedef göstermemekte, isimlerini hiç zikretmemektedir.

ORTADOĞU’DA YENİ BİR MİLAT!…

Tüm bunların ötesinde, peki ya meselemiz emperyalizm ve yerel ya da bölgesel diktatörlükler arasındaki çelişkinin ötesinde ise? Demek istediğimiz, bu çelişkinin çözülmesi ile aslında hiçbir şeyin henüz çözülmemiş olduğudur. Suriye’de Esad kaçtı, ordusu çözüldü, zenginler yeni rejime ve ABD’ye kapılandı. Emperyalizm burada egemenliğini ilan ederek esaret altındaki ulus, ulusal topluluk ve azınlıkların sorunlarını çözmüş mü oldu? Onlara özgürlüklerini mi verdi? HTŞ ile SDG arasında, HTŞ ile Nusayriler, Dürziler arasındaki çelişkiler hala kıyasıya devam etmiyor mu? HTŞ demek ABD, İsrail, TC ve Suudi Arabistan demek değil mi? Suriye halklarının kaderi Esad diktatörlüğünden emperyalizmin eline geçmedi mi? Bu çok daha temel yeni bir çelişki değil mi? Emperyalizmin Suriye’de tüm halklar için demokratik özgürlükler kurabileceğine kim inanıyor? İran’da rejim değişikliği olursa o da işte böylesi benzer bir sürecin içinden geçecektir. O zaman “Ne savaş ne diktatörlük” sadece bugünkü çelişkinin adıdır geleceğin değil! Ortadoğu’daki bu yeni emperyalist-Siyonist dizayn ilk başladığı yerden Gazze’den son bitiş noktası olan İran’a kadar kaçınılmaz olarak antiemperyalist toplumsal devrimlerin tohumlarını ekmektedir. O zaman savaş bizim için yeniden başlamamakta mıdır?  Halkları baskılayan köhne diktatörlükler yıkıldığında halkların karşısında sadece emperyalizm kalıyor. Bunu düşünelim. Ortadoğu’da yeni toplumsal mücadelelerin karakteri nasıl olmalıdır? İran belki de bunun ilk örneği olabilir! Ortadoğu’da tüm dünyayı şaşırtan yeni bir miladın başlangıcı… Sadece köhnemiş diktatörlükleri değil emperyalizmi de alaşağı eden yeni bir nefes…  

 Tufan Yakın