İlerlemecilik üzerine – Tufan Yakın

TARİH BİZDEN YANA DEĞİL!

Alain Minc “Yeni Ortaçağ”  kitabına, “…Tarih, yanlış adımlarına karşı, yine de doğru yönde gitmek zorundaydı.” cümlesi ile başlar. Reel sosyalizmin çocukları olarak biz de bu zihniyetle hareket ettik, ta ki Sovyetler yıkılana kadar, hatta yıkıldıktan sonra bile. Nerden bilebilirdik ki bu tarihsel ilerlemeci anlayışın bizi yeni bir ortaçağın göbeğine kadar taşıyacağını! Tarihsel iyimserliğin bizi getirdiği noktadır bu.

Sosyalizmin, tarihsel zorunluluğun bir sonucu olarak,  Sovyetlerin varlığı koşullarında, biz yaşarken mutlaka gerçekleşeceğine olan inanç, bizzat tarih tarafından kendisine biçilen misyonun bu olmadığını biz devrimci iyimserler kuşağına çok acımasızca göstermiştir. Tarih devrimci bir kuvvet değildi! O, sadece bilincine varmamız ve dersler çıkarmamız gereken, içinde gerçekleşen olayların geleceğe yansımalarını tespit etmemiz gereken bir sosyolojiydi.

Biz, tarihsel materyalizmi bilimsel i bir teori olmanın ötesinde devrimci praksisin bir parçası olarak ta ele aldık. Ama bu praksis giderek teorinin de yerini aldı.  Devrim ve sosyalizm bizim için adeta ipi göğüsleyene kadar durmaksızın aynı hızda koşulması gereken bir yarış gibiydi. Düşe kalka da olsa bitirilmesi gereken bir koşu. Bir zafer koşusuydu bu. Hesapsız, tümüyle devrime kilitlenmiş bir koşu. O yılları yaşayan devrimcilere bir sorsanız, yarın devrim olacakmış gibi mücadele ettiklerini söyleyeceklerdir. Günlük yaşamlarının her anı devrime kilitlidir. Devrimcilik onların nefes alabildikleri tek ortamdır. Başka bir hayatı düşünmek akıllarının ucundan bile geçmemiştir. Uykuya dalmadan önce bile bir sonraki günün devrimci görev ve sorumluluklarını gözden geçirirlerdi. Onlar Che’nin o muhteşem sözünü  “Yaşamım bana ait değildir!”  rehber edindiler. Onlar Che’nin Sierra Maestra’da yaptığı gibi, ikisini de taşıyamayacağı için ilaç dolu bavulu bir kenara bırakıp mermi sandığını yüklenen insanlardı.  Peki, böylesi yüksek bir adanmışlığın eleştirilecek nesi var diyeceksiniz?

Eleştiri, devrimin engebeli, dolambaçlı bir yol olduğunu bilmemeleri ya da bu zorluklara katlanma ve bu uğurda kendilerini feda etmekten çekinmeleri değildi elbette, ama nihayetinde devrimi kendi çabaları ile gerçekleşecek bir zafer kadar, tarihin kaçınılmaz bir sonucu olarak ta görmeleriydi. Devrimi tarihin bir zorunluğu olarak kaçınılmaz görüyorlardı. Devrimci eylem, sınıf savaşımları içinden değil de tarihsel zorunluğun içinden doğan bir şeydi sanki! Devrimci eylem tarihin gücü olmasa sanki kendini gerçekleştiremeyecekti. Kendi öznelliklerini tarihi harekete geçirecek birincil bir ivme olarak değil de adeta ‘tarihin görevini’ kolaylaştıran destek bir kuvvet olarak görüyorlardı.  İlk bakışta bu çok yanlış değilmiş gibi gözüküyor ancak madem tarihe bir özneymiş gibi davranıyorsun onun sadece seni gören tek bir gözü yoktu ki! Hep bizden yana tavır koymasını bekleyemezsin. Çünkü madem o canlı bir kuvvet onun gözleri devleti, tekelleri, faşizmi ve emperyalizmi de görecektir! Tarih bizden yana değil yoldaşlar! Bunu da burada çok köşeli söyleyelim. Tarih sadece bir sahnedir, ona bu adı veren sahnedeki oyuculardır. Tiyatrodan önce sokak sanatları vardı. Tiyatroyu yaratan bu sanatçılardı. Tarih, ezilenlerin tarihi ile egemenlerin tarihi arasındaki sınıf savaşımlarının tarihidir. Tarih sınıf savaşımlarının öznesi değil, öznelerin ( Marksistler, devrimciler, kapitalistler, faşistler, kitleler, tarihçiler, sosyologlar vb.)  objektif durumu tahlil etmesi ve değiştirmesiyle tariflenen bir nesnelliktir.

Tarihe ezilenler adına sürekli pozitif anlamlar yüklemek, ona adeta emekçi sınıflar gibi devrimci roller biçmek tarihsel materyalizmin konusu olmayı bırakın, ona çok ters bir anlayıştır. Tarihsel materyalizm, insanlığın gelişiminde toplumların ilk sınıflaşmaya başladıktan sonra geçirdiği evrelerin bilimsel tanımını yapar. Kendisi bir özne değildir. Devrimci öznenin dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullandığı bir yöntemdir.

Tarihsel kuvvetler denilen ve özne ile nesnenin bir çeşit karışımı olan bu belirsiz -ya da hayali mi diyelim-  güçler dünyanın sürekli iyiye gideceğinin garantisi olarak görüldüğü vakit, ortaya Leninist “kendiliğindencilik” kavramı çıkar. Nesnelliği tayin edici gören, nesnelci devrimcilik. Ne kadar da iradi bir mücadele versen de eğer zihninin bir köşesinde nesnelliğin hep ileriye doğru, insanlığın iyiliğine doğru gideceğini varsayarsan başarılı olman mümkün değildir. Tarihin öznesi sensin, tarih kendi başına iş göremez, bununla mükellef değildir, işlevi de bu değildir. Tarih “kendisi için”  bir varlık değildir. Onu şekillendiren, anlamlı kılan, adeta canlı bir sahneymiş gibi an ’da yaşatan sınıf savaşımları ve devrimci öznelerin ta kendisidir.

12 Eylül öncesi devrimcilik ne kadar iradeci, pratikçi, eylemci olsa da zihniyet olarak nesnelciydi. Buna bir tür “silahlı reformizm” demenin hiç bir sakıncası yok.

Devrim gelecekte beklenen an değildir! Devrim “bugün ve hemen şimdi” parolasıyla verilen mücadelenin ta kendisidir. Devrimciler bazen bir sprinter (kısa koşucu) bazen bir maraton koşucusudur. Her ikisine de hazırlıklıdırlar. Geçmişin ateşten gömlek giyen devrimcileri, devrim ve sosyalizm için mücadele verirken devrimin kendi yaşam süreleri içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tartışacak kadar devrimin kısa sürede gerçekleşeceğinden emindiler. Bu anlamda onlar daha çok birer 100 metre koşucusuydular. 12 Eylül faşist darbesi bizlere devrimin aynı zamanda bir maraton koşucusu kadar sabırlı, dirayetli, uzun soluklu bir azim gerektirdiğini göstermiştir

Devrimci iyimserler kuşağından devrimci gerçekçiler kuşağına geçme dönemindeyiz artık. Umutla savaşanların dönemi kapanmış, prensip ve ilkelerle savaşanların dönemine geçilmiştir. Devrimci romantizm dönemi kapanmış, “sürrealist”, öngörülemez bir devrimcilik dönemi açılmıştır. Kalabalıkların içinden yükselen devrimci kahramanlardan sessiz ve öfkeli yığınların “anti kahramanlar” dönemine kapı açılmıştır.  Önümüzdeki parkur ne 100 metre ne de bir maraton parkurudur. Karşımızdaki birbirinden farklı maharet ve beceriler gerektiren bir pentatlon sahasıdır.   Devrimciliğin o en ateşli, en alevli döneminden geriye hiç sönmeyen,  için için yanan devrimci bir köz kalmıştır. Bu közün harlanmasıdır önümüzdeki görev.

SOSYALİZM KÖKTEN FARKLI BİR UYGARLIK OLARAK YENİDEN DÜŞÜNÜLMELİDİR!

Devrimci komünarların reel sosyalizm eleştirilerinin başında “ilerlemecilik” gelmektedir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren (  Doğu-Batı Sorunu Broşürü/ Nam Yayıncılık)  bu konudaki eleştirilerimize üzerlerine yeni taşlar koyarak sürekli devam ettik.

Reel sosyalizmin aydınlanmacı geleneğin dairesinden çıkamaması onun sonunu getiren etmenlerin başında geldiğini iddia etmiştik. İlerlemeyi kapitalizme yetişme ve onu geçme biçimiyle ele alan reel sosyalizm farkında olmadan kendi çözülüşünün temellerini atmıştır. Sosyalizm ilerleme ideolojisiyle filiz vereceği en çürük toprağı seçmiştir. Sürekli erozyona uğrayan bir topraktı bu. “Sosyalist insan”ın boy vermesini imkânsız kılan bir toprak. Bu toprakta yetişen insanların Sovyetler çöktükten çok kısa süre sonra nasıl da kapitalist tüketim ideolojisiyle sarmaş dolaş olduklarını hayretler içinde izlemiştik. Kafamızda tasarladığımız “Rus insanı bu olamaz” diyerek büyük bir hüsrana uğramıştık.

Sosyalizmi geçmişte “ahlaki bir zorunluluk”, bir “sosyal adalet” talebiyle sınırlı olarak görüyorduk. Tarihin ilerleyişine kaçınılmaz olarak yazılmış, bir gün mutlaka karşılaşacağımız bir şeydi o! Dahası tarihin yasalarının gücüyle “bilimsel olarak garantiye alınmış” bir gelecekti. Orada bir yerde bizimle karşılaşmayı bekliyordu sanki!  Bizi en çok yanıltan olgu gözü kapalı inandığımız “tarihin yasaları”  kavramı oldu. Dünya tarihine baktığımızda istisnasız hep ilerlemeyi gördük. Ama bu ilerlemelerin kendi içindeki çalkantıları, yenilgileri, restorasyonları, geriye dönüşleri yeterince çözümleyemedik. Bizim için önemli olan son tahlilde dünyanın hep ileriye doğru gittiğiydi. Gitmek zorunda olduğuydu.  Bu elbette çok büyük bir yanılgıydı. Sınıf mücadeleleri ve toplumsal ilerlemeleri bilimsel-teknolojik devrimlere indirgeyen idealist-pozitivist bir yaklaşımdı bu. Bir toplumun sosyalizme geçişi için “üretici güçlerin” gelişiminin esas belirleyici olduğunun düşünüldüğü günler artık çok geride kaldı. Aynı şekilde içinde işçilerin söz, yetki ve karar gücünün olmadığı bir proletarya diktatörlüğü de büyük bir hüsranla sonuçlandı Tarihin akışına olan inançtansa çok daha somut gerçeklere yönelmek gerektiği artık anlaşılmıştır. Marx’ın 1844’te söylediği gibi, tek gerçek  “ İnsanın alçaltılmış, köleleştirilmiş, ihmal edilmiş ve aşağılanmış bir varlık olduğu tüm koşulları devirmektir.” Böylesi somut ve yakıcı bir görevin yanında “tarihin akışına olan inancın” ne gibi bir önemi ya da anlamı olabilir ki?

Tarihin akışına ve hep ileriye ve iyiye doğru gittiğine olan inanç bize Auschwitz, Hiroşima, Dresden, Halepçe, SUR ve Gazze, bunların hangi birini açıklayabilir?

Marksizm’i ilerleme ideolojisi ve sosyalizmi tarihsel gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak gören tüm tarih anlayışlarından kopmak gerekiyor.

İnsanlığın gelişimini sadece ilerleme olarak gören anlayışlar soykırımların (Yahudi, Ermeni, Kürt,  Bosna, Filistin) modern karakterini anlayamaz. Bu suçu yalnızca eski zamanların şiddetine doğru bir gerileme olarak veya genel ilerlemecilikten -daha sonra telafi edilebilecek-  talihsiz sapmalar olarak görür.

Sosyalizm tarihin doğal, otomatik ve kaçınılmaz sonucu olarak gerçekleşmeyecektir!

Sosyalizm artık üretici güçlerin körü körüne gelişmesi ve doğanın teknoloji tarafından tahakküm altına alınması paradigmasına dayanmayan, kökten farklı bir uygarlık olarak yeniden düşünülmelidir.

Diyoruz ki, “tarihin hareketinin bilinçli dışavurumu” felsefi bir demagojiden başka bir şey değildir. Burada hiç bir özne yok. Aslında nesne de yok!

Gerçek şu ki sosyalizmin gerçekleşen hiçbir biçimi, hiçbir yerde ve hiçbir zaman burjuva uygarlığından tam anlamıyla kopuşamamıştır. Bunun kökeninde ilerlemecilik vardır. Sosyalizm sürekli ilerlemecilikten aldığı pozitif bilimlerle hareket etmiş, Marksizm’in diğer iki sacayağını, felsefe ve politikayı bilim ve teknolojiye tabi kılmıştır. Lenin’in “elektrifikasyon” tanımı Stalin’in “tek ülkede sosyalizmi” her ikisi de bilim, teknoloji ve kısmen de politik düzlemde ilerlemeyi ifade eder. Marksist felsefe bunlara eşlik etmez, dışarda bırakılır. Sosyalist gelişmenin bir ayağı eksik kalır. Üretim araçlarını bilim ve teknolojiyle geliştirebilirsin, üretici güçleri merkezi politikalarla yönetebilirsin ama bunlara bir ruh, bir irade, bir istenç verebilmen felsefeyle, sanatla, edebiyatla olur.

FAŞİZM VE İLERLEMECİLİK

Görülmüştür ki, gelişmeyi sadece “ilerleme” olarak gören tarih anlayışlılarının sonu faşizme kadar gitmiştir.

Faşizm barbarlık değildir, eski zamanların şiddetine geri dönmek ya da onun tekrarı değildir. Onu barbarlık ve vahşetle sınırlandıramayız. Yalnız şöyle bir istisnadan bahsedebiliriz, Marx nasıl ki emperyalizm kavramını kullanmadan onun uluslararası-tekelci muhtevasını saptayabildiyse, faşizmi de bu anlamda salt tekelci döneme özgü bir devlet rejimi olarak ele almamak gerekir. Yani Yahudi soykırımını gerçekleştiren faşizm tekelci dönemin diktatoryası ise Ermeni soykırımını geçekleştiren İttihatçı Pantürkizm’i de en azından bir protofaşizm olarak ele almamız gerekir. Bir kavramı sadece ortaya çıktığı dönem ve ilerisi için değil kimi geçmiş meselelerde de kullanmanın bilim dışı olduğu söylenebilir mi? Örneğin soykırım 2.cihan harbinde gerçekleşmiş ancak üzerinde herkesin hem fikir olduğu evrensel tanımını ancak 1960’larda bulabilmişti. Kavramlar belirli bir pratiğin üzerinde şekillenir ve anlamını bulur. 

Kemalizm, Baasçılık, Devlet sosyalizmleri bunların tümünün ortak noktası kendilerini modern ilerlemecilikle kamufle ederek tahkim etmiş olmalarıydı. Sosyoekonomik gelişmeyi güvenlikçi devlet ekseninde yukarıdan aşağı, halktan kopuk reformlarla geliştirmeye çalıştılar. Onlar da kapitalizme benzer şekilde toplumu, devlet elitleri, kapitalistler ve geri kalan emekçiler ve yoksullar şeklinde bölmüşler ancak ondan farklı olarak sınıflar ve tabakalar arasında çok daha geçirimsiz, katı duvarlar örmüşlerdir. Devlet kapitalizmlerinin liberal faşizmlerden en büyük farkı hak arama mücadelelerinin karşısına faşizan yasalarla, gerekirse askeri müdahalelerle çıkmış olmalarıdır.

Kemalizm’i modern bir İlerlemecilik, Kürt meselesindeki tavrını ise bu ilerlemecilikten bir sapma olarak değerlendiremeyiz. Aslında burada sorun İlerlemecilik kavramının ta kendisindedir. Aydınlanma ideolojisinin devrimci misyon biçtiği modern ilerlemeciliğin kapitalizmin gelişiminden sonra da aynı şekilde ele alınması onu tarihsel gelişmeler karşısında kör, sağır ve dilsiz bırakmıştır. Üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çarpışmasının sonucundaki devasa değişimler, aydınlanma ideolojisi ve İlerlemeciliği geçmişte yarattığı devrimci gelişmelerin çok gerisine düşürmüştür. Bu anlamda Aydınlanmacıların bilimin siyaset ve etikten koparılmasına seyirci kalmaları 20.yüzyılın yeni ırkçılığının gelişimine de zemin hazırlamıştır.

Sosyalizm aydınlanma ve ilerlemeciliğin mirasçısı olamazdı!

Marksizm, doğuşundakinden son derece farklı olmalıydı.

WALTER BENJAMİN VE İLERLEMECİLİK

“DEVRİM BİR İMDAT FRENİDİR!”

“W. Benjamin 1930’lu yıllarda İlerlemecilik fikrini kendi içinde yok eden tarihsel bir materyalizmi inşa edebilmişti. Benjamin’e göre devrim, genel olarak kabul edildiği gibi ‘tarihin lokomotifi’ rolünü oynamak yerine, trenin felakete doğru ani hızlanmasını durduracak bir ‘acil durum freni’ işlevi görmeliydi” (Enzo Traverso)

“Benjamin sosyalizmi bir bolluk cenneti olarak değil, burjuva uygarlığına karşıt olarak daha ziyade insanların birbirleriyle ve doğayla uyumlu toplumsal ilişkileri üzerine kurulu belirli geçmiş komüniter biçimlerin yeniden yaratılması olarak tasavvur ediyordu”  ( M.Lövy)

Lövy’nin Benjamin’e atıfla aktardığı pasaj, mevcut Sovyet sosyalizmi eleştirileri içinde gerekli değeri bulamamış eleştiriler içindedir. Çünkü Sovyetlerin özellikle köylü sınıflar içindeki en büyük handikabı sosyalizmin toplumsal yanını çok zayıf bırakmaları, topluma çok maddeci yaklaşmalarıydı. Benjamin “bolluk cenneti” ile tüketim komünizmini, “doğayla uyumlu toplumsal ilişkilerle” ekolojik bir sosyalizmi, “geçmiş komüniter biçimlerle” tarihte ezilenlerin yarattığı özgürlük sistemlerini kast ediyordu

Benjamin kendi sözleriyle sosyalizmi, “ hayal edilen bir gelecektense geçmişi geri almak, henüz dinmeyen kurtuluş açlığını tatmin etmek biçiminde kurgulamak gerekir” derken aslında çok daha ayakları yere basan bir yaklaşım sunmaktadır.  Benjamin sosyalizmin “hayal edilen bir gelecektense” geçmişte yaşanan özgürlük mücadelelerinden ilham alan bir ivme ile yaratılmasının çok daha gerçekçi ve verimli olabileceğini düşünmektedir. Kendi içinde Marksizm’in ütopik yanını reddetmeyen gerçekçi bir bakış açısıdır bu.

İLERLEMECİLİK VE “YARATICI YIKICILIK”

İlerlemeciliği kapitalizmin yaratıcı yıkıcılık işlevinden bağımsız düşünemeyiz. İlerlemecilik kendini en somut burada gösterir aslında. Yağmur Ormanları’ndan Kaz Dağlarına değerli madenler için ormanların yok edilmesi, yaratıcı yıkıcılık budur. Sahillerin turizm adına betonlaştırılması, terminatör tohumlar, rezidans ve kulelerle artık rüzgarın dahi giremediği şehirler, sera gazı, kurumuş nehir yatakları, dijital bağımlılığı, yüreklerinde hiçbir sızı duymadan, adeta eğlenerek cinayet işleyen çocuklar, yoksulluğu artık bir tehdit ve bir suç sayan burjuvalar; işte size kapitalizmin yaratıcı yıkıcılığı.

Marx, 19. yüzyıl kapitalizmine sömürge halklar için “uygarlaştırıcı misyon” (üretici güçlerin büyümesi)  yüklerken, aynı zamanda kapitalizmin “her ekonomik ilerlemeyi toplumsal felakete dönüştürdüğünü”  söylemesi gerçekten içinden çıkılması zor bir bilmece gibidir. Kapitalizmi yaratıcı ve yıkıcı, iki boyutuyla birlikte iç içe ele alıyor. Ancak burada sorun yaratıcılığın (üretici güçler)  yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini bilmesine rağmen bunun dünyanın ilerlemesi adına göz ardı edilebileceğini düşünmesidir. Verilen kayıplar güzel bir son uğruna verilmiştir, buna değecektir! Buna soyut gerçekçiliğin en soğuk ve hatta itici hali diyebiliriz.  İşte çokça eleştirdiğimiz İlerlemecilik fikri burada da karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizmin kendi mezar kazıcısını oluşturduğu çok güçlü teorik bir doğrudur. Ama öte yandan bu mezar kazıcılar kendi içinde oluşturdukları işçi aristokrasisi ve sarı sendikalar vasıtasıyla burjuvaziyi ayakta tutan kolonlardan biri haline de gelebilmişlerdir. Ya da gelişen üretici güçlerin bilimsel teknolojik devrimlerle gerçekleştirdiği nükleer silahlar, dron teknolojisi ve benzerlerinin yarattığı yeni savaşların uluslararası “savaş hukuku ”nu paramparça etmesi. Ve ya soykırıma varan şiddet eylemlerini olağan savaş olarak meşrulaştırması.   Burada hiç te güzel, mutlu bir son göremiyoruz. Ordu ve bürokrasinin kapitalist gelişme karşısında giderek “gereksizleşeceği”, bu da Marx’ın teorik soyutlamaları içindedir ancak öngördüğünün tersine her iki aygıt zayıflamak bir yana giderek güçlenmişlerdir. Marks’taki bu soyutlamalar işçi sınıfının zaferine ve dünyayı komünarca değiştireceğine dair duyduğu büyük güven ve inançtan kaynağını almaktadır. Ama bunun nasıl olacağına dair mekanizmalarda büyük bir boşluk vardır. Lenin bu büyük boşluğu çok kısa süren bir “İşçi Sovyetleri” deneyimiyle sadece kısmen doldurabilmiştir.

Teorik soyutlamaların politik olarak kendilerini gerçek hayatla buluşturması ne zamandaş ne de üst üste çakışma biçiminde gerçekleşiyor. Mutlu sonlar için belirli bir zamana ihtiyaç duyulduğu anlaşılıyor. Teori ve pratik farklı zaman diliminde var oluyor. Bu farklı zamanları çakıştırabilmek sadece ve sadece devrimci mücadelelerle gerçekleşiyor. Zaman çakışmasının gerçekleşmemesi teorinin tümden yanlış ya da eksik olduğunu değil,  henüz zamanlarının gelmediğini ya da politik öznelerin yetersizliğini gösteriyor. Marksist teorik soyutlamaları ele alırken burada devrimci özneleri işin içine katmadan yol alamayız. Eleştirilerimiz havada kalır. Marx çoğu soyutlama denemesinde işçi sınıfının mutluluğu ve refahı için “olması gerekeni” söyler. Eğer olmuyorsa bu “olması gerekenin” yanlış olduğu anlamına gelmez. Mesele daha çok zaman, mekân ve özne ile, bunların çakışmasıyla ilgilidir.  O yüzden Marx’ı nesnel ilerlemeler uğruna özneleri feda ettiği, buna göz yumduğu anlamına gelecek sözlerle eleştirmek doğru değildir. Bu kapitalizmin yaratıcı ve yıkıcı özelliklerinin (zıtların birliği!)  eksik kavranışıdır. Eğer ortada bilimsel-teknolojik ilerlemelerle insanın toplumsal ve kültürel gelişimi arasındaki dengeyi gözeten devrimci bir özne ve sınıf olmaz ise “yaratıcı yıkıcılık”  kendini sadece yıkıcı yönü ile gösterecektir. Bugün olduğu gibi!

İlerlemecilikte temel sıkıntı şu; siyasal gelişimin genel doğası öngörülebiliyor, ancak bu genel gelişim içinde ortaya çıkması muhtemel kimi beklenmedik durumlar, dış faktörler veya öznel sapmalarla karşılaşılabileceği iyi hesap edilemiyor. Bu düşünülse bile,  siyasal eylemin beklenen genel seyrini değiştirebileceği ya da engelleyebileceği yeterince analiz edilemiyor. Gelişimin büyük vektörel kuvveti karşısında ortaya çıkacak tüm olumsuzlukların erişilecek hedefi sadece uzatabileceği düşünülüyor; hedefe hiç ulaşamama ya da hedeften giderek uzaklaşma, ihtimaller dâhilinde sayılmıyor. Nihai zafer yürüyüşünün hiçbir fiziki engelin durduramadığı önü alınamayan bir sel kuvveti ile devam edeceğine inanılıyor.

Örneğin Lenin, Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet sosyalizminin yaşatılması için bir Avrupa devriminin gerekli olduğunu daha önce hiç hesap etme girişimde bulunmamıştı. Gerçi, Dünya Devrimi’nin güçlü işçi sınıflarına sahip gelişmiş büyük sanayi ülkeleri katılmadan gerçekleşmeyeceğini söylemiş ancak Sovyet devriminin daha ilk yıllarında önüne çıkan zorluklar karşısında (NEP, Brest Litovsk) bu teorik önermeyle pratikte bu kadar kısa sürede ve çok yakıcı biçimde yüz yüze gelebileceğini hiç hesap etmemişti. Devim karşısına çıkan sorunları çözerek ilerleyecektir, evet ama işte bunun ne kadar yetersiz olduğu görülüyor. Devrim karşısına çıkması muhtemel meseleleri de öngördüğü takdirde yere daha sıkı basacak ve işçi sınıfı geleceğe daha güvenle bakacaktır.