Evet, tam da bu konuya devam edersek, İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısı devam edecek gibi görünüyor, savaş süresinde veya sonuna doğru İran içinde askeri bir darbe veya molla rejimine karşı halk ayaklanmaları olabilir mi?
Evet, Siyonist Devlet ve ABD’nin İran’a saldırılarıyla beraber herkes sormaya başladı. Molla rejimini devirecekler mi? Devrilirse ne olur? Halbuki, Dünya Siyonist Kongresi’nin ekseninde Batılı emperyalist sistemin bugün yürüttüğü düşük yoğunluklu bölgesel savaşın perspektifinde İran rejimini devirmek diye bir şey yok. Olmamasının sebebi de şu; zaten kendileri kurdular.
1979’un şubatında İran’da muazzam bir halk ayaklanmasıyla, Şah çaresiz kalıp kaçtığı zaman bir iktidar boşluğu doğdu ve o iktidar boşluğunu ilk önce hemen doldurmaya başlayanlar Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri başta olmak üzere, İran’ın devrimci güçleri oldu, Merkezi hükümette yer almamalarına rağmen, bölgelerde ve hatta Tahran’da özellikle mesela üniversitede veyahut da Şiraz-İsfahan gibi sanayi bölgelerinde fabrikalarda etkin olan Tebriz’de en başta ve İran’ın Türkmen bölgesine kadar, Hazar’ın güneydoğusuna kadar. Bölgesel olarak iktidar odaklarının içinde ortaya çıktılar. Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri zaten ittifak halindelerdi ve bizim de onlarla çok sıcak ilişkilerimiz vardı. Siyasi ilişkiler ve onun ötesinde örgütsel ve mücadele ilişkileri. Beraber kavga verdiğimiz pek çok alan oldu.
İşte Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri’nin bu gelişimini durdurmak için Batılı emperyalistler iki şeyden yararlanırlar: Bir; halkın nezdinde siyasi olarak henüz daha çok, daha etkili olan Mollalardan bir iktidar odağı oluşturmak, İki; özellikle İran Komünist Partisi, TUDEH’in reformcu ve utanılacak derecede, kepaze Molla rejimini destekleme politikasından yararlanma.
1979-1980-1981 sürecinde Halkın Fedaileri’nin ve Halkın Mücahitleri’nin, Pastar’ların kurulmasıyla birlikte- yani Devrim Muhafızları diyorlar şimdi buna- askeri güç kullanarak gelişmesini engelleme, onları bölgelerden söküp atma, bunun yerine Molla rejimini tamamıyla İran’ın hakimi pozisyonuna getirme politikası. Bunu yaparken İran Komünist Partisi de Molla rejimini destekliyor. Hayırhahtır diyerekten. O zamandan bu yana Molla rejimini desteklemek, komünist hareket açısından, devrimci güçler açısından reformist bir perspektif demeyeceğim rezil, kepaze bir perspektiftir.
Bugün de zaten aynı durum var. Yani Molla rejimi, bizatihi emperyalistlerin kendi kurdukları bir rejimdir ve İran’da kontrol edebilecekleri en hayırhah rejimdir.
Bu rejimi yıkarsa yerine ne gelecek? Yıkarsa reformist, neoliberal, ABD’ye tam bağımlı bir iktidar mı gelir? Hayır! İran halkının tarihsel karakteri buna izin vermez. Molla rejimi yıkılırsa ne olur? Molla rejimi yıkılırsa daha radikal bir çözüme doğru yöneliş olur. ABD’nin Avrupa’nın en fazla çekindiği şey bu. Dolayısıyla Molla rejimi iyidir kalsın derler.
Ne yapmak lazım? Molla rejiminin dişlerini sökmek lazım. Çünkü İran’ın Molla rejimi geçen bunca süreç içerisinde Orta Doğu’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, sonunda da Yemen’de kendisiyle birlikte hareket edecek, Siyonist devletle kapışmasını sağlayacak müdahale güçleri oluşturdu. Yayıldı, bölgeye yayıldı. İşte o bölgeye yayılışını engellemek, bölgeye yayılmış olan güçlerini tırpanlamak istiyorlar.
Şimdi artık Lübnan’da Hizbullah’ın da hareket kabiliyeti kalmadı, Siyonist devlete karşı. Halbuki 2006 İsrail Savaşı sırasında İsrail’in Lübnan’a tekrar işgal saldırısı sırasında harika bir karşı koyuşla işgali engellemişlerdi. Şimdi artık o güçleri yok. Zaten Suriye’de ve Irak’ta Haşdi-Şabi güçlerinin de bir şey yapacak halleri kalmadı. Dağıldılar. Irak’ta devam ediyor ama İran’ın kullanabileceği bir yöneliş yok artık.
Husiler daha hala kafa tutuyor Amerika’ya. Ama ABD ve Siyonist Devlet de Husileri zaten çok fazla tehdit edici bir güç olarak görmüyorlar. Ve tabi ki İran desteği olmadan ve İran’ın füze desteği olmadan, Husilerin zaten çok fazla yapacağı bir şey yok. Sadece kendi ülkelerini koruyabildiler.
İşte bu şartlar altında, İran Molla rejimi şimdi bu bölgesel savaşın geldiği noktada kendi topraklarına sıkışmış oluyor. Artık Orta Doğu’da da hüküm geçirecek halleri kalmadı. Zaten istenen de bu. Ama zaten Siyonist devletin başlattığı İran saldırısı, arkasına ABD ve NATO’yu alarak, bir danışıklı dövüş olarak gelişti, ta başından beri. Danışıklı dövüş dediğimiz, yani İsrail sen, aman yani çok fazla ileri gitme, İran sen de, makul karşılıklar ver. Trump’ın dediği makul karşılık. Sürekli irtibat halindeler zaten. Dolayısıyla İran’ın İsrail’e gönderdiği balistik füzeler çok fazla bir etkinliği yok.
Aynı zamanda İran’ın hava sahasını kontrol etmelerine rağmen İran’ı tümüyle çökertecek bir saldırı da yapmıyorlar. En son uranyum zenginleştirme tesislerini B-2’lerle bombaladıkları zaman da daha önceden zaten İran’a mühlet verdiler. İran zenginleştirmiş uranyum kaynaklarını Fordo’dan Isfahan’dan ve benzeri yerlerden çıkardı. Onları güvenli bir yere götürdü.
Bu arada bir şeyi de vurgulamak lazım. Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Batılı Emperyalistler feryat edip duruyordu. Aman efendim Rusya nükleer santralleri vuracak diye durmadan yaygara yapıyorlardı. Peki, siz vuruyorsunuz şimdi! Yani Batılı Emperyalist sistemin kafasından topuğuna kadar her tarafı sahtekârlık ve yalancılık. O sahtekârlığı burada da gördük. Nükleer tesisleri siz de vuruyorsunuz. Ama vururken önceden bir mühlet veriyor, el altından anlaşıyorlar. Yani tehlikeli nükleer sızıntı yaratacak malzemeler oradan kaldırılıyor, sonra boş tesisleri vuruyorlar.
Ama bu tabi dünya çapında bir prestij. Yani “Biz nükleer tesisleri vurduk!”
Yani İran bunu engelleyemedi. Donald Trump şov yapıyor. Eninde sonunda Donald Trump bir pazarlamacı. Eskiden mülk, emlak pazarlıyordu. Şimdi siyaset pazarlıyor. O pazarlamanın sürecinde sürekli olarak görüyor musunuz, dünyayı yöneten benim algısı yaratmaya çalışıyor. Halbuki eninde sonunda Netanyahu gibi Donald Trump da figüranlardan birisi.
Esas projeyi yürüten daha yukarıda olan mali oligarklar. Bu arada Rus oligarklarından durmadan bahsedenlere de ithaf ederim. Amerikan oligarklarından niye bahsetmiyorsunuz? Rockefellerler’den, Ford’lardan veyahut da şimdi daha fazla öne çıkan Elon Musk’lardan, Jeff Bezos’lardan, onlar oligark değil mi? Zuckerberg’lerden. Zuckerberg denen aşağılık tamamıyla Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’yla yani Amerikan Derin Devleti’yle beraber çalışıyor. Yani Meta’nın patronu, Facebook’un patronu.
Mesela Arap Baharı sırasındaki o Arap ülkelerindeki gösterilerin, halk gösterilerinin yaygınlaşması sırasında bu işi organize edenin Facebook’un bölge müdürü olduğu ortaya çıkmıştı yani. Facebook’un Orta Doğu bölge müdürü bu hareketlerin gelişmesi sırasında iletişim sağlıyor. Dolayısıyla, esas bu düşük yoğunluklu bölgesel savaşı bugün başından sonuna kontrollü olarak götüren tamamıyla ABD ve Avrupa Emperyalist mali oligarşisidir.
Emperyalist güçler tarafından yürütülen Ortadoğu’nun yeniden dizaynı operasyonu başarıya ulaşabilecek mi? Bununla bağlantılı olarak, bölgesel savaş halkların başkaldırısıyla birlikte bölgesel devrimi tetikler mi?
Halkların başkaldırısı biraz daha zorlaştı. Zaten amaçları buydu. Orta Doğu’dan yükselecek bir halkların başkaldırı sürecini engellemek. Halkların Birleşik anti-emperyalist mücadelesi, İşte o birleşik anti-emperyalist mücadeleyi gerçekleştirmek için gerekli bağlantılar, iletişimler, biriktirerek, çeşitli ülkelerde ayaklanmalarla kendini göstermeli. Bu daha süreç alacak. Ama şöyle bir şey var. Emperyalist kapitalist sistem küresel planda sıkışıyor, daralıyor. Son kozlarını kullanarak bir hâkimiyet kurmaya çalışıyor, fakat bunu devam ettirme kapasitesi yok. Bir kırılma yaşayacak. İşte o kırılma noktasına Orta Doğu Bölgesi’nin bütün devrimcileri hazırlıklı olarak girmek zorunda. Artık her ülkenin tek tek kendi başına emperyalist kapitalist sisteme başkaldırısıyla ilişkili olarak omuz omuza bir kavganın yükselmesini sağlayacak politikaları izlemek gerekiyor.
Ben son 25 senedir devamlı genç yoldaşlarıma, “2020’den sonraki çalkantıya hazırlanan emperyalizmin giderek güçten düştüğü, krize girdiği ve aynı zamanda saldırganlaştığı daha yoğun çatışmaların dünyayı sarmalayacağı kavga dönemine hazırlanın” deyip duruyorum. O kavga dönemi şimdi artık yavaş yavaş şekilleniyor.
Çünkü, Orta Doğu başta olmak üzere, dünyanın pek çok bölgesinde, Afrika da dahil, halklar, Batılı emperyalist sistemin hegemonyasını artık tamamıyla yıkım olarak görüyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nda, ikinci Dünya Savaşı’nda da yıkıyordu ama yıktığının yerine pek çok ülkede ekonomik, sosyal gelişimleri sağlayacak atılımlar gerçekleşiyordu. İnsanların sosyal yaşamlarında bir değişim, iyileşme gerçekleşiyordu. Artık bu yok, sadece yıkım var.
Bu yıkım eninde sonunda emekçi halkların tekrardan ayağa kalkışı için şimdiden bir potansiyel besliyor. Hem Türkiye’nin hem de Orta Doğu’nun tüm devrimci güçlerinin bu potansiyeli gözeterek bir kavgayı hazırlaması, organize etmesi gerekiyor.
Bu gelişmelerin Türkiye siyasetine etkileri üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Gazze saldırılarından başlayarak Orta Doğu’ya yayılan emperyalist saldırı hareketi geldiği noktada güçlü pozisyonlar kazanmış gibi görülebilir. Ama aynı zamanda tüm bölgede halklar nezdinde giderek derinleşen bir nefret ve tepkiyi de beraberinde yaratıyor. Amerika ve Avrupa emperyalistleri, Siyonist çete devletiyle hiç bu kadar haşır neşir görünmemişti kimsenin gözüne. O yüzden de geçmişte Siyonist devlete karşı çıkan belli siyasi güçler bile Amerika’ya, Avrupa’ya hayırhah bakıyordu. Hele bundan 55 sene öncesini düşünün.
Biz, Amerikan emperyalizmine, NATO’ya karşı ve Siyonist devlete karşı savaşa giriştiğimiz zamanlarda devrimci güçlere, bütün burjuva siyaset çevreleri, İslamcılar dahil, bize şimdiki tabiriyle “terörist” diyorlardı. O zamanlar terörist kavramı kullanılmıyordu da, onun yerine “anarşist”, “eşkıya” kavramı kullanıyordu.
Biz Filistin Kurtuluş Hareketi ile birlikte omuz omuza Siyonist devlete karşı savaşırken, Türkiye’deki siyasi İslamcı akımın babası olan yine Müslüman Kardeşler Hareketi’nden yaratılmış olan, her zaman ve her zaman ABD, Avrupa Emperyalizmini beslediği, desteklediği Necmeddin Erbakan Efendi bize anarşistler diyordu. Siyasi İslamcılar bile Filistin Kurtuluş Hareketi’nin gerilla mücadelesine karşı duruyorlardı, Amerika’yla saf tutarak; hiçbir zaman desteklemediler.
Bunun göstergesi ise 1969 yılı Şubat ayı, Kanlı Pazar. O zamanlar Dev-Genç öncülüğünde gençler ve fabrika işçileri Taksim’de NATO’ya karşı miting yapıyor. NATO’ya karşı miting yapan devrimci gençlerin ve işçilerin üzerine İslamcı, gerici, şeriatçı ve o sırada daha yeni doğmakta olan faşist yani CKMP’li (O zamanlar daha henüz MHP yok.) Alparslan Türkeş’in kadroları bıçaklarla ve sopalarla saldırıyorlar. Orada üç işçiyi öldürdüler.
Bu aynı zamanda bir saflaşmanın göstergesi. Gençler ve işçiler NATO’ya karşı savaşırken, mücadele verirken, İslamcısından MHP’li faşistine kadar hepsi Amerika’nın desteğiyle mücadele edenlere saldırıyor. Zaten İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem Dünya Siyonist Kongresi’nin hem Alman Derin Devleti, GLN örgütünün büyük desteğiyle Türkiye’de, NATO’da zaten Türkiye’ye girdikten sonra büyük desteğiyle hem İslamcılar hem MHP’li faşistler organize bir şekilde besleniyorlar.
Onların derdi Siyonist devlet falan değil. Anti-Emperyalist mücadele falan değil. Komünistlere karşı savaşıyoruz ayağına Amerika’nın ve Avrupa’nın maşalığını yapıyorlar. Ta oradan geldik bugünlere. Bu arada şeyi söyleyeyim, Erbakan’dan sonra Tayyip kuşağı da hiçbir zaman Filistin Kurtuluş Örgütü’nü desteklemediler. 1980’lerde zaten Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne ve Afganistan’daki halk iktidarına karşı savaşan gerici şeriatçı grupları desteklediler. Onlarla omuz omuz oldular. Hikmettin Gülbenkar’la, Burhanettin Rabbani’lerle omuz omuzalardı. Tayyip Erdoğan en başta. Beraber fotoğrafları bile var, dizinin dibine çökmüş halde. Dolayısıyla Hiçbir zaman Filistin Kurtuluş Hareketi’nin, Siyonist devlete karşı savaşını, mücadelesini hiç bir zaman desteklemediler.
Türkiye’deki siyasi İslamcıların ve gericilerin hepsinin Filistin davasını desteklemeye başlamaları HAMAS’ın çıkmasıyla beraberdir. Türkiye siyasetinde ne kadar İslamcı ve faşist kesim varsa, bunlar Filistin Kurtuluş Örgütü’nü desteklemediler. Bunlar HAMAS’ın hakimiyetini, hegemonyasını destekliyorlar. Bugün de Tayyip zaten tamamıyla HAMAS’ı destekleyen bir perspektifle Filistin halkına, Filistin hareketine bakıyor.
Ama tarihsel süreç ilerledikçe, emperyalistlerin ve Siyonist devletin Orta Doğu’daki savaşçı zorbalığı giderek ön plana çıktıkça, bu tersine dönmeye başladı. Bugünkü bölgesel savaşta ise Türkiye’de burjuva siyaset cephesinde bile MHP’sinden, Yeniden Refah’ına kadar ABD emperyalizmini destekleyebilecek, desteklemeye cüret edebilecek veyahut da onunla aynı safta durmaya cüret edebilecek herhangi bir örgüt bulamazsınız, parti bulamazsınız. Hepsi şimdi Amerika’ya karşı.
Emperyalistler bölgesel savaşta ileri adımları attı, fakat geçmişte kendini destekleyen yerel burjuva güçleri ve onların siyasi partilerini kaybediyorlar. Türkiye siyasetine etkileri bu. Yani bugün Türkiye’de yeniden ABD emperyalizmine, AB emperyalizmine ve NATO’ya karşı bir savaş perspektifi ön plana çıkarılsa, kimse buna itiraz etmez.
Şöyle de söyleyebiliriz; NATO’ya karşı mücadelelerin simgesi olan Deniz Gezmiş ve Siyonist devlete karşı savaşın en ileri gelen pozisyonundaki Mahir Çayan gibi devrimci yoldaşlarımız bugün daha hala halkın büyük çoğunluğu tarafından benimseniyor ve kucaklanıyorsa, bunun sebebi pozisyon değişikliğidir. Artık kimse onlara anarşist, eşkıya falan demiyor. Onlar haklıymış diyor. Bu aynı zamanda Türkiye’nin sol güçlerinin büyük bir kesiminin karşı karşıya kaldığı bir çelişkiyi de ortaya koyuyor. Çünkü 1990’ların ortasından bu yana, ÖDP’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye’de kurulan yasal parti süreçlerinde, bu yasal parti süreçlerinin hepsi Avrupa Birliği ile uyum perspektifi güttüler. Şimdi Orta Doğu’nun ve en başta Türkiye’nin emekçi halklarının karşısına Avrupa Birliği bölgesel savaşın kirli yüzünü temsil eden bir emperyalist güç olarak görünüyor. Biraz önce söyledim. Almanya başbakanı Merz ne diyor? Bizim kirli işlerimizi yapıyor.
Yani bölgesel savaşı buralara kadar getirenlerden birisi de Avrupa Birliği emperyalizmi. Daha yeni yapılan NATO toplantısında NATO Genel Sekreterinin aşağılık bir açıklaması var. Avrupa Birliği’ni çok güzel temsil ediyor. Diyor ki, ABD’nin İran’a saldırısı hukukidir.
Hani bırak meşrudur demeyi, bir de üstelik “hukukidir” diyor. Yani bu kadar aşağılaşıyorlar. Dolayısıyla şimdi Avrupa Birliği ile uyum sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi bir hülyanın peşinde koşup da bu günlere kadar çözüle çözüle gelen Türkiye’nin önemli bir kesim solcusu, oturup düşünmeli. Avrupa Birliği’ne kapağı atmayı daha ne kadar isteyeceksiniz? Avrupa Birliği zaten Türkiye’yi almaz.
Çünkü Türkiye için biçtikleri kaftan ve yürüttükleri proje başka bir şey. Türkiye’yi de bir İslami rejime dönüştürmek, İslami Cumhuriyete dönüştürmek ki Avrupa Birliği’nin içinde böyle bir şey olamaz. Siz ne zamana kadar daha hala Avrupa Birliği emperyalizmine kapağı atmaya çalışacaksınız? Bunu düşünmeleri lazım kara kara.
Ya yeni bir rota bulacaklar yahut da siyasi olarak çözülecekler. Çünkü halkın nezdinde hiçbir şekilde karşılık bulamaz artık Avrupa Birliği ile entegrasyon. Gelinen nokta bu. Tamam, bölgesel savaşlarda sanki üstünmüş gibi görünüyorlar ama siyaseten kaybediyorlar.
Zaten emperyalist kapitalist sistemin içine girdiği temel çelişki bu, esas kriz bu. Bölgesel savaşlarda üstün gibi görünmeye rağmen siyasi pozisyonlarını kaybetmek, siyasi desteklerini kaybetmek, bu dünyanın her yerinde oluyor. Afrika’da başladı, şimdi Orta Doğu’da devam edecek. Afrika’da başladı dediğimi biliyorsunuz. Afrika’da pek çok ülke Nijer’den başlayarak Fransız, Alman, Belçika, Amerikan, emperyalist güçlerini kovuyorlar. Yeter artık diyerek. Ve onun yerine Rusya ile Çin ile ilişkiye giriyorlar. Bir de devreye Tayyip girdi, Türkiye ile Türkiye’yi çağırıyorlar yani. Siz gelin Fransa yerine, siz gelin Belçika yerine, Almanya yerine, Amerika yerine.
Dolayısıyla, Batılı Emperyalist Sistemi’nin esas kaybı burada. Siyasi desteklerini, siyasi imajlarını kaybediyorlar. Sadece dış ticaretlerini kaybetmiyorlar, siyasi imajlarını kaybediyorlar ve artık yıkılması gereken bir güç olarak görülmeye başlıyorlar. İşte bölgelerden yükselecek halkların yeni başkaldırışının temelini oluşturacak esas zemin bu.
Ortadoğu’nun şekillenmesi sürecinde, Kürtlerin konumu ve tutumu hakkında neler söylemek istersiniz?
Batı emperyalizmi Ortadoğu’ya yönelik siyasi desteğini giderek kaybederken, Siyonist devletle birlikte halklardan sağlayabilecekleri yeni destek arayışına girdiler. Orta Doğu’daki hangi halklardan biz destek alabiliriz, kendi yanımıza çekebiliriz?
Arap halklarından çok fazla umutları yok. Arap halklarından alacakları desteği Ürdün gibi işbirlikçi, tamamıyla on yıllar boyu köpeklik yapan iktidarlarla sınırlıyorlar.
Ama göz diktikleri, Büyük Orta Doğu Projesi açısından göz diktikleri iki toplum var. Bunların başında Kürtler geliyor ve Kürtlerle ilgili perspektifleri, yaklaşımları yeni değil.
Tarih boyunca Orta Doğu’da Kürtlerin konumunu değerlendirdiğiniz zaman şöyle bir sonuca varırsınız: Kürtler Orta Doğu’nun tam da kalbinde, göbeğinde yani Mezopotamya’da yerleşik ve tarihsel derinlikleri olan, aynı zamanda hem kültürel, sosyal olarak hem de dinamizm olarak büyük yetenekler taşıyan bir toplum. Kürtler daha baştan, yani onlarca yıldan bu yana, ABD emperyalizminin ve Siyonist devletin her zaman ilgi odağında oldular. Kürtleri kendi taraflarına çekmek istediler.
İkinci toplum da Azeriler. Kafkasya’da bir diş tutturabilmek için, kendilerini destekleyecek bir halk zemini bulabilmek için düşündükleri ikinci toplumdur. Bu perspektif geçmişten beri uygulanıyor.
ABD’nin zaten kırk yıldır önünde duran bir proje var. Orta Doğu’nun göbeğinde bir Kürdistan Devleti kurmak. Bu Kürdistan Devleti’ni Siyonist Devletle kol kola ve onların etki alanında kendilerine bağımlı olarak kurmak. Bu açıdan daha önce tutturabildikleri bir diş vardı, bir tırnak tutturdular.
Irak’ta Kürdistan Federe Devleti ile özellikle petrol kaynakları üzerinden hem ABD, Avrupa emperyalistleri hem de Siyonist devlet, sıcak ilişkiler geliştirdiler. Barzani iktidarının İsrail Siyonizm’ine karşı herhangi bir tavrını göremezsiniz.
2010’lardan sonra ABD’nin, Türkiye’nin, İran’ın ya da Irak’ın, Suriye’nin etki alanının dışında kendine bağımlı Siyonist devletle kol kola girebilecek bir Kürdistan Devleti kurma projesi karşısında, Türkiye’de Öcalan’ın da o zamanlar esir alındığı İmralı’dan etkin bir şekilde yönlendirmesiyle bir çözüm süreci başlatıldı. 2012’de başlatılan çözüm süreci, ABD ve Avrupa Emperyalistleri ve Siyonist Devleti’nin hiç işine gelmedi.
Çünkü Türkiye’de çözüm süreci başlatmak demek, Kürdistan meselesini Türkiye merkezli çözmek demek. Türkiye merkezli çözmeye başladığın zaman çok farklı dinamikler ön plana çıkıyor. ABD emperyalizminin hiç işine gelmeyen, emperyalistlerin işine gelmeyen. O da şundan: Bir, Kuzey Kürdistan tarihsel sosyal ve kültürel olarak en gelişmiş Kürt bölgesidir. Ve aynı zamanda tarihten gelen birikimleriyle birlikte Batılı Emperyalistlere karşı, ABD Emperyalistlerine karşı en fazla karşıtlığın olduğu bölgedir Kürdistan’da. 1999 senesinde CIA’nin yaptırdığı bir araştırma sonucunda ortaya çıkan gerçek buydu. Orta Doğu bölgesinde Amerikan aleyhtarlığının en yoğun olduğu alan Kuzey Kürdistan.
Dolayısıyla, Kuzey Kürdistan’ı mümkün olduğu kadar geri planda tutarak bir Kürdistan Devleti kurma, Irak Kürdistanı üzerinden, Barzani Hareketi üzerine bir Kürdistan Devleti kurma projesi yürüttüler. Daha sonra, 2011’den sonra Rojava doğunca bu sefer hemen ona el attılar. Yapmaya çalıştıkları şey, mümkün olduğu kadar Kuzey Kürdistan’ı ve onun bağrından doğmuş Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi’nde ön plana çıkmış PKK’yi, KCK’yi devre dışı bırakmak. Fakat gelinen süreçte bunun öyle kolay olamayacağı görülüyor.
Bu gelişmeler, tabii Türkiye’de 2014’te çözüm sürecinin kesilerek Kürdistan’da yeniden savaşın başlatılması da zaten o çözüm sürecine ABD’nin, daha doğrusu NATO’nun, derin devletinin ve aynı zamanda o zamanki iktidarda büyük gücü olan FETÖ’cülerin müdahalesiydi. Kesintiye uğrattılar. Katliamlarla; Suruç Katliamı, Diyarbakır Katliamı, sonra da Gar Katliamı. Türkiye’de bir Türk-Kürt çatışmasının devamı, onun açısından çok elzemdi. Çünkü bu çatışma ne kadar devam ederse, Orta Doğu’da kendilerine bağımlı bir Kürdistan kurma projeleri o kadar rahat yürür.
Aynı zamanda Türkiye’de de en büyük tehdit olarak gördükleri işçi ve emekçi halklarından yükselecek bir sınıf mücadelesinin önü o kadar kesilir. O zamanlar kestiler bunu. Sonraki süreçte gördük Rojava’daki YPG güçleri, SDG, Suriye Demokratik Güçleri kontrol altında tuttukları alanda Amerika ile çok sıcak ilişkiler kurdular ve Amerika da hafızaların alamayacağı kadar mali ve lojistik destek sağladı. Örgütlenme ve eğitim desteği sağladı. Bu tabii ki Amerikan projesi, yani Kürdistan bölgesinde Amerika’ya bağımlı bir devlet kurma projesi aslında önemli bir ayak teşkil etti.
Aynı zamanda İsrail de Suriye’de Baas rejimi çöktükten sonra hemen YPG’ye sarılmaya başladı. Hemen ona el attı. Bu da tarihin bir çelişkisi. Suriye’de Baas rejiminin varlığı Suriye’deki Kürtlerin Rojava’daki etkinliğini ve hegemonyasını sürekli var etti. Baas Rejimi varken varlardı. Baas rejimi çökünce artık iş başka bir noktaya gidiyor.
Baas Rejimi’nin Rojava’da SDG’nin iktidarını kabullenmek mecburiyetinde kalmasının sebebi net bir şekilde şudur; iç savaş sürecinden sonra zayıflayan Şam yönetimi, tüm Suriye’yi kontrol edemez hale geliyor. 2012’den itibaren de, özellikle de 2013’te, 2014’te Suriye’nin Şam rejimi tarafından kontrol edilemeyen alanlarında, Emperyalistler tarafından palazlandırılan ve Irak üzerinden yönlendirilen şeriatçı, IŞİD’çi çapulcular yavaş yavaş etkin olmağa başlarlar ve bir müddet sonra tüm bölgeyi işgal ederler. O bölgeyi işgallerine karşı aynen Irak’ta olduğu gibi yine Kürt devrimcileri, yurtseverleri bir kavgaya girişir ve IŞİD’i söküp atarlar.
Şimdi, Şam rejiminin önünde iki seçenek vardır. Kontrol edemediği alanlarda ya siyasal İslamcı rejim olacak, yahut da doğrudan doğruya o bölgenin bizatihi kendi halkının örgütlenmesi olan SDG yani Suriye Demokratik Güçleri ya da YPG de diyebilirsiniz. Yani Şam rejiminin SDG’ye sempatisi yok, mecburiyeti var. Zaten o mecburiyetten dolayı da sosyal hayatın ve ekonomik hayatın pek çok alanında bağlantılar devam ediyordu. Diyelim ki devlet memurlarının, öğretmenlerin maaşlarının Şam tarafından ödenmesi dahil olmak üzere..
Aynı zamanda Deyrizor, Haseke, Münbiç ve Teşrin gibi Şam rejiminin askeri güçleriyle SDG’nin temas halinde olduğu alanlarda da çok fazla bir çatışma çıkmadı bu 10 sene içerisinde. Niye? Çünkü bir kabul var. Yani ben iktidarımı sağlamlaştırana kadar SDG sen buralara mukayyet ol şeklinde. Dolayısıyla Şam rejiminin bir federatif yapıyı kabul etmesinden kaynaklanmıyordu. Ama kontrol edemediği alanlarda hiç olmazsa SDG’yi hayırhah görüyordu, o yüzden. İşte o zaman Siyonist devlet de hakeza, YPG’ye fazlasıyla yaklaşmaya başladı.
Tam da bu noktada, Öcalan’ın Nisan ayında Pervin Buldan ile yaptığı görüşme notlarında SDG’nin İsrail’e, Kandil’in de İran’a fazla yaklaştığını ifade etmesi epey bir tartışma yarattı. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Evet, şimdi bu gelişmeler İmralı mahpusundaki Öcalan tarafından da görülüyor ve değerlendiriliyor. Öcalan’ın son olarak Nisan ayında Pervin Buldan’la görüşmesinde KCK İran’a yaklaşıyor, YPG Siyonist devlete yaklaşıyor, tehlikelidir demesinin sebebi bu.
Eninde sonunda PKK’nin doğduğu tarihsel temeller var. Öcalan PKK’nin doğduğu bu tarihsel temellere de hala bağlı. Bu tarihsel temeller de net bir şekilde emperyalizmden bağımsızlık olarak görülüyor. Ben 50 yıldır hep vurgularım. Mesela Filistin Kurtuluş Hareketi, içinde palazlanan ve güçlenen, burjuvalaşan sermaye güçlerinin kontrolünde giderek deforme olur. Çünkü o burjuva güçlerin gideceği hiçbir yer yok.
Yani Siyonist Devlet, onları asimile ederek kendi tarafına çekmiyor. Ama Türkiye’de izlenen, yüzyıldır izlenen asimilasyon politikası nedeniyle palazlanan, zenginleşen, burjuvalaşan Kürt, Türk safına geçer ve dolayısıyla Kürt emekçi hareketi, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi hep emekçi karakterini korur. Dolayısıyla PKK’nin tabii diğer Türkiye Kürdistanlı devrimci örgütlerin doğuşunda da ama sonunda PKK’nin doğuşunda da emekçi halkın tabandan gelen, yükselen devrimci etkileşimi hepsini şekillendirir. Dolayısıyla PKK hiçbir zaman emperyalizmin işbirlikçisi, onunla kol kola girmiş bir bağımsızlık mücadelesi veren bir ulusal kurtuluş hareketi olarak görülmez. Lenin’in tabiriyle, hep milli devrimci bir karakter taşır.
Şimdi, Siyonist devletle İran’la yakınlaşma bu Kürt ulusal hareketinin devrimci karakterinde bozunum yaratır. Neye döner? Barzani iktidarına döner. Yani 1970’lerin başındayken bizim gözümüzün bebeği olan sevgiyle baktığımız Barzani hareketinin temelini oluşturan Peşmerge (Peşmerge kavramı kutsaldı.) Şimdi ne oldu? Ona döner. Yani PKK’nin kırk yıllık mücadelesinin sonucunda doğmuş bir “gerilla” kavramı var. O da mı Peşmerge’ye dönsün?
Şöyle bir şey var. Şimdi, Apo’nun tekrardan yeni bir açılım olarak “çözüm süreci”ni bu sefer farklı tarzda geliştirmesinin temel sebebi şu; “Kürt sorunu çözülecekse, Kuzey Kürdistan ekseninde çözülmeli. Kuzey Kürdistan ekseninde ve Ankara ile uzlaşarak, yoksa Erbil’den veyahut da Rakka’dan, Kamışlı’dan çözmeye kalkarsan orada fazlasıyla Amerika, Siyonist Devlet ya da İran etkileri giriyor işin içerisine.”diyor.
Ama en fazla ABD ve Siyonist Devlet, İsrail. Dolayısıyla Apo’nun PKK’ye kendini feshedin çağrısı da buradan kaynaklanıyor. Yani Orta Doğu’daki bugünkü bölgesel konu, konjonktür, Kürt halkının on yıllardır sürdürdüğü ulusal kurtuluş mücadelesini riske atıyor. Onca gerilla can verdi. Ne için? Amerika’ya, Siyonist devlete bağımlı bir Kürdistan Devleti kurulsun diye mi? Bütün mesele budur. Dolayısıyla sonuçta Kuzey Kürdistan ve Türkiye içerisinde bir çözüm arayışı bugün ön plana çıkıyor.
Apo özellikle İmralı’daki hayatı boyunca çok derin araştırmalara girişti. Türkiye’de ya da Kürdistan’da başka herhangi bir siyasi şahsiyetin giremediği ölçekte derin araştırmalara girdi. Özellikle uygarlıklar tarihi üzerine. Ve geldiği son noktada Mezopotamya merkezden başlayarak tüm Orta Doğu’ya ve Anadolu’ya, Ege’ye yayılan, Akdeniz’e yayılan uygarlıklar tarihinin 12 bin senelik süreci içerisinde yaratmış olduğu değerler, birikimler, sosyal ilişki biçimleri, siyasal yapılanma biçimleri ve benzeri üzerine çok derin tahliller geliştirdi ve bunların üzerinden de tespitler yaptı.
Bu tespitlerin en başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Ulus devlet modeli, bizim uygarlıklar tarihimize ve bölgemizin sosyal kültürel yapılanmasına, tarihi yapılanmasına yabancıdır. Ulus devlet, Avrupa’da derebeylikler halinde parçalanmış olan toplumların, pazar birliğinin sağlanması için burjuvazi tarafından, devrimlerden sonra iktidara ele geçiren burjuvazi tarafından geliştirilen bir modeldir.
Ama emperyalizm çağında Avrupa burjuvazisi, özellikle İngiltere ve Fransa sömürgeleştirdiği, işgal ettiği bütün kıtalara ulus devlet modelini empoze etmeye yaymaya başladı. Afrika’yı işgal ettiği zaman, Afrika’da farklı farklı kabileler ve kavimlerden oluşan küçük küçük devletçikler kurmaya başladı.
Ulusal sınırlar, Orta Doğu’da Hakeza, İngiliz emperyalizminin Irak’taki sorumlusu, arkeolog Gertrude Bell’in Orta Doğu için çizmiş olduğu siyasal harita; ulusal sınırlar haritası bugün daha hala varlığını koruyor. Hepsi zaten göstermelik, sahte. Asya’da da aynı şey oldu.
Ulus devlet modelini emperyalistler işgal ettikleri sömürdükleri kıtalarda böl ve yönet politikasının bir parçası olarak kullanılır. Siyasal yöntemi. Dolayısıyla, APO bunların hepsini gördü ve bu tespitten hareketle, ulus devlet olmaz dedi.
Kürtler için Öcalan’ın önerdiği model tam olarak nedir ve gerçekleşme olasılığı var mıdır?
Evet bu durumda ne olur? Uygarlıklar tarihinin bizim bölgelerimizde yaratmış olduğu en muhteşem siyasal örgütlenme biçimi. Yani Federasyon. Ulus devlet değil, federasyon. Federasyon kavramı bundan üç bin sene önce çıktı, yeni çıkmadı ki.
Şimdi bizim üzerinde yaşadığımız topraklar hep federasyonlar biçimde örgütlenmiş toplumların kollektif, komunal yaşam biçimini simgeliyordu. Kollektif üretim, komünal yaşam biçimi, komünal toplumsal ilişkiler biçimi ve aynı zamanda federasyon.
Bu üç temel izlenime dayanıyordu. Dolayısıyla Öcalan bunlardan hareketle, daha Rojava ilk kurulduğu zaman yani Suriye rejiminin güçsüzleşmesi nedeniyle, Suriye Kürdistan’ında, Rojava’da SDG’nin etkinliği ön plana çıktığı zaman şunu ortaya koymuştu.
“Kollektif üretim, komunal toplumsal ilişkiler ve halk meclisleri.”
Tabi buna İranlılar ve bizim tarihimizde de Şeyh Bedrettin’den Börtlüce Mustafalar’a Şura’lar diyorlardı. Bizim tarihimiz Şura’ları doğurur. Kolektif yaşam üzerine birleşik örgütlenme modelidir Şura’lar
O Şura’ların üzerine de federasyon. İşte Apo’nun, Rojova’nın bundan 12 sene önce ilk doğuşu sırasında önerisi bu biçimdeydi. O zaman da özellikle 2012’den itibaren başlayan çözüm sürecinde şu yaklaşımı ortaya koydu: Artık ulus devlet amacıyla, bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla silahlı mücadele, fazla komplike ve sonuçsuz. Dolayısıyla, o zaman da yine Türkiye için PKK’ye Türkiye’deki silahlı faaliyetleri durdurma çağrısı yaptı.
Daha doğrusu, 2014’ün Nevroz’unda bu çağrıyı yaptı ve 1 Mayıs çağrısında da Türkiye’deki silahlı faaliyetlerin durdurulmasına yönelik PKK’nin kongresi üzerine çağrı yapacağım dedi. Fakat bunu TC devleti, o zaman Amerika’yla, tabii ki FETÖ ile bir arada o zamanlar, Fethullah Gülen Cemaati var, hepsi engellediler.
APO’yu tecrite aldılar, sesini kestiler. Peki neden? Türkiye’de Kürt-Türk silahlı çatışması ne kadar devam ederse faşist T.C devleti ve onun tepesindekiler halkı terör korkusuyla kendisine bağlar, teslim alır, terörize eder. Kürt-Türk çatışmasından TC devletinin fayda bulduğu şey toplumu terörize etmektir. Ve aynı zamanda milliyetçi şöven duyguları iyice kabartmaktır. Ve zaten yaşadığımız son 10 senelik süre içerisinde bu gerçekleşti.
Korkunç bir şövenizm, korkunç bir milliyetçilik, faşist duygular, kelle kesmeye kadar varan nefret söylemleri. Apo bunları artık Türkiye’deki sınıfsal ve siyasal mücadeleye zararlı olduğunu gördüğü için zaten o zaman Türkiye için silah bırakma önerisi yapmayı düşünüyordu. Fakat olmadı. O savaş geleneği devletin tabii ki Amerika ve NATO tarafından da sürekli desteklenen, aman ha savaşın diye destekledikleri o savaş bugüne kadar devam etti.
Fakat Orta Doğu’daki yeni dengeleri hesaba kattığında, APO artık bu silahlı mücadelenin yeterli kazanımları elde ettiği ve bundan sonra yeterli bir çözüm üretemeyeceği gördüğü için bu sefer PKK’ye tamamıyla silah bırakma çağrısı yaptı. Peki, onca yıldır süren silahlı mücadeleden sonar, Kürt Halkı’nın kazandığı ne var ki silah bırakılıyor?
Hiçbir şey kazanamadı mı? Hayır, çok şey kazandı. 1980’lerin sonunda Apo, ne yapayım ben ezik Kürt’ü diyordu. Kürtler hem kendine güvensiz hem ezik, o yüzden başka türlü eğitti.
70’lerde ve 80’lerde bu süreci biz çok yaşadık. Ama gerilla mücadelesinin getirmiş olduğu yeni açılımlarla beraber bugün gelinen noktada Kürt emekçi halkı artık ezik değil, tersine özgüvenli. Kürt halkının en büyük kazanımı özgüvendir. Onun yanında ikinci önemli kazanımı siyasal bilinçtir.
Kürt emekçileri kadar siyasal bilinci yüksek düzeyde olan başka bir Orta Doğu toplumu yok, Türkler de dahil. Apo, özgüven ve siyasal bilinç üzerinden Kürt emekçi halkının şimdi Orta Doğu’da çok farklı zeminlerde çok daha ileriye doğru hamleler yapabileceğini ve Orta Doğu halklarına bu konuda büyük katkılar sağlayacağını düşünüyor.
Yani bir yenilgi meselesi söz konusu değil, tam tersi yöntem değişikliği söz konusu. Ama getirdiği bu yaklaşımlar sadece Kürt yasal solcuların tarafından değil, aynı zamanda Türk yasal solcuların tarafından da bir türlü idrak edilemiyor. Ne yani teslim mi oluyoruz tedirginliği baş gösteriyor.
Eğer bu silahlı mücadeleyi PKK ve SDG devam ettirecek olursa, bu mücadeleyi devam ettirmenin yolu olarak dayanacağı güçler itibariyle ortada Amerika ve İsrail’den başka kimse yok. Gelinen bu noktada gerek Irak’ta gerek Suriye’de PKK, KCK ve SDG’nin kırk yıldır devam ettirdiği bağımsız bir konu var. Birilerinin maşası olmadı Kürt ulusal hareketi. Ama şimdi Amerika ve İsrail asılıyor. Bölgede kendilerine dayanak yapabilecekleri bir toplum olarak Kürtlere sulanıyorlar.
Apo da bunu görüyor. Ve aynı zamanda şöyle bir şey de var. Daha önce de vurgulamıştım. Orta Doğu bölgesinde Amerikan emperyalizminin İsrail’in de desteğiyle yıllardan bu yana devam ettirdiği bir Kürdistan Devleti kurma projesi var.
Bunu zaten açıkça ortaya koyuyorlar. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na giderseniz, Washington’a orada zaten haritasını bile görürsünüz. Bağımsız Kürdistan. Ama bu bağımsız görünür sana. Kendilerine bağımlı güçler üzerinden kurmaya çalışıyorlar. Yani başta Barzani güçleri ve sonra da şimdi de SDG. SDG’yi, Barzani gibi bağlamaları güç olur ama en sonunda yaparlar. Çünkü ekonomik ilişkiler, ticari ilişkiler, rant mevzuları falan filan derken yoğunlaşma başlar.
Şimdi APO bunu gördüğü için mücadeleyi başka bir kulvara doğru yönlendirme perspektifi izliyor.
Türkiye’de PKK silah bırakırsa, Kürt-Türk çatışması sonlanırsa ne olur?
Gayet basit. Sınıf mücadelesi ve sınıf çatışması yükselir. İşte zaten bu tehlikeyi, tehdidi gördükleri için 2014’te o zamanki çözüm sürecini engellediler. Çünkü çözüm süreciyle birlikte bir kürt Türk çatışmasında yumuşama başlar başlamaz, işçilerin ayaklanması başladı. Reno dan, Tofaş’tan, Otosan’dan en büyük otomotiv fabrikalarından. Küçük sanayiden değil, üstelik tepelerindeki sarı sendikacıları attılar.
Birkaç ay fabrikalar doğru dürüst çalışamaz oldu. Otosan kapanmak zorunda kaldı.
Bunu TÜSİAD gördü. Sınıf çatışması ortamının ön plana çıkmasını engellemenin yolu olarak da tekrardan Kürt-Türk çatışmasını başlatmak veyahut da tekrardan yoğunlaştırmak gerekir diye değerlendirdiler ve provokasyonlarla bunu gerçekleştirdiler.
Ama şimdi bunu yapamıyorlar. Çünkü o Kürt-Türk çatışması devam edecek olursa, Amerikan emperyalizminin, NATO’nun ve İsrail’in eli güçleniyor. Dolayısıyla şimdi bir “Kardeşlik türküsü” tutturmaya başladılar. Ama bunu kendileri yapmıyorlar.
Bugünkü silahsızlanma süreciyle ilgili planlamaların, yönelişlerin, taktiklerin hepsi APO’nun beyninden çıkıyor. Tayyip Efendi ve Devlet Efendi sanki kendilerinin politikasıymış gibi ortalıkta böbürlenip duruyorlar. Tabi ki Derin Devlet’in yetkilileriyle, MİT’le görüşerek de bu konuda belli bir noktaya geldiler. Devlet Bahçeli o noktadan sonra yasal plandaki seslendiricisi olarak, spikeri olarak varlık gösterdi.
Kürt Türk çatışması devam ettiği müddetçe Orta Doğu’da Kürtleri yavaş yavaş kontrolleri altına alan, (zaten Barzani aracalığıyla alınmış vaziyette), iyice kendisine bağlayan Emperyalizm kendilerine kale oluşturur ve bu arada baştan beri izledikleri politikalar itibariyle de Kuzey Kürdistan’ın emekçi halkını devre dışı bırakırlar. Halbuki Kuzey Kürdistan’ın emekçi halkı, Orta Doğu’nun hem en bilinçli, hem en kültürlü, hem de en özgüvenli halkı. Aynı zamanda da Amerika karşıtlığı en yoğun olan halk. İşte bunun için devre dışı bırakmaya çalışıyorlar.
Bu süreçte ise Kuzey Kürdistan emekçi halkı ön plana çıkıyor. O özgüveniyle, siyasal bilinciyle Türkiye’deki sosyal mücadelelerin içerisine çok daha rahat, çok daha dinamik bir şekilde dahil olabilecek. Burada bir şeyi vurgulamak lazım. Apo’nun 1995’den bu yana söylediği, Demirtaş’ın da 2010’lardan itibaren dillendirdiği bir şey. Kürt ulusal hareketini Türkiye’nin partisi yapmak. Buna ihtiyaç var.
Türkiye’de giderek derinleşen ekonomik -sosyal bunalım sürecinde, Kürt emekçilerinin, işçilerinin kendi özgüvenleriyle, siyasal bilinçleriyle bu sınıfsal mücadeleye aktif olarak katılmaları işi çok değiştirir.
Bu yüzden de ben her zaman vurguluyorum. Eğer Kürt-Türk çatışmasında silahlar susacak olursa, bunun sonucunda doğacak olan şey sınıf çatışmasının ön plana çıkmasıdır. Dolayısıyla Apo’nun ya da Demirtaş’ın bugünkü yaklaşımlarını TC devletine teslimiyet veyahut da artık çözülme ve benzeri olarak ele almamak lazım. Tam tersine kulvar değiştiriliyor, geç bile kalındı.
2014’te yapılsaydı tabii çok daha farklı olurdu ama Amerika özellikle önünü kesti. Amerika hep ön kesiyor. 90’ların ortalarından itibaren derinleşen Oslo görüşmelerinin sonucunda Apo Suriye’den çıkıp Avrupa’ya doğru yöneldiği zaman o zaman da yine Amerikan emperyalizmi Apo’nun önünü kesti. Çünkü ABD emperyalizmi Orta Doğu bölgesinde en fazla Kuzey Kürdistan’ın emekçi halkından çekiniyor. Onun öne çıkmasını istemiyor. Çünkü hem tarihsel olarak en derin, hem konjonktür olarak en bilinçli halk. Böyle halklardan çekinir ABD.
Şimdi bunu Türkiye’deki tüm Türk, Kürt, Arap, Çerkes, ne olursa olsun, hangi milletten olursa olsun, bugün sosyal mücadeleler, sınıfsal satışmalar içerisine girmiş, halkların arasına katmaya çalışıyor. Şırınga ediyor tabiri caizse. Bunu biz İstanbul, İzmir, Ankara hatta Konya gibi bölgelerde çalıştığımız zamanda hep yaşadık. Yani fabrikalardaki sınıf çatışmasında bile en ön planda, en bilinçli, en aktif olanlar. Bunu değerlendirmek lazım.
Dolayısıyla bu yeni süreç karşımıza bir dağılmayı, saçılmayı, geri çekilmeyi getirmiyor. Tam tersine yeni bir atağı gündeme getiriyor.
Türkiyeli devrimcilerin bu konudaki yaklaşımı ne olmalı?
Bir kere Türkiye’nin devrimci güçleri benim 40 senedir yaptığım öz eleştiriyi başta net bir şekilde yapmalı. Eğer Kuzey Kürdistan’dan yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi, onca kavgaya, onca savaşa rağmen, istenen, beklenen neticelere ulaşmadıysa, Türkiye’nin devrimci güçlerinin kendi ülkelerinde savaşa, mücadeleye girmemeleri ve Türkiye’de devrimci bir ayak yaratamamaları nedeniyledir.
1995’ten bu yana durmadan keskin solcularımız PKK’yi, Apo’yu eleştirir. Vay efendim, Türkiye’de egemen devlet güçleriyle pazarlık yapıyorlar, ilişkilere giriyorlar ve benzeri. Apo ta 95’ten bu yani, hep aynı şeyi söyler. Ne yani? Benim görüşebileceğim, kol kola gireceğim, destek alabileceğim devrimci bir eksen var da ben onu bırakmış mı gidiyorum o tarafa? Yok ki kimse. Veyahut da Sabri Ok’un bana daha Bursa cezaevinde ziyaret ettiğimde söylediği gibi, on yıllardır savaşıyoruz ama bizi destekleyen tek bir devlet bile yok.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, emperyalizme karşı savaşların en durağanlaştığı çağda, 80’lerden sonra hiçbir tarafta yaprak kımıldamazken, buraya kadar savaşarak geldi. Baştan takdir ederek başlamak lazım. Başka bir güç yok, başka bir ülke yok.
Hani Kolombiya’da ve benzeri de işte devletle bazen uzlaşıyorlar, bazen çatışıyorlar ve benzeri. Ama Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin derinliğinde değil.
Dolayısıyla Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin bugün Türkiyeli devrimci güçlerin kavgasından, savaşından beslenmedikleri ve destek almadıkları müddetçe yapabilecekleri şey eninde sonunda bölgedeki egemen güçlerle dengeleri sağlamak olur. Bugün Öcalan’ın yaptığı şey de bu. O dengeler, Siyonist Devlet yahut da İran lehine bozulmasın diyor.
Röportajın ilk bölümü: Ergun Adaklı ile röportaj: Dünyada ve Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeler ile Kürt Hareketi’nin yönelimleri (1)
