Ergun Adaklı ile röportaj: Dünyada ve Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeler ile Kürt Hareketi’nin yönelimleri (1)

Daha önce sitemizde Türkiye Devrimci Hareketi’nin önder kadrolarından Ergun Adaklı ile 09.02.2025 tarihinde yaptığımız röportajı yayınlamış ve röportaja devam edeceğimizi belirtmiştik. Sitemizde yayınlanan röportajın devamı niteliğindeki “dünyada ve Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler ile Kürt Hareketi’nin yönelimleri” konulu ikinci röportajı “Ne Yapmalı” dergisi çalışanlarının önerisiyle, birlikte gerçekleştirmiş olduk. İyi okumalar diliyoruz.

KOMÜN

Orta Doğu’daki siyasal gelişmeler ve özellikle de halen sürmekte olan çatışma ve savaşlar hakkında kısa bir değerlendirmenizi alabilir miyiz?

Orta Doğu’daki yeni savaş durumuyla ilgili olarak, en başta temel vurguları yapmamız gerekiyor.

Birincisi, Gazze’den başlayarak Lübnan, Suriye ve sonunda da İran’a saldıran esas güç Siyonist Devlet değil. Savaşın başından beri sürekli vurguladığımız gibi Amerika ve Avrupa Emperyalistleri. NATO koordinasyonunda tüm Orta Doğu bölgesine, özellikle de bölge halklarına karşı yeni bir saldırı dalgası başlatmış vaziyetteler.

Saldırdıkları ülkeler münferit görünebilir ama saldırı planının yürümesiyle birlikte ortaya çıkan durum şudur ki yaklaşık 30 yıldır endişe ettikleri bir konuda adım atıyorlar. Batı emperyalizminin karşısında dünya çapındaki en büyük tehdidin, aşağıdan, halklardan gelecek bir ayaklanma tehdidi olduğunu düşünüyorlar. Ve bunu 1997’de kendi tabirleriyle, Kafkasya ve Kuzey Afrika dahil, Orta Doğu bölgesinden kaynaklanacağını söylüyorlardı, NATO’nun stratejik tehdit algılamalarında vurguladıkları buydu.

Bugün, Batı’nın emperyalist-kapitalist sistemi giderek bir ekonomik-sosyal kriz, gerileme süreci içerisine giriyor ve pozisyon kaybediyor; pozisyon kaybettikçe, Orta Doğu’da, Emperyalist kapitalist sisteme ve Siyonist saldırganlığa karşı halklardan gelecek bir başkaldırı ve mücadele imkânı, potansiyeli giderek artıyor.

Bu potansiyeli baştan mümkün olduğunca engellemeye çalışıyorlar, yaptıkları şey bu. Bölge halklarını emperyalist-kapitalist sisteme karşı ve onun Orta Doğu’daki saldırılarına karşı başkaldıramaz hale getirmek. Bu saldırılar gerçekleşirken, ortalıkta haber kanallarında durmadan insanların gördüğü iki şahsiyet var.

Bir tanesi siyonist devletin başbakanı Netanyahu, öbürü ise ABD emperyalizminin başkanı Donald Trump. Netanyahu sanki savaşı kendi başına götürüyormuş havalarında şov yapıyor. Trump ise tam manasıyla bu savaşın efendisi benim havalarında. Hâlbuki onlar birer siyasi figüranlar. Savaş politikalarının izlenecek taktik yönelişlerin belirlenmesinde temel söz sahibi olan iki büyük güç var.

Bunlardan bir tanesi, ABD emperyalizminin bugün zaten politik ve askeri yönelişlerinin belirlemede temel eksen olan Dünya Siyonist Kongresi’dir. İkincisi de NATO’nun derin devletinin temelindeki çekirdeğini oluşturan ve Alman devletinin temeline yerleşmiş olan Gehlen Örgütü, yani Naziler. Savaş yönelişlerinin bütün planlaması, taktik adımları ve benzeri konular bunlar tarafından karara bağlanıyor, Donald Trump veya Netanyahu tarafından değil.

Daha bir hafta kadar önce, Alman Başbakanı Merz ayanı beyan etti. Yani gerçeği itiraf etti. Dedi ki, Netanyahu bizim kirli işlerimizi yapıyor. Kirli işler Netanyahu’ya ait değil. ABD ve Avrupa emperyalizmine ait. Netanyahu da onların uygulayıcısı. Dolayısıyla savaş sürecine başkanlar, başbakanlar, hükümetler ve benzeri düzeyinden bakmamak lazım. Savaş sürecine emperyalistlerin topyekûn planlaması açısından bakmak lazım.

Böyle bir değişimi gerekli görmelerinin sebebi; 2020’ye kadar, dünyada, Çin seddine kadar olan bütün alanlarda ekonomik, sosyal, askeri, siyasi hegemonyayı tesis etmeyi hedeflediler, NATO olarak. Fakat bunu gerçekleştiremediler. Eğer tesis edemezsek, Batı emperyalizmi tehdit altına girer dediler. Şimdi o tehdit giderek büyüyor. Ama büyümesi karşılarında yoğun bir başkaldırı sürecinin ortaya çıkmasıyla olmuyor. Ekonomik sosyal alandaki, dünya ekonomisindeki ülkeler arasındaki ticari ve siyasi ilişkilerin gelişim sürecindeki gerilemedir esas sebep.

Özellikle, Çin ve Rusya’nın ekseninde kurulan ve şimdi Şanghay dokuzlusu olan Şanghay İş Birliği Konseyi giderek etkinliğini artırıyor. Arttırdığı alanlar, en başta Afrika ve aynı zamanda Orta Doğu. Özellikle Çin, dünya ticaretinde yeni yollar açmak ve dünya ticaretini rahatlatmak, hızlandırmak amacıyla geliştirdiği yeni perspektiflerle birlikte pek çok ülkeyi yavaş yavaş kendisiyle ilişkiye geçmeye mecbur bırakıyor.

Belki yukarıdan siyaset okuyanlar çok fazla dikkat etmemiş olabilirler. Ama Çin, izlediği bu politikalarla öyle bir noktaya geldi ki, Suudi Arabistan’la İran’ı görüştürmeye başladı. İşte bu görüşmelerin başlaması, emperyalist-kapitalist sistem açısından çok tehlikeli bir şeydi.

Bölgesel savaşın tekrardan tırmandırılmasıyla birlikte, dikkat edecek olursak İran-Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşma ve İran ile körfez ülkeleri arasındaki yakınlaşma durdu. Yani gelişme o tarafa doğru gitmiyor. Yani mevzi kaybediyorlar ve o mevzileri kaybetmemek için tekrardan silaha, şiddete, savaşa, bölgesel savaşa başvurmak zorunda kalıyorlar. Politik süreçleri yeni baştan düzene koymak için… Fakat bu, alttan alta emperyalist, kapitalist, Batılı sisteminin çürümesi ve kokuşmasının önüne engel teşkil etmiyor, bunu durduramıyorlar.

Tarihe mal olmuş, çok veciz bir söz vardır. “Sonunda orak kılıca galip gelir.”

Bütün siyasi süreçlerin ve onun bir üst düzeyi, yeni bir aşaması olan bütün savaşların temelinde üretim süreçlerindeki gelişmeler vardır. Ekonomik gelişim, ekonomik çatışma, bütün bunlar işin temelidir. ABD’nin ve Avrupa’nın böyle bir bölgesel savaşa girişmesinin en temel sebeplerinden birisi de zaten artık dünya ticaretinde hegemonyalarını kaybetme noktasına gelmeleri.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Amerikan ekonomisini korumak için koyduğu yeni vergilerle, korumacı politikalar uygulanıyor.  Hâlbuki bu adamlar neoliberalizm dediler, serbest ticaret dediler, ulusal sınırları aşan yatırım politikaları dediler. Ama sonunda dönüp dolaştıkları yer yine ulusal ekonomi sınırlarını tahkim etmek oldu.

Bu geriye dönüş, ekonomik, politik ve tabii ki siyasal olarak aynı zamanda savaşa dönüş, gericiliğe dönüş, faşizme dönüş anlamına gelir. Avrupa’da, Avrupa toplumlarının pek çoğunda giderek faşist ve Neonazi eğilimlerin yükselmesi de zaten buradan kaynaklanıyor. Yabancı düşmanlığı üzerinden götürüyorlar, ama sorunun temeli yabancı düşmanlığı değil. Ulusalcılığı ve şovenist milliyetçiliği yükseltmek zorundalar, ulusal pazarlarını korumak için. Milliyetçi faşist politikaların, eğilimlerin güçlendirilmesinin temelinde de bu yatıyor.

Bu milliyetçi faşist politikaların güçlendirilmesi, Avrupa toplumlarının veyahut da Amerikan toplumunun kendi bağrından doğmuyor. Tersine, bu ülkelerdeki egemen güç olan mali oligarşinin ihtiyaçlarından ve yönelişlerinden doğuyor. Tıpkı geçmişte İtalyan faşizminin, Alman Nazizmi’nin ortaya çıktığı gibi. Alman Nazizm’ini doğuran, besleyen ve onu iktidara getiren Almanya’nın en büyük konsernleriydi, tekelleriydi. Ve bugün daha hala Almanya’nın en büyük tekelleri yine onlar. Yani kimya tekeli IG Farmer ile demir-çelik tekelleri ThyssenKrupp’a kadar. O zaman Krupp ve Thyssen ayrıydı ama şimdi birleşti Alman demir-çelik tekeli.

Otomotif tekelleri, petrol tekelleri ve aynı zamanda silah tekelleri, onlarla bütünlüklü olarak bunlar dünya ticaretindeki emperyalist-kapitalist sistemin giderek etkisinin yitirilmesine karşı tekrardan savaşçı, milliyetçi, şoven, faşist bir yönelişi beslemeye, körüklemeye çalışıyorlar.

Özellikle ABD emperyalizmi öyle bir noktaya geldi ki, artık toplumların, sosyal hayatlarının gerektirdiği doğal günlük ürünlerin üretimi yerine, esas olarak silah üretimine dayanak yapmaya çalışıyorlar kendilerini.

Trump’ın iktidara geldikten sonra Orta Doğu turuna çıkması ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi ülkeleri dolaşarak bol miktarda silah satış anlaşması yapması bunun en ibret verici göstergesi. Yaklaşık 2 trilyon dolarlık sözleşme yapılmış, öyle deniliyor.

Sadece Suudi Arabistan’a 1,2 trilyon dolar; ne yapacak bu kadar silahı? Bu silahın halkların ekonomik ve sosyal gelişimlerini besleyecek bir üretim temeline yönelmesi söz konusu değil, silah üretimi yıkıcıdır. Genişletilmiş yeniden üretime tekrardan dönemez. Sadece ve sadece yıkmaya yarar, üretim sürecini beslemeye değil.

Dolayısıyla, hem ABD hem de arkasından Avrupa emperyalistleri böyle bir kısır döngünün içine girmiş vaziyetteler. İnsanların sosyal yaşamlarını besleyecek temel ürünlerin üretiminde giderek yavaşlıyorlar. Ama aynı zamanda bulundukları emperyalist konum itibariyle de çok fazla tüketmeleri gerekiyor. Kendi gerçek üretim temelleri bugünkü tüketimleri besleyemediği için borçlanmak zorunda kalıyorlar. Dünyanın en borçlu ülkeleri istatistikleri incelendiği zaman ibret verici bir tabloyla karşı karşıya geliyoruz.

Dünyanın en borçlu ülkelerinin başında ABD ve Avrupa emperyalistleri geliyor.

ABD’nin yıllık ulusal gelirinin %150’si kadar borcu var. Bu Avrupa’da %100’lerin altına düşüyor, %80’ler, %70’ler, en son %50’ye kadar düşen bazı ülkeler var ama boğazlarına kadar borca batmış vaziyetteler. Bu borcun ödenmesini veyahut da telafisini kurtarabilmek için de savaşlara ihtiyaçları var. Savaşlarla çapul yapacaklar. Aynı zamanda savaşlarla bol miktarda kıtalara silah satacaklar.

Tabii ki aynı gerekçeler, aynı sebepler Rusya-Ukrayna savaşı için de geçerli. Ukrayna’yı NATO’ya dahil ederek Rusya’nın yumuşak karnında bir tehdit ekseni oluşturma çabaları buradan kaynaklanıyordu. Rusya’yı sıkıştırma ve aynı zamanda Rusya’nın bölgesel olarak, kıtasal olarak diğer alanlara açılmasını engellemeye çalışma, orada meşgul etme.

Rusya’yı Ukrayna Savaşı ile beraber kendi üretim süreçlerini idame ettiremez hale getirmek istediler. Ama tersi oldu. Neredeyse 1 trilyon dolara yaklaşacak olan silah desteği ve sevkiyatıyla beraber ve tabii ki aynı zamanda diğer desteklerle beraber, Amerikan ve Avrupa emperyalizmi artık Ukrayna’ya verdiği desteğin altından kalkamaz hale geliyor.

En sonunda Trump, Zelenski’ye “hem savaş başlatıyorsun, hem de durmadan silah istiyorsun, yeter, biz yorulduk sana silah sağlamaktan” dedi…

Sonuç itibarıyla, hem Orta Doğu’daki bölgesel savaş, hem Ukrayna’da ısrarla, özellikle Avrupa’nın ısrarla devam ettirmeye çalıştığı savaş, ekonomik pozisyonlarını, dünya ticaretindeki pozisyonlarını iyileştirme çabaları kar etmedi. Bütün bunlar bir sonuç getirmiyor.

Bir sonuç getirmemesinin sebebi, pek çok temel üretim alanında, Çin ve etrafındaki, beraberindeki diğer ülkeler ve tabii ki Rusya’nın bu alanda kayda değer bir dünya ticaret birikimine ulaşmasıdır. Ve BRICS gibi ülkelerle beraber giderek kendi aralarındaki ticarette yerel paranın, doların yerine geçmesini sağlama çalışmalarıdır. Ve bu giderek artıyor. Yani bu ülkelerde yapılan dış ticaret anlaşmalarında Türkiye’nin bile pek çok kotası var.

Gerek Rusya’yla, gerek Çin’le, Pakistan’la, Hindistan’la, yerel para üzerinden ödeme yapılacak miktar kotası artıyor. Dolara gerek kalmadan. Dünya ticaretinin dolarizasyonunu sekteye uğratmak, Amerikan emperyalizmini yıkmak demektir.

Çin yeni ticaret yolları konusunda öyle atılımlar yapıyor ki, bu sadece kendisinin değil, o ticaret yolları çevresindeki bütün ülkelerin kazanımına yol açıyor. Dolayısıyla hepsi Çin’le sıcak ilişkiler içerisine giriyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin de girmesinin sebebi bu.

Çünkü Çin; bir taraftan Asya üzerinden, Orta Asya üzerinden Hazar bağlantılı İpek yolu, demir yolu ticareti, tren ticareti, demir yolları ağı meselesinde hem Rusya üzerinden hem Türkiye üzerinden çok büyük gelişmeler sağladığı gibi -ki bu Azerbaycan’ı da Türkmenistan’ı da hepsini de Çin’le sıcak ilişkilere sevk ediyor- aynı zamanda Basra Körfezi üzerinden böyle bir ticaret yolu, yani Asya ile Avrupa ve Atlantik arasında Kızıl Denizi ve Süveyş Kanalını geçerek gemilerle ticaret yolu yetersiz kaldığı için Basra körfezinden Irak’a kadar gelen bir deniz yolu, Irak’tan sonra Irak-Türkiye üzerinden Avrupa’ya yönelen kalkınma yolu, Irak Türkiye kalkınma yolu içinde yer alıyor.

Dolayısıyla bunu nerede işlerse, ne tarafa işlerse, oradaki ülkelerle sıcak ilişkiler doğal olarak gelişiyor. Çünkü bu türlü projeler kendilerini de büyük ölçüde rahatlatacak ve ekonomik katkı sağlayacak ülkelere. Suudi Arabistan’a da, Birleşik Arap Emirlikleri’ne de, Körfez ülkelerine de katkı sağlayacak projeler. Tabii ki İran’a da. Dolayısıyla hepsi Çin’le sıcak ilişkiler geliştirmek zorunluluğuyla karşı karşıya geliyorlar. ABD ve Avrupa savaşlarla bunu engellemeye çalışıyor.

Ayrıca Yaklaşık 30 trilyon dolarlık bir borçlanması var ABD’nin. Bu borçlanmanın zaten en büyük bölümü tahvil satışlarıyla. Türkiye de yapar, bütün ülkeler de yapar. Sadece iç piyasaya değil, dış piyasaya tahvil ihraç eder. Borç senedi yani. 10 senelik, 20 senelik, 30 senelik tahvil ihracatı yapar; 30 sene sonra ödemeye başlayacak. O zaman süresince tahvilden gelen paralar işlerde değerlendirilir. Zaten 20 yıldır Çin’in en büyük avantajı, ABD’nin ihraç etmiş olduğu tahvillerin çok büyük bir bölümünün kendi elinde olmasıdır.

Çin’in elinde bu bir kozdur. Bu koz nasıl bir koz? Eğer Çin’le çok fazla çatışmaya, Çin’e sertleşmeye giderse ABD, Çin o tahvilleri elinden çıkarır. Elinden çıkardığı zaman korkunç derecede değeri düşer. Onun değerinin düşmesi demek, ABD ekonomisinin artık prestijinin de düşmesi demektir. Yani tahviller ne kadar değerliyse, senin ekonomin o kadar güçlü olarak görünür. Kapitalist piyasaların işi böyle. Borsa piyasalarında da böyle, eğer tahvillerin değeri kalmayacaksa, o zaman senin de bir değerin yok.

İşte temel sıkıntı bu. Şimdi, bu gelişmeyi, bu çözülüşü önlemek için dünya çapında, pek çok alanda bölgesel savaş hazırlıkları var. Tabii ki, Ukrayna’yla başladı, Orta Doğu ile devam ediyor.

Ama bir de şimdi ABD’nin İngiltere ve Avustralya ile birlikte başlattığı AUKUS projesi var. Bundan daha önce de bahsetmiştim. Avustralya’yı nükleer balistik füzeli denizaltılarla donatmak ve Amerikan donanması ile beraber Çin’i Pasifik’ten kuşatmak. Bunlar hep çok pahalı, geleceğe dönük çok riskli yatırımlar ve bu yatırımların karşılığını bulamıyor. ABD’nin temel sorunu budur. Bunca savaşın, bunca savaştaki harcamanın karşılığını bulamıyor. Bu ilk önce Irak işgaliyle başladı, 2003’te Irak’ı işgal etti, Orta Doğu’da yeni bir pozisyon kazandı. Fakat Irak’ı işgal için harcadığı masrafı Irak’tan elde ettiği kaynaklarla veyahut da Orta Doğu’da yeni pozisyonla elde ettiği kaynaklarla karşılayamadı.

Petrolün kontrolünü sağlamak konusunda bile çok fazla bir avantaj sağlayamadı. Hakeza Afganistan’da başlattığı savaş da 2001 ile birlikte aynı biçimde sonuçlandı. Yani yüzlerce milyar dolarlık masraf yapıyor, fakat elde ettiği konumda o masrafı çıkaramıyor.

Dolayısıyla her savaş ABD ve Avrupa Emperyalizmi için, NATO için içeriye girme demektir, ticari anlamda. İçeriye giriyorlar, zarar ediyorlar. Bugün de daha hala aynısını inatla sürdürmeye çalışıyorlar. Çünkü bulabildikleri başka bir yöntem yok. Başka bir yöntem bulabilmek için, petrol ve otomotiv tekellerinin dünya hegemonyasının ötesinde yeni bir perspektif üretmeleri lazım. Onu da üretemiyorlar. Elon Musk’ın bu konuda belli çıkışları var. Gerek uzay çalışmaları konusunda, gerekse elektrikli otomobil konusunda. Ama bunlar çok kısmi, kıytırık açılımlar.

Bundan 35 sene önce vurguladığım gibi, 1900’lerin başından itibaren kapitalist sistem, bilimsel, teknolojik devrim konusunda öyle niteliksel sıçramaları yapıyor ki, bugüne kadar üretilmeyen şeyler üretiliyor, üretim zeminleri son derece rahatlıyor, basitleşiyor, kitlelere ulaşıyor ve aynı zamanda üretilen ürün son derece ucuzluyor. Ama şimdi bu yeni açılımları yapabilecek kapasiteleri yok. Yani yeni bir yaşam tarzına dönük olarak, yeni bir üretim perspektifi yok. Bu olmadığı için sürekli daralıyorlar, daraldıkça da savaşa başvuruyorlar.

Emperyalist-kapitalist sistemin içine girdiği ekonomik-sosyal kriz ve gerileme süreciyle birlikte ele aldığınız bölgesel savaşlar artık bir dünya savaşına doğru mu gidiyor?

Şimdi esasında şu son dönemlerde 60’larda, 70’lerde yaşadığımız süreçlerin dünya çapındaki kızgınlığı olmadığı için, bugün siyasiler sürmekte olan bölgesel savaşlara abartıyla bakıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı kopacakmış gibi. Hâlbuki niteliksel olarak değişen bir şey yok. Yalnız biraz gaza bastılar, hepsi o kadar. Yani soğuk savaş döneminin kuralları bugün de geçerli. Soğuk savaş döneminde emperyalistler yani Avrupa ve Amerika emperyalistleri, Sovyetler Birliği ile ve tabi aynı anda Çin ile vs. İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi topyekûn karşı karşıya gelecekleri bir savaşı göze alamadıkları için onun yerine yeni bir konsept geliştirdiler. “Düşük Yoğunluklu Bölgesel Savaş”, ismi bu. Bugün de zaten devam etmekte olan düşük yoğunluklu bölgesel savaştır.

Şimdilik III. Dünya Savaşı’nı göze alabilecek herhangi bir taraf yok. ABD ve Avrupa bir III. Dünya Savaşı’nı hiç göze alamazlar. Çünkü dünyada onu kaldırabilecekleri bir egemenlik pozisyonları yok. ABD, yeni geliştirdiği silah sistemleriyle böyle bir Üçüncü Dünya Savaşı’nı sürekli olarak empoze edecek, tehdit olarak kullanılacak bir pozisyon yaratmaya çalışıyor, özellikle uzayda. Fakat bu yeterli değil. Çünkü Çin’i Kore’yi falan bıraktık ama Rusya’nın elinde böyle bir III. Dünya Savaşı’na karşılık verebilecek, yani saldırıya karşılık verebilecek güçte silahlar var. Özellikle bugünkü şartlarda emperyalist sistemin, hava savunma sistemlerinin durduramayacağı hipersonik balistik füzeler bunlar. Dolayısıyla dünya savaşı başlatmayı şimdilik göze alamazlar.

Ama ABD emperyalizminin, NATO ile beraber, yani Avrupa ülkeleriyle beraber geliştirdiği bir üstünlük var. Bu da çok önemli. Bu, düşük yoğunluklu bölgesel savaşlarda kontrolünü sağlıyor, hakimiyetini artırıyor. Nitekim Orta Doğu’daki Gazze’ye saldırıdan bu yana gelişen bölgesel savaş sürecinde bunu gördük.

ABD, NATO ile beraber, yani onu da kanadına alarak ama esas olarak ABD’nin geliştirdiği sistemlerle hava hakimiyetini sağlayacak elektronik harp sistem teknolojilerinde büyük bir gelişim gösterdi. Zaten 25 senedir ABD’nin elinde “harp” veyahut “mikrodalga bombardımanı” gibi elektromanyetik saldırı yapabileceği mekanizmalar var. Bunlar bildiğimiz silahlar değil, çok farklı. Ama diğer silahlardan çok daha fazla etkili oluyor.

Harp’ta atmosferin en yukarı tabakasındaki iyonosferde, serbest dolaşım yapan elektronları kontrol ederek elektron bombardımanı sağlıyorsun. Mikrodalga bombardımanda ise zaten bizim telefonlarda ve benzeri araçlarda kullandığımız mikrodalga banklar üzerinden, frekans üzerinden ülkelerin atmosferine yoğun bir bombardıman sağlıyorsun. Şurada bir baz istasyonun bile çevreye verdiği zararı düşünün. Yoğun bir mikrodalga bombardımanı olduğu zaman bu hem bütün cihazlarınızın, iletişiminizin ortadan kalkmasına felç olmasına sebep oluyor, hem de insanların metabolizmasında ve psikolojisinde derin tahribatlar yaratıyor.  Ama şimdi geliştirilen ve özellikle elektronik karşı önlemler konusunda, hem uydularla hem de erken uyarı dediğimiz- eskiden öyle derdik- havaistörü uçaklarla sağladığı hava hakimiyeti var.

İlk önce Suriye’de yaptı bunu. Şeriatçı çapulcular İdlib’den çıkıp Halep’e, Hama’ya, Humus’a saldırdıkları zaman, Suriye ordusu, onun ötesinde tamamıyla Suriye devleti felç pozisyonuna girdi. Çünkü elektronik karşıt önlemler cihazlarıyla, bütün Suriye hava sahasındaki düşman iletişimi, iletişim hatları tümüyle kesiliyor. Yani bu, basitçe, yerel olarak kullanılan jammer sisteminin bir bütünü. Yani düşünün ki bütün ülkenin hava sahası jammerleniyor.

Önce Suriye’de yaptılar. Suriye’nin, çapulcuların saldırısına hiç cevap verememesinin tek sebebi bu. Yani birlikler birbirleriyle haberleşemiyor. Devlet, yani merkez bölgelerle haberleşemiyor. Hava savunma sistemleri çalışmıyor. Bunu daha sonra İran’da da uyguladılar, B-2’leri son olarak orada kullandılar. ABD, B-2’leri büyük sığınak delici bombaları sallamadan önce Trump’ın sözünü ettiği şey buydu; “İran’da hava hakimiyetini tümüyle ele geçirdik.” Batılı emperyalist kapitalist sistemin şimdi ileride olduğu konu budur.

Ukrayna-Rusya savaşında da Rusya, Ukrayna’nın hava sahasını kontrol edemiyor. Hatta bazen kendi sahasını bile kontrol edemiyor. Bunu Ukraynalılar yapmıyor. Uydu desteğiyle ABD ve Avrupa Emperyalistleri yapıyor. Dolayısıyla bu düşük yoğunluklu bölgesel savaşı sürdürmek için gerekli avantajı sağlıyor.

Eğer bir bölgede savaş hakimiyeti sağlanmak istenirse, önce elektronik karşıt önlem silahlarıyla, cihazlarıyla hava hakimiyeti sağlanıyor. Hava hakimiyetini kaybederseniz hiçbir savaşı kazanamazsınız.

ABD ve Avrupa Emperyalizmi, bölgesel savaşlarda hava hakimiyeti ve iletişim hakimiyetini sağlama konusunda bir adım öne geçmelerine rağmen topyekûn, bütünlüklü bir savaşta bu avantajı koruyamayacaklarını biliyorlar. Çünkü topyekûn bir III. Dünya Savaşı olduğu zaman bölgesel savaşlarda geçerli olan bölgesel hava hakimiyeti meselesi geri plana düşer, başka bir şey öne çıkar. Siber saldırılar ve dijital terör. Siber saldırılar konusunda ise gelişen, teknolojik ve bilişimsel yapılanmasıyla beraber bugün Çin öne çıkıyor.

Topyekûn bir III. Dünya Savaşı çıktığı zaman zaten bildiğimiz konvansiyonel silahlar çok önemli olmayacak. İstediğin kadar gemin olsun, tankın, topun olsun, füzen olsun, fark etmez. İki şey ön plana çıkıyor. Bir, nükleer balistik füzeler. İki, siber saldırı. Karşı tarafın bütün bilişim sistemlerine sabotaj, siber saldırı konusunda, bugün dünyada teknolojik ve kadrosal olarak en ileri pozisyonda olan Çin ve Rusya’dır.

Ama tabii Çin’in bu konudaki teknolojik üstünlüğü, (Bunu seneler önce ben yine bir söyleşide vurgulamıştım) Çin, Huawei’nin 5G teknolojisinde attığı ileri adımlar, Batılı Emperyalist Sistemi fena halde panikletti. Ve Huawei’yi ablukaya almaya tecrit etmeye çalıştılar. Almanya’sından İngiltere’ye kadar kendi ülkelerinde bölgesel olarak 5G teknolojisinin altyapısının kurulması konusunda Huawei’den destek aldılar.

Bunun anlamı şudur: Microsoft’un bir zamanlar hatta şimdi elde ettiği üstünlük gibi eğer siz Huawei’nin 5G teknolojisinin altyapısıyla çalışırsanız, o zaman Huawei sizin yaptığınız çalışmaların hepsini avucunun içinde biliyor. Aynen Microsoft gibi. Eğer Microsoft programlarıyla çalışıyorsanız, ABD sizin bütün çalışmalarınızı takip ediyor, sızıyor demektir. Dolayısıyla Çin’in ve Rusya’nın böyle bir avantajı var. Ülkelerin tümüyle merkezi stratejik altyapısına siber saldırılar esas olacağı için, bunlar füzelerden, nükleer silahlardan, balistik füzelerden çok daha etkili bir şekilde kullanılacağı için bunu ABD emperyalizmi, Avrupa emperyalizmi ve NATO bugün için göze alamaz.

Çin ve Rusya’nın önderliğinde, Şangay İttifakı olsun, BRICS İttifakı olsun, bunların dünya ekonomisine ve ticaretine yaklaşımları, tekrardan birçok kutuplu dünyayı hedeflemektir. Ve zaten bugün çok kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Peki, Ortadoğu’daki bu bölgesel saldırı, Amerika’nın bu saldırganlığı, NATO’nun bu saldırganlığı, çok kutupluğu engelliyor mu? Hayır!

İstediği kadar bölgede hegemonyasını güçlendirsin. İran’ı da köşeye sıkıştırsın. Ama çok kutupluğu engelleyemiyor. Onu engelleyebilmek için doğrudan Rusya ve Çin’in beline vurması lazım. Onu da yapamıyor. Dolayısıyla çok kutuplu dünya perspektifi bugün daha hala hayatta ve işlemeye devam ediyor.

Burada yeniden Orta Doğu bölgesinde yaşanan sıcak gelişmelere ve özellikle soykırım boyutundaki katliamlarla beraber Gazze-Filistin sorununa gelecek olursak, bu konuda nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Birincisi, bütün bu saldırılar sonucunda, “Filistin’de İki devletli çözüm” denen o sahtekârlık politikası tamamıyla iflas etmiştir. Artık iki devletli çözüm olmaz. Siyonist devlet, iki devletli çözümü geçersiz kılmak için gerekli bütün pozisyonları elde etti.

Zaten iki devletli çözüm politikası, en başta Avrupa emperyalistlerinin Filistin Kurtuluş Örgütü’ne dayattıkları bir teslim anlaşması olarak ortaya çıktı. Daha 1973’te biz tam da Filistin’de Filistinli savaşçı yoldaşlarımızla omuz omuza Siyonist devletin saldırılarına karşı savaşırken ortaya çıkan bir sorun.

O zamana kadar Filistin Kurtuluş Örgütü’nün siyasi programında -ki Filistinler ona anayasa der- siyasi programında temel perspektif şuydu; Siyonist devletin yıkılması ve bütün Filistin’de birleşik, yani Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların bir arada yaşayacağı birleşik, demokratik bir cumhuriyetin kurulması. Siyonist devlet yıkılmadan Filistin’de özgürlük sağlanmaz, mümkün değil.

Fetih ekseninde 1964’ten itibaren kavgaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü, yani diğer devrimci Filistin örgütleriyle beraber oluşturulan, Fetihle beraber oluşturulan birleşik cephe. Tabiri caizse Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin halkının toplamını temsil eden bir topyekûn meclis pozisyonundaydı.

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün anayasasında dediğim gibi vurguladığı temel nokta, Siyonist devletin yıkılması ve tüm toplumların, tüm dinden, toplulukların beraberce kuracakları birleşik bir “Demokratik Filistin Devleti”ydi. Fakat 1973’e gelinene kadar bu süreç değişti. Biz Filistin’le ilk omuz omuza savaşa gittiğimiz zamanlarda Filistin Kurtuluş Örgütü tüm dünyada ve özellikle emperyalist dünyada, Avrupa’da en başta gelen silahlı gerilla örgütü olarak görünüyordu, bir siyasi örgüt olarak değil.

Filistin Kurtuluş Örgütü de kendisini sadece Sovyetler Birliği, Çin gibi sosyalist veyahut da ulusal kurtuluşçu, bağımsız devletler temelinde o zaman oluşan yani Hindistan’dan Endonezya sürecine kadar ve tabii ki Arap devletleri, yani Mısır başta olmak üzere, pek çok Afrika ülkesinde olduğu gibi kendisini Avrupa ya da ABD ye de bir siyasi örgüt olarak tanıtmaya çalışıyordu. Yani sadece Sovyetlerle olmaz bu iş, Çin’le de olmaz, yani tüm dünya tanımalı. Sonuç olarak “Birleşmiş Milletler nezdinde meşru bir siyasi güç olarak görünmeliyiz” perspektifiyle bir çalışma içerisine girmişlerdi.

O çaba içerisinde tabii ki en başta o zamanlar Avrupa emperyalist dünyasında en etkin politik güç olarak “Sosyalist Enternasyonal”le çok sıcak ilişkiler geliştirmişlerdi. O zaman Sosyalist Enternasyonal’in başkanı da Avusturya başbakanı Bruno Kreisky idi. Dolayısıyla Bruno Kreisky ile sıcak ilişkiler geliştirdiler. Oradan bu ilişkiler gelişti, yayılmaya başladı. Mitterrand’a yani Fransız sosyalistlerine aynı zamanda Willy Brand’a yani Alman sosyal demokratlarına yöneldi. Onlar da zaten iktidardalar. Dolayısıyla Avrupa’da en büyük ülkelerde iktidarda olan sosyal demokratlarla sıcak ilişkiler geliştirerek kendilerini dünya çapında siyasi meşru bir zemine yükseltmeye çalıştılar.

Bu tabii ki çok saygıdeğer bir çaba ama o zamanlar ABD ve Avrupa Emperyalizmi Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bir şey dayattı. Bu tamamıyla dayatmaydı. “Tamam, biz seni siyasi meşru bir güç olarak kabul ederiz ama bunun için ilk önce şu anayasanı değiştirmen lazım. Siyonist devletin yıkılması maddesini çıkar.” dediler. ABD’nin ve Avrupa’nın dayatması buydu.

“Birleşik Demokratik Filistin Cumhuriyeti” yerine, programınıza İsrail devletiyle yan yana yaşayacak bir Filistin devleti perspektifi koyun dediler. Yani iki devletli çözüm. Bu iki devletli çözümü FKÖ’nün lider kadrosu benimsedi. Filistin Anayasası’nı, yani programını bu doğrultuda değiştirdiler.

Değiştirdikleri 1973 senesinde, tam da o zamanki Yom Kippur Savaşı’nın sonunda Suriye ve Mısır bir kere daha İsrail karşısında önce mevzi kazanmalarına rağmen, pek çok mevziiyi kaybettiler. Sonunda İsrail bu savaştan daha güçlü çıktı. Bunun da etkisiyle FKÖ’nün anayasasını değiştirdiler. Siyonist devletin yıkılması şartı çıkarıldı. Yerine Siyonist devletle yan yana yaşayacak bir Filistin Cumhuriyeti’nin kurulması kabul edildi.

İşte o zaman hem Fetih’in tabanından hem de Filistin Kurtuluş Örgütü içerisinde yer alan çok farklı örgütlerden; Halk Cephesi’dir, Halk Cephesi Komutanlığı’dır, Kurtuluş Cephesi’dir, bütün bu örgütlerden çok güçlü ve etkili bir muhalefet doğdu iki devletli çözüme. Ve bu muhalefet eden, FKÖ’nün liderliğine muhalefet eden güçler, fetih içindeki güçlerle hepsi bir araya gelip “Red Cephesi”ni kurdular. İlk Red Cephesi, Filistin Anayasası’nın değiştirilmesine karşı kurulmuştur. Bu Red Cephesi yıllar boyu devam etti.

Fakat aynı zamanda o sıralarda daha henüz iki devletli çözümü pratikte uygulayabilecek koşullar oluşmadığı için pek fazla bir adım atılmadı. Çünkü 75’ten itibaren Lübnan’da ABD, Avrupa emperyalistlerinin İsrail desteğiyle beraber geliştirdiği Ketaiblerin yani Lübnanlı faşist güçlerin Filistin Kurtuluş Hareketi’ne saldırısı başladı.

O zaman Lübnan’da bir iç savaş, çok büyük ve yıkıcı bir iç savaş, 90’lara kadar sürdü. İşte o süreçte zaten o iç savaş kendi hukukunu ve kendi gündemini yarattı. Dolayısıyla iki devletli çözüm çok fazla bir ön plana çıkmadı 70’lerde.

Ama 82’de bu sefer tam da Lübnan İç Savaşı’nda Filistin Kurtuluş Örgütü ve onunla omuz omuza mücadele eden Lübnanlı devrimci, ilerici güçlerin yani Lübnan Komünist Partisi’nden Velid Canbolat’a, Dürzi temelli Sosyalist Partisi’ne kadar hepsi “Müşterek Kuvvetler Komutanlığı” temelinde birleşerek Ketaiblere, yani Lübnanlı faşistlere karşı birlikte savaştılar ve büyük konumlar elde ettiler.

Ketaibler köşeye sıkıştı. İşte köşeye sıkıştığı zaman hem Lübnan elden gidiyor, hem Filistin’in eli güçleniyor, hem Suriye çok daha güçleniyor diyerekten, ABD ve Avrupa Emperyalizmi Siyonist Devleti harekete geçirdi ve İsrail’in 1982 Haziran’ı ile birlikte Lübnan’ı işgali başladı.

İşgal eden İsrail güçleri ama esas zaten onu hem organize eden hem de lojistik olarak ve silah olarak, en sonunda da askeri olarak destekleyen ABD emperyalizmidir.

Bu iç savaş, daha doğrusu işgal hareketi birkaç yıl sürdü. Fakat tabii onun en kritik noktası Beyrut muhasarası; yani Beyrut’un Siyonist güçler tarafından, İsrail ordusu tarafından kuşatılması. Biz de onun içerisinde Filistinlilerle ve Lübnanlı devrimci güçlerle beraber omuz omuza savaştık.

Fakat bu savaşın sonunda Filistin Kurtuluş Örgütü Liderliği Batılı emperyalistlerin dayattığı bir şartı daha kabul etti. Yani bir geri adım daha. “Lübnan’ı terk edeceksiniz, Tunus’a gideceksiniz.” FKÖ’nün liderliği Tunus’a taşındı, kendi kadrolarıyla birlikte. Ama yine bir kere daha başta Fetih’in içerisinden, tabanından olmak üzere, büyük bir muhalefetle ve karşı duruşla karşılaştılar. Ve Fetih o zaman ikiye bölündü. Savaşçı güçlerin büyük çoğunluğu Lübnan’da ve Suriye’de kaldı. Onlar tamamıyla artık Fetih’in merkezini oluşturan Yaser Arafat’ın önderliğinden tümüyle koptu ve Siyonist devlete karşı, işgale karşı savaşa devam etti. Yaser Arafat’ın hem 73’te hem 82’deki bu uzlaşmacı politikaları sürekli olarak FKÖ’ye geri adım attırdı.

Fakat 90’lardan sonra yeni bir süreç başladı. Tunus’a gitmiş olan FKÖ liderliği anlaşmalarla İsrail’in de kabul etmesiyle beraber Batı Şeria’ya geçti. Ramallah’ı merkez yaptı ve orada bir Filistin yönetimi kuruldu. Bu uluslararası anlaşmalarla sağlanan bir durumdu. Avrupa’nın, özellikle de Fransa’nın araya girmesiyle.

Yani Filistin Kurtuluş Örgütü artık İsrail’in işgal altındaki topraklarında bir yönetim oluşturdu, Batı Şeria’da. Şimdiki yine bölük pörçük hale getirilen Batı Şeria’da. Yani Doğu Kudüs’ün başkenti olduğu Batı Şeria. Yani Gazze ve Batı Şeria’da Filistin yönetimi İsrail tarafından kabul edildi sınırlı olarak. Silahı olmayacak, silahla çatışmaya girmeyecek falan filan. Göstermelik bir yönetim sonuçta.

Bu sefer de Siyonist Devlet, 90’ların ortalarından itibaren bu Filistin yönetimini güdükleştirmek için, FKÖ’yü güdükleştirmek için elinden gelen her türlü çabayı sarf etti.

FKÖ önderliğinin Yaser Arafat önderliğinde bütün bu saldırılara karşı pasif duruşu bu sefer tekrardan Fetih başta olmak üzere, Filistin savaşçıların tabanında büyük bir huzursuzluk yarattığı için Yaser Arafat’ı devirerek devrimci bir hükümet kurma çabası içerisine girdiler. Ramallah’ta yani Batı Şeria’da. Siyonist devlet bırakır mı? O zamanlar Fetih’in yeni genç savaşçı kadrolarının liderlerinden olan Mervan Barguti başta olmak üzere bin Fetihli savaşçıyı esir aldılar. Cezaevine tıktılar, onlar hala hapiste.

Yaser Arafat dursun, İyidir. Bizim için yeter dediler. Ama sadece bununla kalmadılar. 1982 İsrail işgali, Lübnan’daki işgali gerçekleştirdi Lübnan’ın belli kesimlerinde ama tutunamadı.

Müşterek kuvvetlerin direnişiyle ve savaşıyla ve o savaşa 1983’ten itibaren Hizbullah’ın da etkin bir şekilde girişiyle beraber, özellikle de o zamanlar Amerikan Büyükelçiliği’nin koskoca binasının yıkılmasıyla ABD de askeri kuvvetlerini Lübnan’dan çekmek zorunda kaldı. İsrail de sadece Güney Lübnan’da, Litani Nehri’nin güneyinde tampon bölge olarak İsrail hududuna kadar olan bir 5 kilometrelik mevziiyi korumak üzere Lübnan topraklarından çekildi.

Şimdi bu çekiliş ve FKÖ’nün böylesi pozisyonlar kazanması karşısında bu sefer ABD emperyalizmi ve NATO, Siyonist devletle birlikte yeni bir politika izlemeye başladı.

FKÖ’yü etkisizleştirmenin yolu ne olabilir? FKÖ’yü etkisizleştirmenin yolu Filistin halkı içerisinde de yine bir siyasi İslamcı örgütlenme yaratmak olabilir.

1957’den bu yana NATO’nun zaten stratejik projesi olarak başlatılan “Yeşil Kuşak Projesi” var. Yani, Müslüman ülkelerin hepsinde özellikle Sovyetlere yanaşmanın, Çin’le buluşmanın önünü kesmek için siyasi İslamcı, şeriatçı, tarikatçı yapılar oluşturmak.

Başta Müslüman Kardeşler, Müslüman kardeşleri de hala bugün görüyoruz ve Tayyip Efendi de zaten Müslüman kardeşlerin Orta Doğu’daki tabiri caizse lideri pozisyonunda. Yani Mısır’dan Suriye’ye kadar diğer bütün alanlara kadar Müslüman Kardeşler nerede bir fitne fesat yaratıyorsa zaten onun destekçisi olarak Tayyip Erdoğan’ı görüyorsunuz. Mısır’da da Mursi meselesi vardı.

1983’ten itibaren Siyonist devlet Mossad ve Şin Bet eliyle Filistin halkı içerisinde siyasi İslamcıların örgütlenmesi için yoğun bir çaba içerisine girdi ve bu çaba sonucunda Müslüman kardeşlerle bağlantılı olan, geçmişten gelen kadrolarla birlikte bunların da bir tanesi Şeyh Kasım’dır, Şeyh Kasım’ın önderliğinde HAMAS’ı kurdurdu. HAMAS tamamıyla ABD ve Siyonist Devleti’nin elcağızıyla kurulmuş bir örgüttür.

Baştan altını çizelim: HAMAS hiçbir zaman o süreçte Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı gerillalar, Siyonist devlete karşı onca mücadele verirken hiçbir zaman o savaşta bizimle omuz omuza olmadı. Ben bunu her zaman vurguluyorum. Biz onları hiçbir zaman Siyonist devlete karşı savaşırken görmedik. HAMAS zaten böyle kıytırık bir siyasi hareket olarak kaldı, kara kuru, fakat esas güçlenmesi demin söylediğim gibi, 2002’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tabanından yükselen devrimci genç, militan, savaşçı kadroların Yaser Arafat’ı iktidardan devirmesi ve kendilerinin iktidara gelmesi yolundaki hamlelerine karşı, Mervan Barguti önderliğindeki bin kadroyu mahpus atarken, HAMAS’ı da güçlendirmeye başladılar.

Buna rağmen, Yaser Arafat zayıfladığı zaman ablukaya alarak Ramallah’ta tekrardan onu meşru bir konuma, kahraman konumuna yükseltmek yine ABD’nin ve Siyonist Devlet’in politikasıydı. Dolayısıyla altını çizmemiz gereken şey, Yaser Arafat ve onun çevresindeki FKÖ’nün geçmiş yönetimi İhtiyarladı, çürüdü, kokuştu.

Bugünkü Mahmud Abbas da, Yaser Arafat’ın mali koluydu. Filistin’de takma ismi onun Ebu Mazin’dir. Mazin büyük demek. Ebu Mazin Yani Mahmud Abbas’ı hiçbir zaman savaşlarda görmedik. Yaser Arafat’ın para kasasıydı. Zaten Yaser Arafat öldükten sonra en güçlü konuma gelmesinin sebebi de parayı kontrol etmesindendir. Mahmud Abbas da yine o çürümüş, kokuşmuş yapının bir parçasıdır.

O çürümüş, kokuşmuşmuş yapı, Fetih’in ve diğer örgütlerin tabanından yükselen devrimcilere akacağına Siyonist devletin ve Avrupa emperyalizminin, ABD emperyalizminin çabasıyla HAMAS’a akmaya başladı. HAMAS radikal söylemlerle ön plana çıktı. Ve 2006’dan itibaren de üstelik de seçimlerde HAMAS’ın Gazze’yi kontrol etmesini sağladılar.

Müslüman Kardeşler ve diğer bütün yapılanmaları nasıl ortaklaşa olarak CIA’inden Mossad’ına kadar ortaklaşa yaratılıp besleniyorsa, HAMAS’a da öyle yapıldı. Ve FKÖ’nün etkisinin kırılması için yapıldı. HAMAS ön plana çıksın, FKÖ geri planda kalsın. FKÖ diye bir şey hatırlanmasın diye. Ve işin en trajik tarafı, Orta Doğu’nun en çağdaş, en laik yaşam tarzına sahip Filistin halkı bir İslamcı örgüt tarafından temsil edilsin. Yani bu Filistin’in en büyük çelişkisidir. HAMAS, İslamcı-gerici bir örgütlenme, Filistin halkı ise tam tersi, dünyaya açık, çağdaş ve laik bir yaşama, her zaman adapte olmuş bir toplum. Dolayısıyla bugün Filistin halkının yaşadığı en temel çelişki de bu.

HAMAS’ın 7 Ekim saldırısı 2023’te. İsrail’e saldırıyor. Efendim füzelerle şöyle böyle işte gidiyor rehin alıyor. Peki, sonuçları ne oldu? Yani ben çok net ifade etmek isterim. El-Kaide’nin 11 Eylül’de New York’ta İkiz Kulelere saldırısı nasıl bir provokasyonsa, yani ABD emperyalizmiyle birlikte örgütlenmiş, beraberce örgütlenmiş bir provokasyonsa, bu da böyle bir provokasyon. Çünkü saldırganların eline koz veriyor, saldırgan oradan başlıyor. Emperyalistler ve Siyonist devlet oradan başlıyor, çorap söküğü gibi. Tahran’a kadar ulaştı, yani Tahran’ın hava sahasına kadar ulaştı.

Filistin halkı hiçbir şey kazanamadı. Tersine büyük bir yıkım yaşadı Siyonist devlet aynı zamanda bunu gerekçe göstererek, şimdi haberlerde çok fazla yer almayan, Batı Şeria tarafında, Gazze’de değil, öbür tarafta, yani Doğu Kudüs, Ramallah ve diğer şehirlerde, Cenin gibi şehirlerde hem katliam yapıyor, hem evleri yıkıyor, hem yeni genişletme sahaları oluşturuyor.

Yani İsrail-Yahudilerin yerleşeceği yeni yerleşimler için Filistin topraklarını gasp ediyor. Ve artık Batı Şeria’da zaten bir devlet kurulacak toprak yapısı kalmadı bile. Paramparça ettiler. Anayollarla, duvarlarla, tel örgülerle. Yani Ramallah’tan Doğu Kudüs’e gitmek için bile tel örgüleri geçmek zorundasın. Yani kendi ülkende zaten açık hava hapishanesinde yaşıyorsun.

İki devletli çözüm kepazeliğinin Filistin halkını getirdiği nokta budur. Bunun bir kere daha altının çizilmesi lazım. Şimdi hala çözüm iki devletli, yapılanmadadır diyenler, Filistin tarihini bilmeyenlerdir. FKÖ’nün mücadele tarihini bilmeyenlerdir.

Bunun gibi bir konu, bağlantılı olarak aynı şekilde İran’daki Molla rejimi açısından da geçerlidir.


Röportajın ikinci bölümü: Ergun Adaklı ile röportaj: Dünyada ve Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeler ile Kürt Hareketi’nin yönelimleri (2)