Doğa, sermaye ve mekânın üretimi, Neil Smith’in görüşleri – Tufan Yakın

Fiziki coğrafya; yani kıtalar ve okyanuslar milyonlarca yıl öncesinden beri vardı. O çok yavaş değişen bir oluşumdu. Beşeri coğrafyanın içerdiği kültür, din, ahlak, ideoloji ve hukuk fiziki coğrafyadan elbette daha hızlı gelişen ve değişen bir dinamikti. Genel olarak fiziki ve beşeri coğrafya, sosyolojinin çok sonradan gelişen (19.yy sonu) bir alt disiplinidir.

Marx’ın “insanlığın tarihi öncesinde var olan doğa bugün artık hiçbir yerde mevcut değil” sözü hala genel kabul gören coğrafi yaklaşımdır. İkincisi ise: “Doğa kapitalizm için evrensel bir üretim aracıdır” sözüdür. Doğa nesneldir, coğrafya bu nesnelliğin beşeri ve fiziki yönlerini bir arada inceleyen sosyolojik bir alt disiplindir.

Mekân’ın illiyet bağı şehirler ve kapitalizmdir. Coğrafyanın ise doğa ve modern toplumdur. Son yıllarda Marksizm’in eksiklik ve yetersizliklerinden bahsedilip onun farklı akımlarla ilişkilendirilmesi, sözüm ona “yeniden bütünleştirilmesi” bir moda haline gelmiştir. Bunun kaynaklarından birisi de niyetlerden bağımsız coğrafya ve mekânı öne çıkaran bir siyasi ‘Marksizm’dir. Öncelikle bu ön eleştiriyle başlamanın doğru olacağını düşünüyoruz.

Neil Smith, bu çalışmasında coğrafi gelenek ile Marksist teoriyi birleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için öncelikle eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını kullanmaktadır. Farklılaşma ve eşitlenmenin birbirinden ayrılamayacağı, birbirine dolanık olduğu anlaşılmadıkça eşitsiz gelişimin anlaşılamayacağını iddia etmektedir.

Coğrafyanın sola kayışı Avrupa’da 68 gençlik hareketiyle başlar. Doğa’nın ve “mekânın üretiminin” bilim, felsefe ve politikanın merceğine girmesi bundan sonradır. Öncesi coğrafyanın devlet ve akademi merkezli ele alınışıydı.

Neil Smith eşitsiz gelişimi ele alırken bu meseleyi doğa, toplum, coğrafya ve kentler üzerinden çözümlemektedir.

O, “jeopolitika coğrafyanın siyaseti; kentler ise siyasetin coğrafyasıdır.” Ve yine “Kapitalizm daima esas olarak coğrafi bir proje olmuştur” der.

Coğrafyanın siyaseti jeopolitika biçiminde -emperyal bir doktrin olarak- zaten vardı. Almanların “Ostpolitik”i (Doğu’ya Yayılım) ABD’nin kıtaları çevrelemeyi esas alan deniz hâkimiyeti teorisi (Mc Kinder) vb. Yeni olan, siyasetin coğrafyası idi, bu ise mekânın, özelde onun üzerinde yükselen kentlerin kapitalizmin yeniden üretiminde oynadığı rolün artması, hızla öne çıkmasıydı. Marksist sol doğa, toplum ve mekânın kesişim noktaları üzerinde çok gecikerek durmuştur. Amaç bu boşluğun doldurulmasıydı.

Metropollerin olağanüstü karmaşıklaşması, yeni savaş jeopolitiği, sanayisizleşme gibi 21. yüzyılın yeni parametrelerini elbette kapitalizmin coğrafyasından bağımsız düşünemeyiz. 21. yüzyılda sermayenin egemenliğinde coğrafi mekânın daha önce görülmedik biçimde yeniden yapılandırıldığına şahit oluyoruz.

Neil Smith gibi coğrafyacı Marksistler Marksizm’in coğrafi duyarlılığının anlaşılır tarihsel nedenlerden dolayı zayıf olduğunu, bu nedenle mekân konusunda çok ileri saptamalar yapamadıklarını söylerler. Bu kısmen doğrudur. Marksist gelenek daha çok kent ve kırın ayrılması konusunda analizler yapmıştır. Kentlerin tarihine, kent sosyolojisine fazla girmemişlerdir. Dolayısıyla Marksist gelenek günümüzde coğrafi mekân konusunda her ne kadar gerekli teorik araçlara sahip olsa da bu alanda geçmişten gelen bir zayıflığı içinde barındırdığı kabul edilmelidir.

Harvey, iktisatçıların teorilerini geliştirirken coğrafyanın sabit ve değişmez fiziksel bir alan olduğunu, ekonomik ilişkilerin de bunun üzerinde hareket ettiğini varsaydıklarını söyler. Devamla, “Himalayalar, Andlar ya da Alpler gibi sıradağlardan daha katı, kıtaların biçiminden, iklim kuşaklarından daha sabit ne olabilir? İşte kimi yazarlar doğadaki bu değişmezlik ve sabitliklerden yola çıkarak ‘coğrafya kaderdir’ diyebilmektedirler.” der.

Oysa dünya coğrafyası sabit değildir, sürekli değişir. Örneğin nakliyat zamanı ve maliyetindeki değişiklikler ekonominin mekânlarını devamlı yeniden tanımlamaktadır. Örneğin Demiryolları gibi, buharlı gemiler gibi, yeni keşfedilmiş ya da bizzat inşa edilmiş kanallar ve boğazlar (Panama, Süveyş vb.) gibi yeni nakliye teknolojileri bulunmasaydı 18. yüzyıldan itibaren batı kapitalizmi Doğu’nun zenginliklerini sömürebilir miydi? Harvey’in dediği gibi, “Önemli olan mutlak mekân değil, göreli mekândır.”  

Harvey bu minvalde Kürdistan’daki baraj yapımlarının asıl gayesini de çok çarpıcı şekilde açıklar: “Türkiye’de bugün baraj inşa etme çılgınlığı da özerk Kürt hareketinin tarımsal dayanağını su altında bırakarak yok etmeye, aynı zamanda da Kürt özgürlüğü için mücadele eden isyancı gerillaların hareketini sınırlamak üzere Güneydoğu Anadolu’yu çaprazlama hendeklerle sarmaya yöneliktir.” der.

Neil Smith eşitsiz gelişimin son yıllarda “her şey eşitsiz gelişir” şeklinde basite indirgenerek çok sık kullanıldığını, bu yüzden içinin boşaltıldığını ileri sürmektedir. Eşit gelişmenin imkansızlığı birçok çevre tarafından zaman ve mekandan bağımsız bir motto (ilke söz) yapılarak sıradanlaştırılmaktadır. Eşitsiz gelişim elbette kapitalizmin mekânda yayılmasında belirleyici olgulardan biridir. Ancak Neil Smith’in bu olguyu  “Mesele şu ki eşitsiz gelişim kapitalizmin coğrafyasının alametifarikasıdır”  şeklinde tanımlayarak, eşitsiz gelişimi kapitalist yayılmacılığın en temel unsuru düzeyine çıkarmaktadır. Burada teorik dayanağını Althusser ve Ernest Mandel’den alır. Her ikisi de eşitsiz gelişimi “İnsanlığın evrensel yasası ve çelişkinin en derin özüdür. Yalnızca emperyalizmle ilgili değildir. Dünyadaki her şeyi ilgilendirir.” Şeklinde tanımlarlar. Bu yaklaşım Leninist emperyalizm teorisinde sözü edilen gerçek temelleri  (sermaye ihracı, dünyanın devletlerce paylaşımı, tekeller, mali oligarşi, toprak paylaşımı) göz ardı etmeyi de beraberinde getirmektedir. Eşitsiz gelişime, sermayenin doğasında var olan yapısal çelişkilerin coğrafi dışa vurumu olarak yaklaşmak daha doğrudur. Kaldı ki eşitsiz gelişimi kullanıldığı tarihsel bağlam ile sınırlı tutmak onu çok daha anlamlı ve bilimsel kılacaktır. Örneğin Marx sanatsal üretim karşısında maddi üretimin eşitsiz gelişimini ve hukuki ilişkiler karşısında üretim ilişkilerinin eşitsiz gelişimini ele alırken bu yöntemi kullanmıştı.

Eşitsiz ve bileşik gelişim sermayenin dünya çapında genişleme ve yayılmasının bir nedeni değil, bir sonucudur. Dünyanın az gelişmiş ve gelişmiş bölge ve ülkeler şeklinde bölünmesi, coğrafi mekânın elverişliliği, zorluğu ya da geçitvermezliği üzerinden açıklanamaz. Coğrafi mekân, ya da daha açık ifadeyle coğrafyaların mekânlaşması bir “değer”, bir meta üretir ama bu değeri ve metayı üreten o coğrafyanın başta canlı emek gücü olmak üzere üretici güçlerin ta kendisidir. Coğrafi farklılaşma sermayeye içkin bir eğilimdir. Sonradan “Mekânı, coğrafyayı ve doğayı tek bir tabloda birbirine bağlayan unsur toplumsal üretim tarzıdır” diyen Neil Smith bu konuda belli bir düzeltmeye gider.

Eşitsiz gelişim kapitalizmin yayılması için bir kenara bırakılmayacak kadar önemli olsa da, coğrafyacı Marksistlerin iddia ettiği düzeyde kapitalist genişlemenin ana belirleyicisi değildir. Karl Marx ve Friedrich Engels, Sermayenin ürünlerinin sürümünü sürekli daha fazla yayma ihtiyacı, burjuvaziyi yer küreyi dört dönmeye sevk etmektedir. Her yere yuvalanması, her yeri ekip biçmesi, her yerde bağlantılar kurması gerekmekte demektedir. Bu sebeple önündeki mekânsal engelleri kaldıran da coğrafi genişlemesini sağlayan da sermayenin uluslararasılaşmasıdır.

Kapitalizmin ilk göze çarpan belirtisi sermaye ihracı, metalaşma ve artı değer sömürüsüdür. Kapitalizmin yeni bir üretim tarzıyla toplumsal ilişkileri dönüştürmesi, onu çok geniş bir coğrafi alan ve çok karmaşık bir ekonomik ilişkiler ağının içinde hareket etmeye zorlar. Bu anlamda sermayenin bünyesine asıl içerili olan rekabettir, kar maksimizasyonu, artı değer ve artı değerin yeniden üretime yatırılmasıdır; eşitsiz gelişim ise tüm bunların bir sonucudur. Bundan sonradır ki eşitsiz gelişim kendini göstermeye başlar. Kıtalar ve uygarlıklar arasındaki eşitsiz gelişim kapitalist karın kendini sınırsızca büyütme isteğini müteakiben gelişen bir durumdur. Yoksa Neil Smith, Althusser, Frankfurt Okulu vb. çoğu Batılı Marksist’in iddia ettiği gibi kapitalizmden önceki dünyanın tüm zamanlarına uygulanabilir bir yöntem değildir.

Coğrafyacı Marksistler sermayenin “kendi suretinde bir mekân” ürettiği düşüncesindedirler. Sermayenin sadece mekân üretmediğini aynı zamanda eşitsiz gelişime “kararlılık” kazandırdığını söylerler. Aslında bu söylem eşitsiz gelişimin itici gücünün rekabet, artı değer ve kar maksimizasyonu olduğunun itirafıdır; bu şekilde kendileriyle çelişmektedirler. Coğrafyacı Marksistlerin Afrika’nın bölüşümünün tamamlandığı 1880’lere kadar kapitalist genişlemenin “öncü gücü” olarak jeopolitik mülahazaları esas almaları doğru değildir. Klasik sömürgeciliği ve “sahipsiz bölgelerin” paylaşımını ve sonradan yeniden paylaşımı ile dünyanın bölüşümünün tamamlanmasını açıklayan aslen Lenin’in emperyalizm teorisidir.

Geçmişte ağırlıklı olarak Troçki ve Stalin arasında 1920’de yaşanan tek ülkede sosyalizm ve enternasyonalizm vesilesiyle gündeme gelen bir kavramdı eşitsiz gelişim. Aslında çok daha önce 1905 devriminden sonra Lenin’in işçi sınıfı ve köylülüğün sayısal eşitsizliğinin yaratacağı sorunlar ve Rusya’da burjuvazinin ve kapitalizmin zayıflığı bağlamında kısmen ele alınmıştı. Troçki’nin yenilmesiyle daha çok onunla anıldığı için bu kavram sonradan unutuldu. Sermaye birikiminin reel sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yeniden genişlemesi ve yeni coğrafi alanlara yayılması coğrafyacı Marksistler tarafından eşitsiz gelişimi yeniden gündemleştirmiştir.

Coğrafyacı Marksistler sermayenin “kendi suretinde bir mekân” ürettiği düşüncesindedirler. Sermayenin sadece mekân üretmediğini aynı zamanda eşitsiz gelişime “kararlılık” kazandırdığını söylerler.

Neil Smith’in temel konularından bir diğeri doğanın üretimidir. Bu aynı zamanda eşitsiz gelişimin tartışılmasında felsefi bir temel sağlar. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte insanın kendisini doğanın merkezine koyduğunu biliyoruz. Kapitalizmle birlikte sermaye tüm dünyanın biçimini değiştirmiştir. Kapitalizm doğa ile kurulmuş hiçbir özgün ilişkinin aynı kalmasına izin vermemiştir. Hiçbir canlı onun etkisinden kurtulamamıştır. Doğa toplum ilişkisinde doğa artık kapitalizmin egemenliği altındadır!

Doğanın kendisi artık bir birikim stratejisidir. Yağmur ormanları ve okyanus diplerinin dahi yağmalanması bu birikim stratejisini finansallaştırmaktadır. Yani doğa finansallaştıkça bir biyolojik çeşitlilik fabrikası halini alır. Buna insan DNA’ları da dâhildir. Öte yandan doğa çevresel endüstrilerin borsada işlem görmesiyle de metalaşıyor, finansallaşıyor.

Neil Smith’in doğa felsefesine bakışı Marksist ve düalisttir. “Düzen ve düzensizlik, hükmedilen ve muzaffer, bir bütünlük ve parçalar seti, tarihin dışında evrensel bir şey ve aynı zamanda tarihin bir ürünüdür.” Doğa bir yanda dışsaldır; insan dışı nesneler âlemi, toplumun inşa edilmesinde kullanılan bir hammaddedir; diğer yanda evrenseldir çünkü dış doğanın yanı sıra bir de insan doğası vardır. Evrensel doğa insanı insan olmayan canlılar ve tabiatın diğer unsurlarıyla birlikte topyekûn içine alırken dış doğa sadece kendisidir, insanı kapsamaz. Kant doğayı insanların iç doğası ve insanların yaşadığı fiziksel dış çevre (tabiat=dış doğa) şeklinde ikiye ayırmıştı. Çağımızda burjuva doğa ideolojisinin hala Kant’ın bu dikotomisinin üzerinden kurulduğunu görebiliyoruz. Kant’ın kurduğu bu ayrımcı yapı basitliğinden dolayı -Marksist doğa anlayışına kıyasla- kimi çevrelere daha çekici gelebiliyor!

Dışsal doğa 18. yüzyılda “değer”in doğrudan kaynağı olarak görülürken Adam Smith’in emek-değer teorisiyle birlikte ikinci plana atılmıştır. Dışsal doğa artık ekonomik gelişmeyi sınırlayan ya da zaman zaman kriz nedeni olan bir nesneydi. Adam Smith, Ricardo ve Malthus doğayı gitgide bir dış faktöre indirgediler.

Bu konudaki Marksist görüş şudur: Doğa kavramı dışsallık ve evrensellik arasında bir düalizm barındırır. Doğaya ilişkin bu iki kavramsal yaklaşım hem karşılıklı ilişki hem de çelişki içindedir. Ama daha ötesinde Marksizm bir adım daha ileri gider, doğa ve toplum arasındaki ilişkiye odaklanır. Keza toplumdan ayrı bir doğanın anlamı yoktur. “… Çünkü insanlık tarihinin başlamasından önceki doğa bugün artık hiçbir yerde mevcut değildir. Doğayı toplumun dışında konumlandırmak düpedüz saçmalıktır, çünkü doğayı konumlandırma ediminin kendisi doğayla belli bir ilişkiye girmeyi gerektirir.” (Marx)

Marks doğayı, (“insan etkinliğinin malzemesini”) özneye özgü olmayan şey olarak tanımladı. Ancak insanın dışındaki bu gerçekliğin ontolojik olarak anlaşılmaması gerektiğini de belirtti. Marks için doğa hem bir insan etkinliği hem de var olan her şeyin toplamıydı.

Toplum doğaya içseldir ama onunla özdeş değildir. Marx doğa ve toplumun birbirleriyle olan etkileşimini “metabolik etkileşim” olarak adlandırır. Metabolizma kavramıyla Marx insanın doğayla ilişkisine yepyeni bir anlayış getirdi ve aydınlanmanın sunduğu tüm burjuva teorilerinin ötesine geçti. Metabolik etkileşimde doğa emeğe hem öznesini hem de nesnesini sağlar; bir tarafta emekçi diğer yandaysa emeğin nesnesi vardır. Doğa insanları doğanın güçleri olarak üretmek suretiyle diyalektik hale gelir. İnsan emeğin aleti ile emeğin nesnesi arasındaki bağlantıyı oluşturur. Doğa emeğin hem nesnesi hem de öznesidir. İnsanlar doğayı dışsallığından arındırırken doğayı kendi amaçları doğrultusunda işler hale getirir ve kendi doğalarını da değiştirirler. Doğayı toplumun dışında konumlandırmak düpedüz saçmalıktır. Toplumsal değilse doğa bir hiçtir!

Bu noktada Engels’in “Doğanın diyalektiği” kavramı tartışmalıdır. Engels bu tabirle doğal süreçlerin kendilerini “ikinci doğadan” (toplum) bağımsız olarak kendi başlarına ele almış oluyordu. Kaldı ki “doğanın diyalektiği” kavramı sonradan resmi Sovyet doktrini olarak metafizik mertebesine çıkarılmıştır. Doğaya diyalektiği enjekte etmeye çalışmak zaten doğanın insan toplumunun dışında sayılması, öznesinden ayrı bir nesne sayılması demektir.

Son yıllarda her ne kadar Marksizm ile ekolojinin anlamlı bir ilişki içinde olduğu görülüyorsa da, geleneksel sosyalist kesimlerde ekolojiden ziyade teknolojinin özgürleştirici olduğuna dair eski düşünceler hala ağırlığını korumaktadır. Bunda elbette Marx’ın bu konuda “sanayinin tam otomasyonu” ile işçi sınıfının çalışma koşullarının giderek insanileşeceğine dair iyimser tasavvurunun etkisi vardır. Ancak günümüzde yaşanan devasa teknolojik gelişmeler emek sürecinin insanileştirilmesini getirmek bir yana Marx’ın arzuladığının tam aksine olumsuz gelişmelere neden olmuştur. Marx, ekonominin gelişmesiyle ordu ve bürokrasinin giderek “gereksizleşeceğini” ileri sürerken nasıl yanıldıysa “makinanın daha ileri gelişiminin” emek sürecini insanileştireceği öngörüsünde de yanılmıştır. Günümüzde haftalık iş saatlerinin azaltılması tartışmalarındaki tuzaklara çok dikkat edilmelidir. Bu sloganı destekleyen sermaye kesimlerinin esnek üretimi ve yüksek teknolojiyi en yoğun kullanan sektörler olması dikkat çekicidir!

Başta Frankfurt Okulu ve Althusser olmak üzere Batı Marksizm’i “doğa üzerindeki tahakkümden” çok sık söz etmiştir. Ancak bu argüman çelişkili bir doğa anlayışına dayanır. Çünkü doğa üzerindeki tahakküm özgül toplumsal ve tarihsel ilişkilerde değil soyut zorunluluklarda aranmaktadır. İktisadın önceliği ve kaba ekonomizme tepki olarak doğan Frankfurt Okulu siyasi mücadelenin merkezine doğanın kapitalist kullanımı ve üretimini değil, doğanın insan tarafından yanlış kullanımını koyarak doğa fetişizmi yapmıştır. Baş düşman artık kapitalizm değil, “insanlık durumu” dur! Günümüzde de “doğanın biyolojik önceliği” düsturuyla havanda su döven sol reformist kesimler hala varlığını sürdürebilmektedir. Tekrarlamakta fayda var: Toplumsal değilse doğa hiçbir şeydir! Ya da Marx’ın dediği gibi, “Sanayi doğa ile insan arasındaki gerçek tarihsel ilişkidir”.

Neil Smith ve mekân kavramına gelince:

“Brezilya ormanlarında yaşayan ilkel bir yerliyi düşünelim; bu yerli yaşadığı bölgedeki nehirlerin tüm kıvrımlarına, akış hızına vb. aşinadır. Ama bu aşinalık soyut, teorik anlamda bilgi diyebileceğimiz şeyden çok uzaktır. Yerli dışarıdan birine ne nehirlerin yolunu tarif edebilir ne de basit bir haritasını çıkarabilir. Tanımlanabilir bilinç nesnesi olarak yaşadığı bölgenin bir mekâna tekabül ettiğinden habersizdir. Yerlinin deneyimlediği şey mekân değil yer (place)dir. Mekân ve onun mitsel ve fiziki kullanımı henüz ayırt edilebilir değildir. Mekân bilinci doğrudan pratik etkinlikten yayılır.”

Neil Smith’in bu açıklamasından şu sonucu çıkarmak mümkün: İnsanlık tarihinde mekân kavramının zaman kavramından daha önce geldiği düşünülebilir. Mekân kavramının gelişmesi insanlık tarihinin önemli dönüm noktalarından biri sayılabilir. İlk insan toplumları yer ve toplum arasında ayrım yapmamışlardı. Yerin ötesinde hiçbir soyut mekân, toplumun ötesinde hiçbir yer yoktur. Yer ve toplum birlik halinde kaynaşmıştır. Mekânın bağımsızlaşması meta mübadelesinin ortaya çıkması ve bunun yer-toplum ve yer-doğa birliği üzerinde yarattığı çatlak ile başlar. Günümüzde mekânın, gelişen ileri iletişim ve ulaşım teknolojileri ile yani zaman yoluyla yok edildiğini görüyoruz.

Smith’in özgün görüşlerinden biri de doğayı kadınla özdeşleştirmesidir. Bilindiği üzere, Marx ve Engels’in proleterleşmenin kadınları ezilmekten kurtaracağına ilişkin görüşü sonraları eleştirilmiş, “iyimser” bulunmuştur. İlk toplumsal işbölümü cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılaşmadan doğan işbölümüdür. Bu konudaki yaklaşımını N. Smith’in sözleriyle aktaralım: “Kapitalist toplumda kadına muamelenin doğaya reva görülen muameleyle paralel olması çarpıcı bir durumdur. Dış doğa gibi kadınlarda erkek cinsinin tahakküm altına alıp ezmeye, mahvetmeye ve romantikleştirmeye çalıştığı nesnelerdir; kadınlar fethedilecek, nüfuz edilecek, aynı zamanda putlaştırılıp tapılacak nesnelerdir. Kullanılan dil kesinlikle aynıdır. Kadınlar yere göğe sığdırılamaz, ama ancak üzerlerindeki toplumsal tahakküm sağlamlaştığı zaman yapılır bu; tıpkı tabiatta da söz konusu olduğu üzere, bu dururumda romantikleştirme bir kontrol biçimine dönüşür. Ama kadınlar asla tamamen dışsal olamazlar, çünkü bünyelerinde üretkenlik ve biyolojik yeniden üretim araçlarını barındırırlar.”

Burjuvazinin doğaya atfettiği dişilik metaforu kadın bedeni ve ruhunda bıraktığı tarihsel yıkımın derin izleri düşünüldüğünde çok sahtekârca gözüküyor.