Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ne dair – Sinan Karacan

“Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri için de benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor.” A. Öcalan, Perspektif.

“Barış tek kanatlı bir kuş değildir. Bir kanat, 27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın yaptığı çağrı ve gelinen fesih kararıyla kendisini gösterdi. İki kanadı millet olarak hep birlikte gövdeye getirmeliyiz. Sabırla bekleyip barışın hâkim olması ve terörsüz Türkiye hedefimize erişmek için bazı konuların gereksiz yere tartışılmasına mahal yoktur.”  Devlet Bahçeli.

Süreç bize ne diyor?

En sonunda söyleyeceğimizi en başta söylemekte fayda var.

Devlet açısından bu “süreç” Kürt hareketini tasfiye etmeyi hedefleyen bir süreçtir. Devletin kardeşlik söylemi tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi büyük kardeşin iktidar için küçük kardeşi katletmesi temeline dayanır. Devlet bütün enerjisini Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmeye dönük kullanacaktır, bu konuda asla ve kata iyi niyetli değildir. Biz devrimciler için devletin bu süreçte zerrece de olsa iyi niyetli olduğuna inanmak, sermeye sınıfının iktidarı kansız bir şekilde bize teslim edeceğine inanmakla eş değerdir.

Diğer taraftan Kürt Özgürlük Hareketi’nin Öcalan inisiyatifinde yürütülen teorik-pratik dönüşüm süreci de bazı yönleri ile bu tasfiye sürecinin hayat bulma olasılığını arttırabilir. Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı çağrısında yer alan değerlendirmeler ile PKK’nin 12. Kongresine sunduğu “Politik rapor” olarak anılan ve Serxwebun dergisinin son sayısında “Perspektif başlığı altında yayınlanan metinde ifade edilen görüşlere baktığımızda, aslında Öcalan’ın geçmişten bu yana sürdürdüğü ve kadın özgürlükçü, ekolojiye dayalı demokratik toplum paradigması, “demokratik modernite”, “demokratik ulus paradigması”, “radikal demokrasi”, “devletin demokratikleşmesi” vb. biçimlerde ifadesini bulan açılımların, esas olarak iktidarı ve devrimi reddeden bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Böylelikle silahlı mücadeleyi esas alan bir yola ihtiyaç duymadan, mevcut kapitalist sistem içinde kalınarak yürütülecek demokratik mücadeleyle, Türk ve Kürt halklarının ortaklığında Türkiye Cumhuriyeti devletinin demokratikleştirilmesi ve büyütülmesi hedeflenmektedir.  Dolayısıyla gerek ideolojik, politik anlamda yaşanan bu esaslı dönüşüm gerekse de sürecin yürütülme biçimi taraflardan birini yani devleti oldukça avantajlı konuma getirebilir.

Devlet tasfiyeyi amaçladığı bu süreci nasıl hayata geçirmeyi planlıyor?

Devlet bu süreci bir tasfiye süreci olarak yürütmeyi hedeflerken elbette bunun bir tasfiye süreci olmadığına inandırmak için öncelikle Kürt inkarından vazgeçmiştir. Hatta durum Kürt inkarından vazgeçişin de biraz ilerisine giderek PKK’nin politik minvalde tanınmasına varmaktadır. Bunun en uç hali, Devlet Bahçeli şahsında vücut bulmuştur. Bahçeli daha düne kadar “bebek katili” dediği Öcalan’a bugün “PKK kurucu önderi” demekte hiçbir sakınca görmüyor. Sonuç olarak, gelinen aşamada artık devlet; vurduk, kırdık, mahvettik, yok ettik, teslim aldık demiyor ama masaya oturduk da demiyor.

Öncelikle süreci olabildiğince geniş bir zaman dilimine yayarak, zamanı bütünüyle kendi lehine kullanmayı planlıyor. Diğer taraftan ısrarla bir sürecin varlığını kabul etmeksizin, yol almaya çalışıyor. Bu da devlete geniş bir manevra alanı ve karşılılıktan kurtulma imkanı veriyor. Karşılılığın olmadığı koşullarda devlet yükümlülük altına girmiyor. Bu, sürecin hukuki güvenceye kavuşturulmasından tutun da adımların karşılıklık ilkesine göre sırayla atılmasına, uluslararası gözlemcilerin, garantörlerin bulundurulmasına, koruculuğun lağvedilmesinden tutun da sürecin yeni ve kapsayıcı bir anayasaya kavuşturulmasına kadar burada sayamayacağımız onlarca yükümlülükten devleti muaf kılıyor. Bu durum da ister istemez devleti lütfeden pozisyonda tutuyor. Kürt Özgürlük Hareketi açısından sonu kestirilemeyen bir zaman ve bilinmezlikler orta yerde duruyor.

Diğer taraftan devlet her ne kadar bir sürecin varlığını kabul etmiyorsa da oyunun dışında da kalmıyor. Yazılı metinlerde yer alamayan ama sözlü olarak ifade edilen haliyle “hukuki ve siyasi” bazı iyileştirmeler yaptığına, yapacağına inandırmaya yelteniyor. Örneğin gasp ettiği belediyeleri geri vererek ya da gayri hukuki süreçler sonucunda cezaevlerinde tutsak ettiği insanların bir kısmını salıvererek, zaten Kürtlere ait olanı Kürtlere geri vererek bu süreçte samimi olduğu yanılsamasını yaratacaktır. Sözüm ona demokratikleşme yolunda darbe anayasasından kurtulmayı hedefleyecek ama yeni bir anayasa yapmayacak, ya da ihtiyaca denk düşen bir anayasa yapmayacaktır. Dem Parti’yi anayasa yapım sürecine dahil edecek ve diğer muhalefet ile Dem’i bu başlık üzerinden de ayrıştırmaya çalışacaktır, çünkü bu koşullarda CHP’nin bir anayasa çalışmasına katılması çok olası görünmemektedir.

AKP-MHP ile birlikte bir anayasa yapım sürecine dahil olmanın kendisi bile KÖH açısından toplumsal muhalefetin öfkesini kazanmaya yetecektir, zira böyle bir sürece girişmek meşruiyeti hepten yitirmiş bu iktidara meşruiyet kazandırmak ve ömrünü uzatmak anlamına gelecektir. Bu konuda demokratik siyaset alanında yer alan yapıların tutumları da önemlidir ki onların da bugüne kadarki pratiklerinin çok da başarılı olduğu söylenemez. Sürecin başlangıçtan itibaren açıklıkla yürütülmeyişi bir yana, sürekli olarak her şeyin iyiye gittiğine dair olumlu mesajlar verilerek beklenti yaratılmasının yaratacağı değer kaybının göz ardı edilmesi ciddi bir sorundur. En son yapılan yasal düzenlemelere ilişkin olarak iktidarla görüşmelerde DEM’in olabilecek en asgari talepleri dile getirmesi ve bunların dahi kabul edilmeyişinin sonuçları ortada.

Elbette sırf bu sebeple toplumsal muhalefetin KÖH’e kızması Kürtlerin günahı değildir. Kürt Özgürlük Hareketi bir yerde kendi işine bakacaktır ama sıkıntılı olan şudur ki bu iktidar ile devletin ihtiyaçları örtüşmektedir ve bu ihtiyaçlar gözetildiğinde bu iktidar eliyle demokratik bir anayasanın oluşturulması ve demokratikleşmenin sağlanması olasılık dahilinde değildir. Zira devlet her geçen gün derinleşen küresel ve bölgesel bir kriz gerçekliğine bağlı olarak içeride ve dışarıda olası bir savaşa kendisini hazırlamaktadır.  AKP- MHP iktidarı ise karakteristik olarak ve iktidarda kalmanın zorunlu bir yöntemi olarak antidemokratik olmak zorundadır ki; böyle bir yolda demokrasi ve demokratik bir anayasa ihtiyaç olunan en son şey olacaktır. Tam tersine, faşist uygulamaları arttırıp, toplumsal muhalefeti dağıtmak bu anlamıyla bir yol temizliği yapmak devlet ve hükümetin ortak ihtiyacıdır.

Bahçeli, yakın zamanda bir meclis komisyonu kurulması önerisinde bulundu, DEM de memnuniyetini ortaya koydu. Evet bu olasılık dahilindedir ve fakat 100 kişi olacağı söylenen bu komisyonun işlevsizleştirilmesi, sündürülmesi ve kör topal bırakılması kuvvetle muhtemeldir. Müzakere sürecini olabildiğince uzatarak, Kürt Özgürlük Hareketi’ni oyalayarak muhalefetten izole edecek ve gerek muhalefette gerekse de AKP – MHP karşıtı toplumsal hareketlerde Kürt hareketinin iktidar ile birlikte hareket ettiği, muhalefete sırtını döndüğü zannını yaratacaklardır. (Dem Parti’nin ve HDK’nin CHP’ye yönelik operasyonlara karşı takındığı pasif tutum toplumsal muhalefette bu yönlü bir kanının şimdiden oluşmasına sebep olmaktadır) Erdoğan’ın geçen hafta yaptığı konuşmada, sanki DEM Cumhur ittifakının bir parçasıymış gibi konuşarak, artık “AKP-MHP-DEM birlikte yürümeye karar verdik” demesi de bu amaçladır. Bu vesileyle hem muhalefeti bölmüş olacak hem de muhalefet cephesinde Kürt hareketine karşı bir nefret dalgasının yükselmesine sebep olacaktır.

İktidar bundan sonraki süreçte CHP’yi ısrarla sürecin dışında tutacaktır ve sürekli darbeleyerek kendi içine kapanıp güç kaybetmesini sağlayacaktır. Çünkü CHP bugün için hem güçlü bir iktidar adayıdır hem de Kürt meselesine daha sahici ve daha çözüm odaklı yaklaşmaktadır. Özellikle CHP lideri Özgür Özel’in bu zamana kadarki CHP liderlerinden farklı olarak sorunu açıkça “Kürt sorunu” olarak ifade edip çözülmesi için uğraş vereceklerini her fırsatta dile getirmesi ve ana dil hakkı gibi vurguları yapıyor olması önemlidir. Ayrıca CHP kendisine yönelik saldırılar ve iktidarla giriştiği bu kavganın olağan bir sonucu olarak direksiyonu biraz daha sola kırmak zorunda kalmıştır. Böyle bir CHP’nin hem sürecin hem de DEM Parti’nin uzağında olması, iktidarın başat amaçlarındandır.

Sürecin toplumda yaratacağı etki 

Geçmiştekinden farklı olarak, bu dönemde önceki çözüm süreçlerinden çok daha ileri gidilerek örgütün feshedilmesi, silahlı mücadeleye son verilmesi ve silahların teslimi noktasına gelinmiş olmasına rağmen, devletin en küçük bir adım atmakta bile diretmesinin halkta kırılma yaratacağı açıktır. Devletin askeri ve siyasi anlamdaki dayatmalarıyla birlikte, psikolojik harekat boyutuna varan yönelimlerinin Kürt halkında yaratacağı etki daha ağır olacaktır. Finalde oluşturulabilecek bir nefret dalgası ve Kürt siyasal hareketinin izole edilmesi, beraberinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin süreci sonlandırmaya dönük olası iradesine ket vurabilir. Çünkü atı alan bir tür Üsküdar’ı geçmiş olacaktır. 

Devlet zaten bir önceki çözüm sürecinde bütün Kürdistan’ı kalekollarla donatmış, İHA-SİHA teknolojileri ile ciddi bir hava hakimiyeti oluşturarak gerilla savaşı olanaklarını büyük oranda daraltmıştı. Hendek çatışmaları sonrası şehir gerilla örgütlenmelerini önemli ölçüde engellemiş, buna paralel olarak Suriye ve Irak Kürdistan’larında da etkili bir hava denetimi ve suikast faaliyetleri sürdürüyordu. Ayrıca 93’ten beri aralıklarla sürdürülen ateşkesle, çözüm süreci vb. durumlar Kürt halkı üzerinde geri çekici bir etki oluşturmakta ve her başarısız süreç savaşın sürdürülmesi ve halktan destek alma potansiyelini politik ve askeri manada biraz daha baltalamaktaydı.

Ayrıca 93’ten beri geliştirilen paradigma değişikliği -ulus devletten vazgeçiş, demokratik toplum hedefi, sınırların dokunulmazlığı vb. önermeleri pratik ile teori arasındaki makasın açılmasını ve Kürt halkının savaşa eskisi kadar ikna edilememesine sebep olmaktaydı. Gerek Kürt metropollerinde, gerekse de Türkiye metropollerindeki Kürt nüfusun önemli bir kısmı savaşın tıkandığı, çözümün de oluşturulamadığı tespiti üzerinden bir tür mental yorgunluğu yaşamakta, gerilla faaliyetine katılımda önemli bir geri çekilme görülmekteydi.

Elbette Kürt özgürlük hareketi bütün bu olumsuzluklara rağmen, hala bölgede ciddi bir siyasi diplomatik ve askeri güç olarak varlığını sürdürüyor ve bölgedeki bütün denklemlerin göz ardı edilemez bir parçası olarak TC’yi ziyadesiyle zorluyordu ancak siyasi, ideolojik ve askeri bir sıkışma halinde olduğu da yadsınamaz.

Yani devlet masaya oturmadan önce (ki gerçek anlamıyla bir masadan bahsetmek olanaklı değil) özellikle askeri olarak daha avantajlı pozisyondaydı ve her ne kadar sürecin bir tarafı olmayı kabul ettiyse de süreç; Abdullah Öcalan’ın da ifade ettiği ve sürdürdüğü gibi devletten somut bir beklentiye girilmeksizin, oyunun ilerleyen safhasında devletin oyuna dahil oluşunu gözlemlemesi ve değerlendirmesi üzerinden yürüyecektir. İşte tam bu noktada zemin olabildiğince kaygandır ve zamanın kullanımı bütünüyle devletin inisiyatifine bırakılmaktadır.

Konunun iyi anlaşılması için yukarıdaki iki alıntıyı açmak önemlidir.

Birincisi Öcalan’ın 12. Kongreye sunduğu perspektif metnindendir ve Öcalan’ın süreci ele alış biçimini ve bu yolun bütünüyle Öcalan’ın rehberliğinde sürdürülmesi durumunda aslında geri dönüşsüz olduğu ve kısa/orta/uzun vadede Suriye, İran ve Irak’ı da kapsayabileceği ve Kürdistan’ın dört parçasında da demokratik toplum paradigması gereği bir silahsızlanmaya ve doğal olarak yeni örgütlenme formlarına gidebileceğini göstermektedir, ki bu bahsettiğimiz anlamda devletin politik minvalde de işini kolaylaştırabilir. Çünkü bu süreç bir yanıyla da Kürt Özgürlük Hareketi’nin Öcalan liderliğinde giriştiği bir makas değişikliğidir ki -tırnak içinde söyleyelim- bu makas değişikliği biraz da mekan ve zaman üstü olduğu için devletin tasfiye hevesine ve olası pratiğine alan açabilir.

Diğer alıntı ise, Devlet Bahçeli’nin Meral Danış Beştaş’ın konuğu olduğu bir televizyon programına dahil olarak gönderdiği nottur.

Bahçeli o notta devletin meseleye bakışını ve kendini bu süreçte nasıl pozisyonlandırdığını göstermektedir. Devlet; kendinizi feshedin bekleyin, çok şey konuşmayın, çok şey istemeyin, terörsüz Türkiye için zaten gereğini yapıyoruz demektedir. Burada da net bir şekilde devlet yukarıda da bahsettiğimiz karşılıklık pozisyonuna kendisini asla sokmamaktadır, sokmayacaktır.

Süreç devlete peşinen bir sorumluluk ve ev ödevi yüklemediğinden, Kürtlere devletin görevlerini yerine getirmediğine dönük eleştiri hakkı ve zaman mefhumunu netleştiren yol haritası sunma hakkı dahi vermemektedir. Kürtlerin bu hakları kendince doyasıya kullanması mümkündür ama pratikte devlet açısından bir bağlayıcılığı maalesef olmayacaktır. Diğer taraftan eşitler arası düzlemde yürütülen bir müzakere süreci başlatılmaksızın örgütün feshedilmesi ve sürecin yürütülmesi ile ilgili bütün inisiyatifin Öcalan’ın şahsına devredilmesi  (Öcalan’ın koşulları da gözetildiğinde) Kürt Özgürlük Hareketi’nin reflekslerini ve manevra kabiliyetini sınırlandırmaya yol açabilir.

Kürt Özgürlük Hareketi bizim gördüğümüzü görmüyor mu?

Elbette bizim gördüğümüzü hatta daha fazlasını Kürt Özgürlük Hareketi de görüyor. Ancak bir tehlikeyi görmek, görüyor olmak o tehlikenin mutlak anlamda savuşturulabileceği anlamına gelmiyor. Bu tehlike ile mücadele etmenin nesnel koşulları olduğu gibi öznel koşulları da var.  Kürt Özgürlük Hareketi’nin içerisinde bulunduğu nesnel koşullar ve öznel kabiliyeti, diğer taraftan muhatabı olarak TC’nin öznel kabiliyeti ve mevcut nesnellik üzerinden elde ettiği avantajları, zamanını kullanma becerisi vb. bakımlardan değerlendirildiğinde, Kürt hareketin içerisinde bulunduğu koşullar üzerinden kendisini bu tehlikeye karşı koruma durumu olmayabilir. Diyebiliriz ki bugüne kadar aldığı riskler arasında bu risk en yüksek olandır ve bu risk sadece Türkiye ile sınırlı değildir.

Makas değişikliği girişiminin başarısızlığa uğraması ve paralelinde devletle girişilen bu yeni sürecin de olumsuz sonuçlanma olasılığı, Kürt Özgürlük Hareketi’nin başarısız olan bir sürecin sonunda yeniden PKK’yi kurmak ve onu silahlı bir formda Türkiye sathında faal hale getirme ihtimalini politik ve askeri olarak zorlaştıracaktır. Bu elbette tartışmasız olarak, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürdistan’ın diğer parçalarında yürüttüğü silahlı ve politik mücadelelerin de performansını doğrudan ve derinden etkileyecektir.

Sinan Karacan