David Harvey ve asi şehirler, “Kentsel İktisat” – Tufan Yakın

Yapılı çevrenin üretilmesi, sermaye birikiminin devamlılığı açısından her zaman önemli olmuştur. Bu rolü yeniden ve özgün yöntemlerle çözümleyerek kentsel mekânın üretimi ve sermaye birikim süreçleri arasındaki ilişkileri ortaya koyan David Harvey’dir. Bunun dışında, “İlerlemiş kapitalist toplumda kendini kentsel sürecin kalbinin içine yerleştirmeyen her politik hareket kaybetmeye mahkûmdur.” derken haklı ve iddialı görünse de sözünü ettiği “kentsel bilincin” kimler tarafından ve nasıl oluşturulacağı konusunda net değildir. Mücadeleye kalbini koyacak olan “mesken halkı” mıdır? Kentsel bilincin gelişimi nasıl olacaktır? Bunu yaratacak öncülük kimdir? Harvey, kentsel bilinç diyerek sınıf bilincinden uzaklaşırken, “mücadeleye kalbini koyacak” kitlenin kim olduğunu da Negri’nin “çokluklar”ında aramaktadır. Kentleşme daima sınıfsal bir olgu olagelmiştir. Harvey “kentleşme üzerinden sermaye birikimini” savunur. Oysa tam tersidir. Kapitalizmde kentsel süreçler sermaye dolaşımı ve birikim süreçlerinin üzerinde şekillenir.

Harvey sermayenin ilk çevrimi olan endüstriyel sanayi üretiminin girdiği aşırı birikim krizinin sermayenin ikinci ve üçüncü çevrimine aktarılmasıyla geçici olarak nasıl üstesinden gelindiğini ortaya koyar. Sermayenin ikinci çevrimi “kentsel yapılı çevrenin üretilmesini” içeren sabit sermaye yatırımlarıdır. Üçüncü çevrim ise emeğin ve sermayenin yeniden üretimini sağlayan devletin bilimsel ve teknolojik yatırımları.

Harvey’e göre kapitalizmin sınırsız kar güdüsü sermayenin ikinci ve üçüncü çevrime aktarılmasını dolayısıyla yapılı çevrenin (hastaneler, okullar, fabrikalar, alışveriş merkezleri, toplu konutlar, otoyollar, köprüler vb.) üretilmesini ve devletin de bu süreçte düzenleyici bir rol oynamasını gerekli kılmaktadır.

Harvey kuşkusuz kentleşmenin ekonomi politiği üzerine yeni zeminler oluşturmuştur ancak sermaye birikimine aşırı vurgusu ve devlet müdahalesinin zorunluğunu gerekli görmesi önemli eleştirilerle karşılanmıştır. Keza bu iki mesele her siyasi coğrafyayı, her sosyo-ekonomik ilişkiyi kapsayan sermaye birikimi odaklı genel bir anlatı altında kuramsallaştırılamaz diye düşünüyoruz.

Harvey’in analizleri iki yönde ilerliyor. İlki “kentsel iktisat” ile kapitalist sistem arasındaki ilişki. Diğeri, kentsel toplumsal hareketlerin niteliği ve örgütlenme biçimleri. Biz daha çok ilki üzerinde duracağız. Şehir mücadeleleri konusunda zaten farklı görüşlerimiz var.

Harvey direkt Marksizm’in kentsel iktisada karşı “kayıtsızlığından” dem vurarak meseleye başlangıç yapıyor. Kentsel altyapı ve konut sorununun Kapital’den bu yana Marksist teori içerisinde “üretimin değil yeniden üretimin alanına ait sorunlar” olarak görüldüğünü, bu bağlamda antikapitalist politikayla çok zayıf, ikincil bir ilişki içinde olduğunu iddia ediyor. Buradaki eleştiri kentsel iktisadın kapitalist üretim içinde başlı başına çok temel bir unsur haline geldiğinin sol çevrelerce görülmemesidir. Harvey’e göre ne kapitalizmin “döngüsel krizleri” ne de “metaların yeniden üretimi” kapitalizmin imar, iskân, altyapı ve konut rantının finansallaşması üzerinden gerçekleştirdiği sermaye birikim modelini açıklamaya yetmektedir. Ona göre “konut ve altyapı yatırımlarının sermaye döngülerinin uzun vadede gerçekleşmesi yüklü miktarda krediyi dolayısıyla finansal sermaye ile organik bir bağı” gerektirmektedir. Evet, bu doğru ve önemli bir tespit ama bu kapitalist üretim tarzı içinde yeni bir teorik bir buluş değildir ki! Kaldı ki krizden çıkış için başka sektörler de, başka ekonomik-siyasi enstrümanlar da, mesela bir dış savaş, askeri harcamalar, turizm sektörü, ya da dış borçlanma, işçi kıyımları, vergi artışları, özelleştirme, borsa ve para politikaları gibi yöntemler de hali hazırda kullanılmamakta mıdır? 2008 mali krizinin temelinde yatan, banka sermayesinin konut sektörünü finanse edememesi değil miydi? Peki, bu krizden nasıl çıkıldı? Devletin mali oligarşiyi parasal olarak desteklemesiyle. “Sermaye fazlasının gayrimenkul üzerinden soğurulması” görüşü Harvey’in kilit iddialarından biridir. Burada sözü edilen kapitalizmin krizlerini atlatmak ya da uzun vadelere yayarak soğurmak için kendine “yeni bir yol” olarak finansallaşan altyapı ve konut üretimini bulmuş olmasıdır. Burada bir yanlış yok. Ancak sermaye sadece gayrimenkul yatırımları üzerinden değil, örneğin sermaye ihracı olmaksızın dış yatırımlar üzerinden de örneğin askeri harcamalar, komşu ve diğer ülkelere silah temini ve askeri danışmanlık, TC’nin Afrika’ya yaptığı inşaat ve kültür yatırımları gibi ya da belediye ve vakıflara aktarılarak da olabilir.

Günümüzde stratejik sektörler: finans, sigorta, emlak… Değil mi? Bu anlamda kapitalizmin motor gücünün tek başına inşaat ve emlak olmadığı ortada. Doğrusu şu ki hizmetler sektörü içinde yer alan finans ve sigortanın inşaat ve emlak ile içiçe ve birlikte yol aldığı görülmektedir. Harvey’in yanlışı kapitalizmin krizini aşmak için sermayenin uzunca bir dönem kullandığı bir yöntemi kapitalizmin tüm dönemler boyunca temel bir yöntem olarak kullanabileceği kalıcı bir teorik öge haline getirmesidir. Kapitalist ekonomi-politiğin içinde yer alan iktisadi bir enstrümanın kriz açıcı özelliğini çok güzel tespit etmiştir. Ancak bunu emek-değer teorisinin yeni bir yapı taşı ya da “kapitalizmin yeni bir evresi” gibi göstermesi doğru değildir.

İnşaat ve altyapı sektörlerine ve bunların mali sermaye ile ilişkilerine sanki daha önce hiç var olmamış çok yeni bir üretim biçimi gözüyle bakılıyor. Kentin kendisi kapitalist üretim biçiminin sanki daha önce hiç var olmamış bir aracı düzeyine yükseltiliyor. Kent “her şey” olarak görülüyorsa buradan her şey üretilir ve o zaman bunda özel bir yan da yoktur. Sorun kenti sınıf savaşımlarının bir sahnesi olarak değil başlı başına nerdeyse bir “üretim aracı” olarak görmekten kaynaklanıyor. İnşaat ve altyapı yatırımları için geçerli benzer bir durum demiryollarının yapılmaya başlandığı ilk yıllar için de geçerliydi. Kapitalist sermaye birikiminin, başta sömürgeci devletlerin yeni yıldızı tüm dünyada hızla yayılan yüzbinlerce kilometre uzunluğundaki demiryolu ağlarıydı. Demek ki sabit sermaye ve yapılı çevreyi tek başına kapitalizmin kriz çözücü ya da krizi yavaşlatıcı, geciktirici dinamiği olarak görmek kapitalist kenti kent yapan diğer ekonomik ve siyasi gösterge ve unsurlara gözünü kapatmaktır. Harvey’in iddia ettiği gibi kapitalizm ürettiği artı ürünün soğurulması için şehirleşmeye ihtiyaç duyar. Bu doğru ama sadece “şehirleşme” ile sınırlı bir durum değildir bu. Biraz önce belirttiğimiz gibi askeri harcamalar da ihtiyaç fazlası stokların eritilmesine yardımcı olur ve kâr oranlarının düşme eğilimini dengeler. Böylece kapitalizmin gelişimiyle kentleşme arasında kurulan içsel bağlantının bir benzerini militarizmde de görürüz. Askeri harcamalar artı değerin soğurulmasında sivil mallara göre daha işlevseldir. Bunun nedeni, bu harcamaların siyasi ve iktisadi hegemonyayı tahkim edebilmelerinde (az gelişmiş ülkelere silah temini, eğitim ve danışmanlık hizmetleri)  veya hızla kullanıldıkları ya da bir kenara atıldıkları için sınırsız bir talep güvencesi sağlamalarında yatar. Dolayısıyla, askeri harcamalar ihtiyaç fazlası stokların eritilmesine yardımcı olur ve kâr oranlarının düşme eğilimini dengeler.

Kentsel rant sermaye birikiminin tali bir konusu mudur yoksa stratejik temel bir konusu mudur? Engels bunu İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ve Konut Sorunu kitaplarında “tali bir mesele” olarak ele aldı. Engels, “Konut sorunu gerçekten de kapitalizmin sayısız daha küçük ikincil kötülüklerinden biridir; temel çelişki, temel kötülük değildir; işçinin kapitalist tarafından işçi olarak sömürülmesinin doğrudan bir sonucu değildir.” Demiştir. Harvey’in karşı çıktığı işte bu noktadır. Toprak rantı ve konut spekülasyonunun son yıllarda gerçekten öne çıktığını görüyoruz. Peki, ama bu durum bu sektörleri kapitalizmin en temel stratejik sektörü olarak görmeyi gerektirir mi? Daha doğrusu kapitalizmin tüm sektörler içinde motor gücü diyebilir miyiz inşaat ve altyapı sektörlerine?

Harvey ’in “kentsel iktisat” dediği şey aslında kentsel ranttan başka bir şey değildir. Kentsel rantın Marksist sermaye birikim biçimlerinden çok farklı, onların üzerinde ele alınmasını gerektirecek yeni bir iktisadi döngü mevcut değildir. Marksizm analizlerinde mekân ve coğrafya tasavvurunu ikincil bir süreç olarak ele almıştır.

Kaldı ki Harvey “kentsel iktisat”ı üretim ilişkileriyle değil tahakküm ilişkileri temelinde ele alarak post modern bir sapma içine girmektedir. Üzerine yapılan inşaatlar kentin “sömürülmesi” değil açıkça bir rant ekonomisidir. Engels için arsa, inşaat ve konut sektörü rantın spesifik bir formunun ötesinde değildi. Kapitalizmin tarihine baktığımızda kentsel rant spekülatörleri ve konut üreticisi müteahhitler finans sermayedarlarının yani Britanya Doğu Hindistan Şirketi, Rotschildler, Morganlar, Fordlar, Rockefeller, bizde Koçlar ve Sabancılar’ın yanında sadece birer dipnotturlar.

Kent’i, ideolojik, felsefi ve tarihsel yönlerini bir yana bırakarak mevcut tüm mekânsal çeşitliliğin bir toplamı olarak bir meta ya da üretim aracı olarak ele almak!

Lefebvre ve Harvey’in yanıldıkları nokta budur.  Postmodern bir yapısalcılık.

Şehir bu şekilde aynı zamanda canlı proletaryanın ta kendisi yerine konuluyor! Aslında bu canlı proletarya yerine yapay zekâyı koymak gibi bir şey oluyor. Emek makinayla eş tutuluyor.

Şehir için tek tek birçok şey söylenebilir. Mimari bir strüktürdür. Sınıf mücadelelerinin gerçekleştiği en temel mekân. İlk şekillenmesini tapınak ve ibadethanelerde gösteren tarihsel bir olgu. İnsan sosyolojisi, coğrafya ve topografyadır ama o ne bir fabrika ne de işçi sınıfının yerine ikame edilebilecek soyut bir emek gücüdür. Bu aynı zihinsel emeğin üretim araçları ile olan ilişkisinden koparılıp tek başına “maddi olmayan emek” olarak ele alınmasına benzer. Negri gibi Post Marksistlerin üzerinde ısrarla durduğu bir ideolojik kaymadır bu.

Harvey’in dört temel analizi daha var. 1) 70’li yıllardan sonra emperyalizmin girdiği krizden çıkmak için geliştirdiği özelleştirmeler, deregulasyon ve esnek üretimle bağlantılı “yeni emperyalizm” teorisi. 2) Mülksüzleştirme yoluyla birikim modeli, 3) R.Luxemburg’tan alıp geliştirdiği “Coğrafi genişleme.” ve 4) Zaman ve mekân üzerine düşünceleri.

Harvey Marx’ın “ilk birikim” teorisini tarihte yalnızca bir kez var olmuş ve bitmiş olarak tanımlanmasına karşı çıkar. Şöyle ki: Harvey “Mülksüzleştirme yoluyla birikim” konusunu sadece sermaye üzerinden ele alır. Marx’ın “Mülksüzleştirme” kavramını çok geniş bir alana yayarak meseleyi daha çok sağlığın, eğitimin, suyun, elektriğin, sosyal güvencenin vb. özelleştirilmesi bağlamında tartışmaktadır.

Emek ve sınıf meselelerini dışarda tutar ki ele aldığı “Kent Marksizm’i”nin en zayıf yanı da budur. Marx’ın “ilksel birikim” teorisi daha önce hiç var olmamış bir dinamiği, ”ücretli emeği” yaratmıştır. Harvey’in bunun üzerinden atlaması kabul edilemez. Ya o bu eksikliğini görmüyor ya da ilksel birikimi güncelleştirme adına onu sıradanlaştırıyor. İlksel birikimi inşaat kapitalizmi ve özelleştirmeler üzerinden tarihte ilk ortaya çıktığı nedenselliklerle (baskı ve şiddet yoluyla mülksüzleştirme) benzeştirmeye ve bağdaştırmaya çalışıyor. İlksel birikimin kapitalizmin ortaya çıkmasında oynadığı tarihsel rolü (emek ve sermayeyi birbirinden ayrıştırması) böylece indirgiyor. Marx’ın yüklediği anlam ve içeriği değil onun sadece terminolojisini devralıyor! İlksel birikim teorik bir çözümlemedir. Harvey onu politik bir malzeme gibi kullanıyor.

Harvey’in Luxemburg’dan alarak belirleyici ilan ettiği “coğrafi dolaşım” emperyalist küreselleşmenin itici gücü olarak ele alınır. Kapitalizmin aşırı birikim krizinin çözümünde bu coğrafi genişlemeye ek olarak uzun dönemli sermaye projeleri de ekliyor.

Oysa sermayenin dolaşımının belirleyicisi, gittiği ülkenin sendikalarıdır, çalışma yasalarıdır, işçi sınıfının yerel tarihidir, uluslararası rekabettir. Emperyalist kapitalizm sermaye ihracı yapacağı yerin sosyo-ekonomik özelliklerinden bağımsız olarak salt  “coğrafi genişleme” adına bu benim olmazsa olmazımdır, bu toprak illede benim olacak diyerek hareket etmez. Karl Marx ve Friedrich Engels, “Sermayenin ürünlerinin sürümünü sürekli daha fazla yayma ihtiyacı, burjuvaziyi yer küreyi dört dönmeye sevk etmektedir. Her yere yuvalanması, her yeri ekip biçmesi, her yerde bağlantılar kurması gerekmekte” olduğunu söylemektedirler. Bu sebeple önündeki mekânsal engelleri kaldıran coğrafya değil, sermayenin devlet öncülüğünde uluslararasılaşmasıdır.

Harvey’in “yeni emperyalizmi” diğer yanıyla Luxemburg’dan ödünç aldığı “eksik tüketim teorisini” (halkın satın alma gücünün yetersizliğinin konjontürel kriz, depresyon ve işsizliğe neden olması) odak noktasına alan, sosyal devleti olumlayan Keynesçi bir yaklaşımdır. Harvey burada temel meselenin coğrafi genişleme yoluyla sermayenin kendini realize etmesi olduğunu ileri sürmektedir. Ancak Luxemburg coğrafi farklılaşmayı sermayeye içkin bir eğilimden ziyade sermayenin ilerlemesiyle birlikte önlenemez biçimde imha edilen geçmişin mirası olarak görür. Luxemburg Marx’ın kapitalizmin “evrenselleştirici eğilimi” görüşünü keyfi bir varsayım olarak eleştirir. Marx’ın bu yaklaşımının onun mantıksal-tarihsel yöntemiyle tutarlı olduğunu kabul etmez. Luxemburg’a göre kapitalizm kapitalist olmayan toplumlar olmadan yaşayamaz. Kapitalizmin her bakımdan yanı başındaki kapitalist olmayan toplumlara bağımlı olduğunu ileri sürer. Bu noktada kapitalizmin Marksist evrenselleştirici eğilimini değil askeri-siyasi işgal ya da ilhakını öne çıkarır. Yani kolonileştirmeyi. Luxemburg kolonileştirmeyi kapitalizmin son aşaması olarak görmüş olur böylece. Aslında tüm mesele coğrafi farklılaşmanın kökenini sermayede görüp görmemekte düğümlenmektedir. Sermayenin küreselleşmesini “mutlak coğrafi genişlemede” görmemek gerektiğini burada anlamamız gerekir. Coğrafya sermayeye içkindir. Rosa kapitalist olmayan toplumlar sona erdiğinde emperyalizmin de artık tükeniş ya da doygunluk noktasına geldiğini söylemiş oluyordu. Peki ya sonra? Kaçınılmaz bir sosyalizmle mi yüz yüze gelecek dünya?

Teorik arka planı Luxemburg’dan beslenen Harvey, vardığı sonuç itibarıyla Luxemburg’dan ayrılmaktadır. Luxemburg kapitalizm ile kapitalist olmayan çelişkisinin dünyanın tamamen kapitalistleşmesi sonucu bir sonraki adımda sosyalizme varacağını vurgularken Harvey kapitalizmin her defasında yeni yöntemler bularak kendini yeniden üretecektir sonucuna varmakta, bu noktada devlete büyük rol atfetmektedir. Burada devletin artık bir sınıf devleti olduğunu unutmaktadır! Onu burjuvaziden ayrı bir güç olarak görmektedir.

Harvey analizinde kapitalizmin “yeni emperyalizm” aşamasında artı-değer sömürüsünü kayda değer görmemekte, -bunu ondan hiç söz etmemesinden anlıyoruz,- sermaye fazlasının absorbe edilmesinin (“soğurulmasının”) realize edilmesini önemsemektedir. Oysa gerçekte 16.yüzyıldan beri emek piyasalarının düzenlenmesi kapitalist birikim süreçlerinin temel belirleyenidir.

Harvey’in zaman mekân sıkışması üzerine olan düşüncelerine gelince, katıldığımız görüşlerdir. Onları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Gelip geçicilik revaç bulmakta kısa ömürlülük öne geçmektedir. Marx ve Engels’in dediği gibi: ‘katı olan her şey buharlaşıyor.’

2. Toffler’in ifadesiyle ‘kullan at toplumu’ öne çıkmakta,

3. Kısa vadelilik yüreklendirilir ya da Lyotard’ın belirttiği gibi, ‘geçici sözleşme her şeydir’. Her şeyin bugünde ve bugüne göre değerlendirildiği durumda uzun vadeli koruma düşünülemez.

4. Zaman ve mekân sıkışmasını en iyi örnekleyen, göstergeler ve imajlardır. Dünya çapındaki bir endüstri, sadece ürünler için değil; insanlar, yönetimler, üniversiteler, yerler ve benzerleri için de imaj üretir ve pazarlar.

5. Zaman ve mekân sıkışmasından kaynaklanan bu imajların bir kısmı, simulakrum üretimini (yapay gerçeklik) kapsamaktadır: orijinalinden daha gerçek ya da hipergerçek orijinaller kopyalamak.

Son olarak, Harvey şehir menşeili mücadeleler ile sınıf mücadelelerinin arasına “Ortodoks Marksizm’in çektiği katı sınırları” aşmayı hedefliyordu. Onun amacı kendi deyimiyle bir nev’i “yurttaş ile yoldaşı bir araya getirme” çabasıdır diyebiliriz. İyi niyetli ama gerçek yaşamda sınıfsal özü olmayan, dolayısıyla geçerliliği de olmayan bir çabadır bu. Yurttaş kimdir? Antik Çağ Yunan polis devletiyle ortaya çıkan yurttaş kendi dönemi için önemli bir anlam ifade etse de günümüzde ulusal bir kimlik bilincine sahip ve ulus devlete karşı sorumluluklarının bilincinde olan kişiler için kullanılmaktadır.  Yurttaş en yalın anlamıyla modern ulus devletin yapı taşıdır. Yurttaşlık ve yurttaş hakları egemenliği kral ve ruhbandan alıp ulusa veren Fransız Devrimde ilericidir, kısmi bir eşitliği getirmiştir ancak en çok ta serpilmekte olan burjuvazinin daha özgürce gelişimini sağlamıştır. Ne Montesquieu’nün “Yasaların Ruhu” ne de J.J.Rousseau’un “Toplum Sözleşmesi” devrimin asıl gücü olan kent yoksulları ve köylüler için bir anlam ifade etmiştir. Fransa’nın devrimden sadece kırk yıl sonra Cezayir’i işgal etmesi ise çok sözü edilmeyen bir olaydır. Yurttaşlığın bittiği, sömürgeciliğin başladığı  yerdir Cezayir.

Harvey son dönemde kapitalizmin artık yürütülemeyeceğini ancak yürütülemez ise “hepimizin aç kalacağını” söylemektedir!

“Kapitalizmin şimdi başarısız olmasına izin veremeyiz” sözü ona aittir. 

“Kapitalizmin devrimci bir şekilde yıkılması akılcı değildir” sözü de ona aittir.

Kapitalizmin yıkılamaz olduğunu söylüyor aslında.  O yüzden kapitalizmin yıkılmasını değil reformize edilmesinin insanlık için çok daha hayırlı olacağını iddia ediyor…

İlksel Birikim Üzerine

Marx’ın Kapital’in birinci cildinde feodalizmden kapitalizme “geçiş” sürecini “ilkel birikim” olarak tarif ettiğini, İngiltere’deki komünal toprakların 16. yüzyıldan 18. yüzyıl sonuna dek baskı, şiddet ve zor kullanılarak “ortak toprakların çevrelenmesi” yoluyla inşa edilen kapitalist birikim rejiminin temeli olduğunu biliyoruz.

1980’lerden itibaren otonom Marksist literatürde ilkel birikimin ilksel bir özellik taşımaktan ziyade sermaye birikiminin kendisine içkin olduğuna dair bir iddia var.

Marx’ın ilkel birikim kavrayışının hemen fark edilmeyen en önemli yönü, mülksüzleştirme ve toprakların çitlenmesinin ücretli emek ve sermaye ilişkisini doğurduğudur.

Bu süreç üretim araçlarının sahipliğini sermayeye içkin hale getirirken, dolaysız toprak üreticilerini de ücretli İşçiye dönüştürür.

Marx’a göre “ilkel birikim” denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından koparan tarihsel süreçten başka bir şey değildir.

İlkel birikim,  “büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve bağlantısız proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı” süreci ifade eder.

Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri ve topraktan ayrılmaları bu sürecin temel uğraklarıdır. Marx’ın kapitalist tarza “dönüşüm” sürecinin ön koşulu olarak tariflediği bu süreç -klasik Marksist yorumda- “zorunlu ve istisnai” bir evreyi işaret eder.

Feodalizmden kapitalizme “geçiş”in gerçekleşmesi açısından elzem olarak tarif edilen süreç, toprağın metalaşması ve emek gücünün yaratılmasının ardından kapitalist üretim biçimine uygun ilişkiselliği yaratması anlamında “ön koşul” olarak tariflenir.

Ancak son dönemlerde otonom Marksistlerin tartıştığı gibi, ilkel birikim süreci sermaye birikim sürecinin yalnızca tarihsel bir uğrağını ifade etmez, belirli bir sürekliliği içerir.

Harvey özelleştirmeleri, göçmen emeğini ve kamu arazileri ile gecekonduların kentsel dönüşüme uğratılmasını tarihin bu dönemindeki ilksel birikim hamleleri olarak görmektedir. O’na göre ilksel birikim  ‘eskide’ olduğu gibi, tarihin bir aşamasını ve sonlanan bir anı anlatmaktan ziyade süreklilik arz eden kapitalist sömürüye içsel bir olguyu anlatmaktadır. Bunu neye hangi temele dayandırdığını söylemez!  Otonom Marksistler gibi sadece “çünkü kapitalizme içseldir” der ve geçer! Burada Harvey‘in dikkatinden kaçan şey, eski klasik ilksel birikimin üreticiyi üretim araçlarından ayırarak ilk işçi kuşağını ve ilk kapitalistleri yaratarak dünyada daha önce var olmamış yeni bir üretim tarzını ortaya çıkarmış olduğudur. Harvey bu tarihsel dönüşümü, “büyük insan yığınlarının birden bire ve zorla bağlantısız proleterler haline getirilmesini”, Marx’ın bu teorik çözümlemesini alabildiğine sıradanlaştırmaktadır. Bir özelleştirme pratiğini, bir kentsel dönüşümü, mesela mutenalaştırmayı ya da göçmen emeğini örnek vererek dünya tarihsel dönüşümünün eşik noktalarından birini bize açıklayan “ilksel birikim”i kendi ‘çitlemesine’ dayanak yapmaktadır! Ne göçmen emeği, ne mutenalaştırma ne de emek hiyerarşisinin derinleştirilmesi ilksel birikimle, sözde onun güncelleştirilmesi ile açıklanamaz. Nısbi artı değerle, esnek üretim gibi postfordist üretim biçimleriyle açıklanabilecek olguları tarihsel bir fenomenin içine sokmak istemesi sadece çocukça bir istek olabilir.

İlkel birikimin ilksel bir özellik taşımaktan ziyade sermaye birikiminin kendisine içkin olduğu fikri… Bu moda olmuş fikri henüz bilimsel temelde açıklayan olmadı! “Sürekli ilksel birikimi” doğru bulmuyoruz. Rosa Luxemburg’da da aynı yanlış vardır. O da insanların üretim araçlarından koparılmasının kapitalist üretime içkin ve sürekli olduğunu vurgulayarak bunu “içsel-sürekli ilkel Birikim” olarak tanımlar. Bizim doğru bulduğumuz Marks’tan Lenin’e “tarihsel ilksel birikimdir”. Post-Marksistler kapitalizmin “basit bir geçiş süreci” ile var olmadığını,  bir “karşı devrim” olduğunu söylerler. Sanki Marksist komünistler çitlemenin ne denli büyük bir baskı, zor ve şiddetle hayata geçirildiğinin farkında değillermiş ya da bilmezlermiş gibi!

İlksel birikim meselesinde Karl Marx, kadın bedeni, emeği ve yaratıcılığının o dönemde nasıl sömürüldüğünü, kapitalizmin oluşumdaki özel önemini çok görememiştir. Özellikle kadınların sağaltıcı bilgilerinden dolayı engizisyon tarafından “cadı” sıfatıyla yakılmalarının kapitalizmin ilksel birikiminde oynadığı role ilişkin Silvia Federici’nin yazıları okunmaya değerdir.

Tufan Yakın