İsrail’in İran Saldırısının Ardındaki Gerçekler – Tufan Yakın

İsrail, Dünyanın En Terörist Rejimidir. Emperyalizmin Gönüllü Taşeronu, Kurulduğu Günden Beri Ortadoğu Halklarının Kanı ile Beslenen, Kendini Bu Şekilde Yaşatan, Katil Bir Devlettir.

İsrail saldırısını İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı bir savaş ilanı olarak değerlendirmek yerindedir. Fiili olarak da BM yasalarına göre de bu saldırı gerçek bir savaş ilanıdır. İran hemen ertesi gün göndere kırmızı bayrak çekerek hâlihazırda bir savaş içinde olduğunu tüm dünyaya duyurmuş, ülkesini Siyonizm’e karşı savunacağını ilan etmiştir.

Bu saldırının bölgede yalnızlaşan İran’ın belini iyice kırma savaşımı mı yoksa İran’ın haritadan silineceği çok daha büyük bir savaş mı olacağı konusunda Trump-Netanyahu ikilisinin delice tasarımları düşünüldüğünde gerçekten de bu bir muammadır. Ancak bölge konjonktürü, saldırı karşısında uluslararası kamuoyunun itiraz ve kınamalarının küçümsenmeyecek derecede yüksek olması ve ABD’nin Trump’ın başa gelmesinden beri yaşadığı dış politika başarısızlıkları düşünüldüğünde şimdilik havadan havaya süren bu çatışmanın kısa vadede bir kara savaşına dönüşemeyeceği söylenebilir. Kara savaşı büyük savaştır. Hiçbir büyük gücün İran’ın düşürülmesi ile ortaya çıkacak karmaşık ve belirsiz bir geleceği öngörecek tasarımı olmadığı için henüz hazır olmadığı bir savaştır.  İradelerin teslim alınması nihai olarak kara savaşıyla belirlenir. Kara savaşı için İsrail ve İran arasındaki üç ülkenin de (Suriye, Ürdün, Irak) devreye sokulması ya da Basra Körfezi ve Körfez ülkelerine büyük bir askeri yığınak yapılması gerekir. Her iki durum da bu savaşa onlarca devletin girmesi demektir. Onlarca devletin katıldığı bir savaşa Rusya ve Çin’in seyirci kalmaması demektir. Bu da artık dillerden düşmeyen 3. Dünya Savaşı demektir.  Bunu şimdilik uzak bir olasılık olarak görüyoruz.

Burada ABD ve İsrail’in İran üzerinde yürüttüğü bambaşka bir plan olduğu çok açık. İran’ın geçmişten beri kurgulanan içerden çökertilmesi planı en ciddi olasılık olarak gündeme getirilebilir. Kesintisiz ve yoğun hava saldırıları ve önde olan askeri siyasi liderlerin suikastlarla yok edilmesi eşliğinde rejimin yorgun düşürülmesi, demoralize edilmesi ile ülke içinde ayaklanmaların zemininin hazırlanması en ciddi olasılık olarak görülmelidir. Eğer bu aşamaya geçilirse karşımıza iki durumdan biri çıkar, ya bölge üzerindeki tüm iddialarından vaz geçmiş reformist-ılımlı bir İslami rejim ya da aynı Esad gibi Rusya veya Çin tarafından ayakta tutulmaya çalışılan geleceği belirsiz, sürekli halk isyanlarının çıktığı bir rejim.

Tüm bölge dengelerini sarsan böylesi emperyalist bir saldırı karşısında Türkiye devrimci hareketinin çok net bir antiemperyalist duruş sergilemesinin önemi ortadadır. Bu tutumu “İsrail’e karşı molla rejimin yanındayız” şeklinde anti-Leninist bir düzeye çıkaran sol çevreleri bir yana bırakıyoruz. Yıllarca Molla rejimi tarafından büyük baskılara uğrayan TUDEH’in bile İsrail saldırısını kınarken İslami rejimle arasına mesafe koyduğunu unutmayalım. Yaptıkları açıklama şöyle:

“İran Tudeh Partisi, ülkemizin ulusal egemenliğini ihlal eden İsrail askeri saldırısını ve terörist eylemini şiddetle kınamaktadır. İran’ın ulusal çıkarlarını savunmanın gerekliliğini vurgular ve herhangi bir yabancı askeri müdahale veya saldırının İran halkının iradesine, haklarına ve çıkarlarına aykırı olduğunu düşünür. Sadece emperyalizm, onun yandaş güçleri, gericiler ve iktidardaki diktatörlük gerginliklerden ve savaştan faydalanır.”

Öte yandan bu saldırı karşısında KCK yönetiminin saldırgan İsrail ile kendini savunan İran’ı aynı kefeye koyması kabul edilir değildir. Aynı Birleşmiş Milletler gibi “taraflara” barış, itidal ve müzakere tavsiye ederek bağımsız görüş bildirmesi ya da İsrail’in tek taraflı başlattığı saldırıyı sanki iki ülke savaşıyormuş gibi her ikisini de silahlarını susturmaya davet etmesi, bölgede geliştirmeye çalıştığı enternasyonal ruha aykırıdır.  Öncelikle çatışmayı başlatan taraf olan İsrail’in kınanması gerekirdi. Sonuçta bu açıklama bölge halkları ve devrimcileri adına tam bir hayal kırıklığıdır. Dünyanın tüm meydanları bunun için ayaktayken bu enternasyonalist duygudan kopan Kürt hareketi geleceği birlikte kurmak istediği Arap, Fars, Türk, Ermeni, Asuri, Süryani, Nusayri halklarına nasıl güven verecektir? İsrail’e gerçekleştirdiği faşist saldırılar karşısında itidal tavsiye etmek, bölgede gerçekleştirmek istediği enternasyonal ruha taban tabana zıt değil midir? Bu yaklaşımla Avrupa, Güney Kürdistan ve Türkiye’deki Kürt burjuvazisinden ne farkınız kalacak? “Zulme uğramış olmak, başka bir zalimin değirmenine su taşımayı gerektirmez” diyen devrimci dostlarımızın (Devrimci Hareket) bu sözlerine biz de katılıyoruz.  Evet, 7 Ekim’den beri Kürdistan Özgürlük mücadelesi saflarında burjuva sınıfların eski marjinal konumlarından giderek sıyrıldığını, palazlandığını tespit etmek gerekiyor. Aslında geçmişteki diğer ulusal kurtuluş mücadeleleri düşünüldüğünde Kürdistan Özgürlük mücadelesinin ideolojik gücü ve devrimci askeri yapısından dolayı bu sınıfsal ayrışmayı çok uzun süre baskıladığını görürüz. Ama görülen o ki artık cin şişeden çıkmıştır. Burada hatırlatmak istediğimiz emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek perspektifi ile emperyalist savaşı “bir fırsat penceresi” olarak görmenin, ilkinin sosyalist bir yaklaşım; ikincisinin ise burjuva milliyetçi bir yaklaşım olduğudur. Avrupa’da yayın yapan PKK’ye yakınlığıyla bilinen ve sık izlenen Kürt gazetecileri bu cümleyi bilerek mi bilmeyerek mi çok sık telaffuz etmeye başladılar. PJAK’ın son açıklaması ise gördüğümüz kadarıyla böylesine bir kolaycılık ve dış destek arayışı içermiyor.

İsrail saldırısı ile “Sıra Rojhilat’ın özgürlüğüne geldi” diyerek ellerini ovuşturan Kürt burjuvazisine kötü bir haberimiz var, İran’ın çok kolay etnik gruplara bölünüp çökeceği iddialarına çok güvenmemelisiniz. Özellikle umut bağlanılan Azeriler büyük bir nüfusa sahip olsalar da Farslar kadar onlar da İran milliyetçisidirler. Fars değil ama İran milliyetçiliği Kürtleri bir yana koyarsak bütün etnik grupları birleştiren ortak tarihi bir duygudur. İran halkları binlerce yıldır farklı kimliklerine rağmen aynı coğrafyada birlikte yaşıyorlar.  İran’da rejim yıkılırsa etnik meselelerden değil, hak ve özgürlükler sorunundan yıkılır. Ayrıca İran’ın bütün milli topluluklarında İngiltere, ABD ve İsrail’e karşı çok ciddi bir düşmanlık olduğunu unutmayalım.

Oysa KCK’nın Kandil’deki temsilcileri kısa süre önce bu konuda çok daha gerçekçi ve adaletli bir tutum içindeydiler. Cemil Bayık’ın yakın zamanda verdiği röportajda İran rejimini demokratikleşme yönünde uyardığını biliyoruz. Eğer bunu gerçekleştirmezlerse dış saldırılar karşısında giderek zayıflayacaklarını belirtmiş, ama her ne olursa olsun, -onca Kürdü idam etmelerine rağmen- kendilerinin İran’a karşı emperyalist askeri operasyonlara destek vermeyeceklerini ifade etmişti. Şimdi bunun karşısında KCK’nin son bildirisi ve Avrupa’da yayın yapan kimi Kürt gazeteci ve aydınların saldırı sonrasında “Gördük işte İran kartondan bir devlettir” ya da “işte büyük bir fırsat penceresi” demeleri kabul edilir bir şey değildir. İsrail tarafından bombardımana tabi tutulan bir ülke için böyle konuşmak gerçekten büyük bir zafiyet olmanın ötesinde özgürlük mücadelesinin öz savunma stratejisini hiç anlamamak, onu bulanıklaştırmak ve dolaylı olarak İsrail ve ABD saldırısını aklamaktır.

*******

İsrail, 13 Haziran Cuma günü, 200 savaş uçağı eşliğinde “Yükselen Aslan” adını verdiği saldırılarla İran’da birçok şehri hedef aldı. Başkent Tahran’ın yanı sıra Isfahan, Tebriz, Kirmanşah ve Şiraz gibi önemli şehirlerde, içinde üst düzey komutanlar ve nükleer bilim insanlarının yaşadığı lokasyonlarla birlikte stratejik nükleer tesisleri, askeri-endüstriyel yapıları, füze depo ve rampalarını vurdu. Ne ilginçtir ki, bu saldırılan tesisler arasında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın tam denetimi altındaki İran’ın ana nükleer tesislerinden biri olan Natanz tesisi de bulunmaktadır!

İran, saldırıda Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakiri, Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) komutanı Hüseyin Selvi, DMO Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Emir Ali Hacızade, İran Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Feridun Abbasi, İslam Azad Üniversitesi Rektörü Muhammed Mehdi Tehranchi’nin yanısıra; Abdülhamid Minouchehr, Ahmadreza Zolfaghari, Seyyed Amirhossein Faqhi, Motlabizadeh, isimli bilim insanlarının da öldüğünü açıkladı.

Netanyahu’nun son bir yıldır İran’a saldırmak için fırsat kolladığı ve hatta bunu ABD ile ortak yapmanın yollarını aradığı biliniyordu. Trump yönetimindeki ABD’nin 12 Nisan’da Umman’ın başkenti Muskat’ta İran’la masaya oturup müzakerelerin ilk turunu başlatması Tel Aviv’de tepkiyle karşılanmış ve Muskat ile Roma arasında dönüşümlü olarak yapılan görüşmelerin olumlu bir havada geçmesi bu tepkiyi artırmıştı. Oldukça kaygan bir zeminde ilerleyen süreçte en kritik çıkış ABD cenahından geldi ve hem bizzat Trump hem de Ortadoğu Temsilcisi Steve Witkoff, İran’ın enerji temini için bile olsa hiçbir şekilde uranyum zenginleştirmesine izin verilmeyeceğini söyledi. Bu, İran’a barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirebilmesi için Temmuz 2015’te imzalanarak Ocak 2016’da yürürlüğe giren ve resmî adı Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olan nükleer anlaşmada öngörülen yüzde 3,67 oranının bile kabul edilmeyeceği anlamına geliyordu.

Bekleneceği üzere İran buna sert tepki gösterdi ve barışçıl nükleer kapasiteye erişme hedefinden asla taviz vermeyeceğini söyledi.

İsrail İran’ın nükleer bilim insanları ve tesislerine yönelik daha önce de saldırılar gerçekleştirmişti. Bunlardan biri İran’da nükleer teknolojinin babası olarak bilinen Muhsin Fahrizade’nin MOSSAD tarafından 27 Kasım 2020’de düzenlenen suikastla öldürülmesiydi. İran’ın sadece sözlü tepkilerle yetinmesinden cesaret alan işgal rejimi, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin, 10 Nisan 2021’de Isfahan’daki Natanz nükleer tesislerinde önceki santrifüjlere nispetle 10 kat daha fazla uranyum üretebilecek santrifüj zincirini devreye sokmasının hemen ardından bu santrale sabotaj düzenledi. Önce olayın kaza olduğunu açıklayan İran, sonra bir sabotaj olduğunu ve arkasında da İsrail’in yer aldığını bildirdi.

*******

Aslında Ortadoğu’da en büyük nükleer tehdit gücüne sahip ülkenin İsrail olduğunu bütün dünya biliyor. İsrail, kuruluşundan dört yıl sonra 13 Haziran 1952 tarihinde Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak Atom Enerjisi Kurumu’nu kurdu. Amacı nükleer araştırmaları hızlandırmak ve kurumsallaştırmaktı. Bu kurum tarafından daha sonra Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nin Waisman Enstitüsü’ne bağlı olarak nükleer araştırma merkezleri kuruldu. 1950’li yıllarda İsrail, nükleer araştırma alanında Fransa’yla iş birliği yapmaya başladı. Bu işbirliği sonucu elde ettiği yardımlarla 1958’de Nakab çölünde ünlü Dimona nükleer reaktörünü kurdu. Bu reaktörü sonraki yıllarda modernleştirdi ve geliştirdi. Nükleer teknolojiyi kullanma imkânlarını genişletmek için ABD, Fransa ve Hindistan’la iş birliği içinde olduğu bilinmektedir.

Bütün bu gerçekler Siyonist işgal rejiminin nükleer teknolojiyi geniş çaplı kullandığını ortaya koyduğu halde o, NPT’ye (Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması ) imza atmadığı gibi nükleer santrallerinin IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) tarafından denetlenmesine de izin vermemektedir. İsrail her ne amaçla olursa olsun İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasına itiraz ederken ABD, İran’a baskısının amacının bu teknolojinin silah yapımında kullanılmasını engellemek olduğunu ortaya koymaya ve bu ülkenin sıkı bir denetim altına alınmaması durumunda çok tehlikeli nükleer silahlara sahip olmasından kimsenin emin olamayacağını vurgulamaya çalıştı. Bu yüzden ona ambargo uygulama kararı aldı.

*******

ABD’nin İran’ın nükleer gücüne yönelik blokajının ardındaki gerçek sebep elbette İran İslam Devrimidir. Bu devrimle birlikte ABD karşısında gerçek bir ideolojik hasım bulmuş, Ortadoğu’daki hegemonyası ciddi bir yara almıştır. Bu devrimle birlikte petrol kaynaklarını yitirmiş ve İsrail’in bölgedeki güvenlik endişeleri had safhaya çıkmıştır. Bu devrim ABD’nin işbirlikçi Şah rejimi ile İran’a sınırdaş Afganistan, Pakistan ve Irak üzerindeki stratejik gözetimini de ortadan kaldırmıştır. Dahası, İran İslam Cumhuriyeti Körfez petrolünün dünyaya açıldığı Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’na sınırdaş olmuştur. ABD ve İsrail son 45 yıldır Ortadoğu’da kendilerine karşı Şia Ekseni gibi ideolojik bir karşı cephe kuran İran’ın bölgedeki hâkimiyetini kırmak için uğraşmaktadır.

İsrail’in HAMAS’ın Aksa Tufanı saldırısına karşı ABD’nin büyük silah ve istihbarat desteğiyle başlatmış olduğu çok cepheli savaşın en stratejik ve nihai hedefi elbette yine İran’dı. Bu noktada emperyalist-Siyonist güçler direkt İran’ı hedef almadan önce Filistin, Lübnan, Irak ve Suriye’de Şia eksenini oluşturan vekil güçleri yenilgiye uğratarak ve Haniye ve Nasrallah gibi çok önemli liderlere suikast düzenleyerek İran üzerinde ideolojik-moral üstünlük sağladılar. Kısa süre sonra Suriye’nin de düşmesiyle İran hızla bölgede yalnızlığa mahkûm edildi. Bu zaman zarfında Rusya, Çin ve BRİCS ülkelerinin hiçbiri bu izolasyona karşı anlamlı bir karşı çıkışta bulunmadılar. Uluslararası ve bölgesel koşullar İran “tehdidinin” ortadan kaldırılması için giderek olgunlaştığında devreye, geçmişten beri temcit pilavı gibi sürekli İran’ın önüne sürülen nükleer tesisler meselesi çıkarıldı. Nükleer silaha henüz sahip olmayan, sadece uranyum zenginleştirilmesi sürecini işleten İran’ a nükleer silah yapma potansiyeli ve isteği içinde olduğu için baskı uygulanmaya başlandı.

Bu genel durumun dışında 11 Haziran’da İran’ın İsrail’e ait istihbarat belgelerini ele geçirdiğini açıklaması, İsrail saldırısı öncesi dikkat çekici bir gelişmedir. Saldırı konusunda karar verilmesini hızlandırıcı bir faktör olarak görülebilir.  Konuya ilişkin açıklama yapan İran İstihbarat Bakanı, İsrail’in nükleer programına dair “stratejik ve operasyonel veriler içeren çok sayıda belge ele geçirildiğini” söylemişti.

İran tarafından yapılan açıklamalarda, ele geçirilen belgelerin içeriğiyle ilgili dikkat çeken en önemli unsur; söz konusu belgelerin İsrail’in nükleer tesisleri ile kritik altyapılarına dair bilgiler taşıdığı yönündeki iddiadır. Bu durumun İran açısından oluşturduğu kazanımın niteliği saldırıda öldürülen DMO Genel Komutanı Hüseyin Selami’nin açıklamalarında somutlaşmıştır. Selami’nin, elde edilen belgeler sayesinde İsrail’e yönelik hedef tespitinin daha “spesifik, kesin ve mutlak” hale geldiğine dair beyanı, İran’ın olası bir çatışmada İsrail’e karşı daha etkili bir saldırı kabiliyetine ulaştığını göstermektedir.

İran İstihbarat Bakanlığı’nın bu konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamalarda dikkat çeken bir diğer boyut ise, İran topraklarında yıllardır gerçekleşen suikast ve sabotaj eylemlerinin arkasındaki casusluk ağının çözümlendiğine dair iddialardır. İran’a göre, ele geçirilen belgeler yalnızca dış hedeflere ilişkin bilgiler değil, aynı zamanda iç güvenliği doğrudan ilgilendiren stratejik veriler de içermektedir. Özellikle nükleer uzmanı bilim insanlarına yönelik suikastlar, nükleer tesisler ve kritik altyapılara yönelik sabotaj eylemleri bağlamında bu ağın ifşa edilmesi İran açısından kritik bir hamle niteliğine sahiptir.

*******

Dünya’da nükleer enerjinin tarihine yakından bakmakta fayda var. 1 Temmuz 1968 tarihinde, nükleer enerji üretmek amacıyla bu teknolojiden yararlanmak isteyen ülkelerin nükleer silah üretiminin yayılmasını engelleme konusunda güvence vermelerini sağlamak için kısa adı NPT olan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması imzaya açıldı. Anlaşmanın amacı bu teknolojinin enerji üretiminde kullanılmasını kolaylaştırırken silahların yayılmasının önüne geçmekti. Anlaşma 1970’te 25 yıllığına yürürlüğe girdi.

Bu teknolojinin silah üretiminde kullanılmasını engellemek amacıyla, enerji üretimi için kurulan santralleri denetleme yetkisi de Birleşmiş Milletlere bağlı olarak 1957’de kurulmuş olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) verildi.

1995’te bu anlaşmanın süresinin dolması üzerine ABD’nin New York şehrinde geniş çaplı bir toplantı düzenlenerek süresiz olarak uzatılmasına karar verildi.

Fakat bunun nükleer silahların ortadan kaldırılması değil, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması olduğunu özellikle belirtmekte yarar var. Nükleer silahları zaten mevcut olan veya bu teknolojiyi silahlanma amacıyla da kullanmaya devam eden ülkeler üzerinde bir baskı oluşturmuyor. Asıl amacı, enerji üretmede bu teknolojiden yararlanmak isteyenlerin bundan silahlanmada yararlanmalarını engellemek için denetleme yapılmasına imkân tanıması.

Bu kısa tarihi anlatmak gerekiyordu. Ancak İran’ın bölgeden dışlanmak istenmesinin asıl nedeni, onun nükleer silah yapma potansiyelinden ziyade bölgedeki ideolojik ve stratejik konumu ve Rus-Çin bağlaşıklığı nedeni ile ABD emperyalizminin yeni pazarlara ulaşmasını engellediği içindir. Nükleer enerji konusunda İran’a yönelik adaletsiz yaptırımlar işte bu asıl gayeyi perdelemek amaçlıdır.

Haritaya Bakmak!

İran ve komşularını içeren haritaya baktığımızda İran’ın düşürülüşünün ABD ve İsrail’e ne türden kapılar açtığını da görürüz. İran’ın bir işgal savaşı ya da emperyalizmin baskılarıyla içerideki güçler tarafından düşürülmesinin Ortadoğu ve yakın Asya halkları için ise ne denli büyük tehlikeler içerdiğini gösteriyor bu harita. Çünkü işgal savaşıyla düşen sadece İran olmayacaktır. Yeni rejimin Irak, Azerbaycan, Türkmenistan, Afganistan ve Pakistan üzerinde kurmak isteyeceği hegemonyanın direkt Çin ve Rusya’nın devreye girmesini de beraberinde getireceği çok kolaylıkla görülebilir. Avrasyalı güçler son raddede kendi askeri, ticari ve mali çıkarları için İran’ın düşmesini istemezler. Kaldı ki İran’ın düşmesi Suriye’nin bin kat beteri siyasi-askeri çatışmalara da neden olacaktır. Tamam, içeride İran rejimine muhalif birçok kesim var ancak bu kesimlerin hepsinin “Mollalar gitsin ABD, İsrail gelsin” diyeceğini kim iddia edebilir ki? Yıllardır Molla rejimine muhalefet eden TUDEH bile ABD ve İsrail’in işgaline karşı çıktığını, ancak İslami rejimle mücadelelerini sürdüreceklerini ifade ediyor. İşgal edilen İran içinde hem Suriye’deki gibi işbirlikçi bir rejim oluşturmak hem de muhalif toplumsal kesimlerin ABD ve İsrail’in yanında olacağına güvenmek kurulması zor bir hayaldir. İran işgali Ortadoğu’da yenilen Şia eksenini yeniden canlandırma, antiemperyalist güçleri bir araya getirme zemini de hazırlayabileceği için (Gazze’nin aç, bitkin, savaşta yenilmiş insanlarının bile İran misillemesinden sonra yaptıkları sevinç gösterilerini izledik) sadece İsrail-ABD ikilisinin değil, Batı emperyalizmi ve işbirlikçi Körfez monarşilerinin de henüz böylesi büyük bir savaşı akıllarından geçireceklerini düşünmüyoruz. Burada çok daha başka planları olduğunu, bu planların başında daha sıkı ambargolar, daha yoğun hava saldırıları ve nükleersizleştrime politikalarıyla İslami rejimi yıpratıp, güçten düşürdükten sonra İran’ı daha önce de denedikleri gibi içerdeki muhalif toplumsal kesimler üzerinden yıkma girişimi şeklinde olacaktır.

Aşağıda başka bir haritaya daha yer verdik. Bu haritada İran’ın Azerbaycan ve Türkmenistan ile olan doğal gaz hatları ve anlaşmaları gösteriliyor. İran Türkmenistan’dan aldığı gazı Azerbaycan’a aktarıyor. Yanı sıra İran-Pakistan-Hindistan Doğalgaz Boru Hattı, İran’dan Pakistan’a doğal gaz taşımak için inşa halinde olan 2.775 kilometrelik (1.724 mil) bir boru hattıdır. Boru hattı aynı zamanda Barış boru hattı veya IP Gaz olarak da bilinir. Bu hattın müteahhitliğini Çin yapmaktadır. Çin ile İran arasındaki en büyük proje ise günlük 1 milyon varil kapasiteli Gore-Cask Boru Hattı (GCBH) projesi ve Cask limanı projesidir. Bu boru hattı ve Cask limanı sayesinde Hürmüz boğazı ABD tehdidine karşı tamamen baypas edilmiş olacak. Yaptırımlar nedeniyle konuyla ilgili resmî açıklama yapılamasa da, boru hattı ve liman projesinin Çin’le imzalanan 25 yıllık stratejik anlaşmayla ilintili olduğu tahminleri yapılıyor.

Gore-Cask Boru Hattı

İran Türkiye arasında da Tebriz-Ankara Boru Hattı mevcuttur. İran’ın kuzeybatısındaki Tebriz’den Türkiye’nin Ankara kentine kadar uzanan 2.577 kilometre uzunluğunda bir hattır.

İran doğal gazının Ermenistan ve Güney Kürdistan’a uzanan kolları da mevcuttur. Son bir örnek olarak Türkmenistan ve Çin arasında yapım aşamasında olan doğal gaz boru hattından bahsetmek gerekir. İran’ın düşürüldüğü noktada yukarıda sayılan ülkeler gibi Çin’de böylesi bir savaşın doğuracağı ciddi ekonomik kayıplar konusunda sessiz kalmayacaktır. İran savaşı demek, aynı zamanda Ortadoğu ve Asya’da enerji nakil hatları savaşı demek olacaktır. ABD ve İsrail karşısında Avrasyalı güçleri bulacaktır.

Tufan Yakın