ABD; kısa bir tarih ve güncel politik durum – Tufan Yakın

HANİ ÖNCE AMERİKA İDİ?

İSRAİL-İRAN SAVAŞI ABD DEVLETİ İÇİNDE CİDDİ BİR GEDİK AÇMIŞ OLABİLİR Mİ?

KONGRE, BEYAZ SARAY, PENTAGON VE CİA

İHTİMALLERE GERÇEKLEŞECEKMİŞ GİBİ YAKLAŞMAK KAYBETTİRMEZ, KAZANDIRIR.

Yazıya başlamadan önce mevcut dünya savaşlarına ilişkin kimi yorumlarımızın “ihtimal dışı” veya “uç değerlendirmeler” içerdiğine dair kimi eleştiriler var. Elbette haklılık payı vardır, ancak mevcut dünya savaşlarının değişen niteliği düşünüldüğünde bu tarz “imkânsız” ya da “marjinal”  gibi görünen olayların giderek daha sıklıkla karşımıza çıktığını da göz ardı edemeyiz.  Eski oyunun kurallarının değiştiğini ancak yeni oyunun kurallarının ne olduğunun tam olarak bilinmediği bir dönemdeyiz.  Bu anlamda yorumlarımızı kimi hata ya da yanılma payı içerse de geniş bir spektrum içinde tutmaktan yanayız. Biz artık, olmaz dediğimiz şeylerin olduğu bir dünyada yaşadığımızı kabul ediyoruz. Bu, bir bakıma yaşanacak şok dalgaları karşısında kendimizi korumanın, diğer yandan ise alternatif çıkış yolları bulmanın bir gereğidir. Örneğin İsrail saldırında olduğu gibi, insanlı ve insansız sistemlerin (dron + F-35) entegre biçimde çalışarak önceden sağlanan istihbarı bilgilerle hedeflerine en hassas şekilde ulaşmaları büyük ölçekli harekâtlar içinde bir ilk olarak değerlendirilebilir.

Artık stratejik hedeflerin imhasında büyük ve pahalı silah sistemlerinin yerini, küçük, ucuz ama etkili FPV dronların aldığı, asimetrik savaş dengelerini tamamen alt üst eden yeni bir çağın başladığından bahsedebiliriz. FPV (First Person View) drone, pilotun gözünden birinci kişi görüşü sağlayan dronlardır. Bu, pilotun drone’un kamerasından gerçek zamanlı olarak görüntü almasını sağlar, böylece uçuş sırasında kontrol etmesi daha kolay hale gelir)

Özellikle Ortadoğu’da devletler ve devlet dışı örgütlerin nerdeyse haftalık değişen politikaları ile karşı karşıyayız. Mesela en son PJAK’ın İsrail ile görüşmeye açığız demesi ve ya SDG’nin Alevi ve Dürzi halkı ile ortak mücadele kararı alması gibi…

Artık SDG, PJAK ve İran’ın vekil güçleri gibi devlet dışı güçler de   doğrudan stratejik etki yaratabilecek kapasiteye ulaşmışlardır. Önceden ilan edilen, açık, klasik savaşların yerini, ilan edilmeden başlatılan hibrit savaşların alması, savaş konusunda bugüne kadar bildiklerimizin yeniden ele alınmasını gerekli kılıyor. İstihbarat ve yüksek teknolojinin bir arada kullanıldığı gizli operasyonlarla mekik diplomasisinin ardışık uygulanması hem yeni bir psikolojik savaş türü hem de büyük bir caydırıcı güç özelliği niteliğindedir. Kasım Süleymani’den İsmail Haniye’ye, Hizbullah lideri Nasrallah’tan İran Cumhurbaşkanı Reisi ’nin şüpheli ölümüne ve 9 Ekim Aksa Tufanından 1 Haziran Ukrayna’nın Rusya içlerine dron saldırısına ve en son 13 Haziran’da İsrail’in 30 üst düzey İranlı komutanı katletmesine değin gördüğümüz şey artık savaşlarda öncelikle piyadelerin değil generallerin ve sivillerin öldürüldüğüdür. Orduları başsız, halkı mecalsiz ve dehşet içinde bırakmak hibrit savaşların temel stratejisi olmuş gibi gözüküyor. Dünya savaşlarında hiçbir zaman savaştığı devletin liderini öldüreceğini açıktan deklere eden bir pratiğe rastlanmamıştır. Hitler’den sonra hiçbir devlet daha önce savaştığı devletin liderini bu denli “kişisel bir düşman” olarak ilan etmemiştir. Saddam, Kaddafi, Esad ve Hamaney emperyalizm tarafından “kişisel düşmanlar” olarak sembolize edilerek buyrukları altındaki halklarla karşı karşıya getirilmişler ve bunda başarılı olunmuştur. Hamaney ’in öldürüleceği adeta bir ürünün piyasaya sürülmeden önceki “lansman” ı gibi kamuoyuna sunuluyor.

Nükleer silahlar

Yenidünya savaşları, Rusya ve İran örneğinden yola çıktığımızda üç önemli değişikliği beraberinde getirmiştir.

İlki Ukrayna’nın Rusya içlerine dron saldırı göstermiştir ki, nükleer güç sahibi ülkeye ciddi konvansiyonel bir saldırı yapıldığında nükleer güç sahibi ülke buna istese de nükleer silahla karşılık verememektedir.

İkincisi İran örneği göstermiştir ki nükleer silah sahibi olmakla nükleer silah elde etmenin “eşiğinde olmak” nerdeyse aynı şeydir. İran özgülünde eşikte olmak, belki de nükleer silaha sahip olmaktan çok daha geçerli bir durumdur.

Son olarak, her iki olay dünya devletlerinde nükleer güce sahip olmanın ciddi bir güven kaynağı yarattığını,  hasımların bu gücü elinde bulunduranlara karşı harekete geçmeden önce yüz kez düşünmesi gerektiğini güncel olarak göstermiştir. Her ne kadar nükleer silahlara sahip olma konusunda değiştirilemez katı kurallar olsa da İsrail’in bundan bağışık olması Türkiye, Brezilya, Endonezya, Suudi Arabistan ve Güney Kore gibi ülkelerin bundan sonra kendi nükleer silahlarına sahip olma konusunda ciddi bir diplomasi geliştirebilecekleri ihtimalini doğurabilir. ( alın size bir uç değerlendirme daha!) Nükleer silahlara sahip olmanın bir “rejim garantisi” olduğu güncel bir tartışma konusu olmuştur. Soğuk savaş döneminde temel bir gündem olan, dünya halklarının ciddi protestolarıyla karşı durulan nükleerler konusu, kural kaidenin olmadığı bugün ki hibrit savaşlar döneminde gayri ciddi biçimlerde ortalığa düşmüştür. Yukarıda sayılan orta ölçekli kendi bölgelerinin pivot ülkeleri hibrit savaşların yarattığı kaos içinden nükleer silahlara sahip olabileceklerini düşünmektedirler.

Demek istediğimiz, İran nükleer silaha sahip olsaydı ABD ve İsrail’in saldırıları mümkün olmazdı şeklindeki bir analiz hem dünyada hem de bölgede nükleer silahlanma yarışını da tetikleyebilir. Diğer yandan Rusya gibi nükleer güç sahibi ülkelerin konvansiyonel saldırılardan tam olarak güvende olduğunu söylemek te artık pek mümkün değil.

                                                                       *******

“Önce Amerika” kaybetmeye mahkumdur

Neo-faşist Trumpizmin Rusya-Ukrayna politikaları Avrupa’nın gelecek açısından kendi güvenliğini sorgulamasına neden olmuştur. Trump transatlantik ilişkileri sallamaktadır. Ancak Ukrayna’nın Rusya’daki beş hava üssüne dronlarla şok edici saldırısı sonunda Trump bunu Avrupa’yı dışlayan politikalarına karşı bir eylem olarak ta üzerine almış olmalı! Avrupa bu saldırıyla Trump’a “bizi hafife alma, bu meselede bizi hesaba katmadan adım atamazsın ” demiştir.   Ortadoğu’da ise İsrail’in İran’a yönelik saldırısında, önce “Eğer İran nükleer meselede çizgimize gelmezse yerle bir olacak” demesi bir gün sonra ise “İsrail İran’a yönelik saldırıyı durdurmalı” demesi. En son İran’ın Fordo nükleer üssünü B-2’lerle vurması ve ardından 12 saat geçmeden ateşkes ilan etmesi ise dünyayı tümden şaşırttı.

İsrail-İran savaşında yaptığı açıklamalarla Trump ’ın bizzat kendisinin adeta bir CİA elemanı gibi psikolojik savaş yürüttüğüne şahit olduk. İran’la yürüttüğü nükleer görüşme takvimi sürerken İsrail’in saldırısına göz yumması bir “savaş hilesi” değildir. Masaya oturduğu devletin konunun muhatabı olan üçünce devlet tarafından saldırıya uğrayacağını bildiği halde buna sessiz kalması uluslararası diplomaside yeri olmayan namert bir davranıştır. Bu biraz Öcalan’ın “tüm tarihi sorumluluğu üzerime alarak silahlı mücadeleyi sonlandırıyorum” demesine rağmen TC’nin Medya savunma alanlarını bombalamaya devam etmesine benziyor. Tüm bunlar sadece uluslararası kamuoyu tarafından değil, ABD kurumsal devleti tarafından büyük bir fiyasko olarak değerlendirilmek durumundadır.

 ABD’nin Ortadoğu’daki kaos diplomasisi kendi devleti içinde ciddi fay hatlarını ortaya çıkaracaktır.  Trump ‘ın “Önce Amerika” sloganının büyük bir hüsran olduğu, bu slogan etrafında toplanan kesimler arasında büyük çatlaklar oluşturacağı, sonuçta ABD’nin dünya hegemonyasından vazgeçmediği ama bunda Trump şahsında büyük bir beceriksizlik içinde olduğu anlaşılmıştır. Pentagon’un Fordo saldırısı konusunda Amerikan ve dünya kamuoyunu uzun uzadıya bir basın açıklaması ile “ikna etmek” zorunda kalması başlı başına ciddi şüpheler doğurmaktadır. Pentagon’un “Fordo bir daha kullanılamaz” diyerek kesin bir tavır ortaya koyması ama İran’ın “başka bir yere taşıdık” dediği 408 kilogramlık zenginleştirilmiş uranyum konusunda hiçbir şey diyememesi önemlidir.

Amerikan tarihi ve müesses nizamı

Trump başta kendi ülkesi olmak üzere tüm dünyaya uzun bir uluslararası kâbus yaşatacak gibi görünse de ABD’deki  “Başkanlık Sistemi” sadece Başkanları olduklarından daha önemli görünmesini sağlayan bir sistemdir. Trump her ne kadar kendi şahsında yarattığı nihilizmi bir sembol haline getirip ABD’nin omurgası sayılan kuvvetler ayrılığıyla fütursuz bir şekilde oynasa da Amerikan siyasal tarihinin oturmuş, yerleşik hukuksal gelenekleri yani “Amerikan müesses nizamı”  karşısında duracağı ya da durdurulacağı bir nokta vardır. Siyasi güç heveslerle ilgili değildir. Bakalım Trump ‘ın yaşadığı güç illüzyonu onu daha ne kadar yaşatacak?  Ondan geriye neler kalacak?

Amerikan anayasası hem başkanın bir tiran olmasının önündeki en büyük engeldir hem de Kongre ‘nin elde edebilecekleri konusunda mahkemelerce gözetilen ciddi sınırlamalar vardır.  Trump’ın önündeki 4 yıllık iktidarında ABD’ nin 250 yılda yarattığı kendine özgü kurumsal döngüleri stratejik olarak değiştirmesi mümkün gözükmemektedir. Ama bu demek değildir ki, zengin işadamları, Dışişleri, endüstriyel beyaz işçi sınıfı ve küçük Amerikan kasabaları tarafından desteklenen Başkanlık ofisinin kendine muhalif olan Kongre, Temsilciler meclisi, federal mahkeme, FED,  teknokrasi, Pentagon, Hispanik ve siyah halklar ve New York’un liberal solcularıyla mücadelesi devam etmeyecek!

ABD aslında devlet aygıtında ciddi bir yapı değişikliğinin eşiğine gelmiş gibi görünüyor. Bunu 11 Eylül’den sonra kendileri de dile getiriyorlardı. O yüzden Trump’ın bu konudaki fikirlerini deli saçması olarak görmek yanıltıcı olabilir. O sadece çubuğu fazla büküyor! Trump’ın birçok kamu fonlarını iptal etmesinin, üniversite bütçelerini kısmasının, federal hükümette personel azaltımına gitmesinin, dünyadaki sıcak savaş bölgelerinden çekileceğini ilan etmesinin nedeni devasa boyutlara ulaşmış, aşırı şişmiş federal hükümet aygıtının artık küçültülmesi gerektiğine inanmasındandır. Ve bu konuda yalnız değildir.

ABD, birçok farklı ülkeden gelmiş, sayısız farklı dili konuşan insanların oluşturduğu, icat edilmiş bir ulustur. Yerel bir bölgede binlerce yıl yaşamış bir grup insandan doğal yollarla evrimleşmemiştir. Tabiri caizse dünyada kendini “sıfırdan yaratan” tek ulustur.

“Amerikan halkı” kavramı gerçek olmakla beraber, atalarından kopup çok uzak bir coğrafyada yeni bir ulus yarattıkları için kozmopolit,  yapay bir kültürdür. Amerikan halkını yaratan yalnızca göç değildi. Amerikan halkı ayrıca kendi kendini de yaratmıştı. Kuzey Amerika’ya geldiklerinde kendi hayatlarını sıfırdan oluşturmaları gerekmişti. Sonuçta Amerikalılar hem göç hem de yeni toprakların zorladığı koşularla ortaya çıkmış bir halktır. “Geçmişleri ailelerin soyunda, gelecekleri ise Birleşik Devletlerde yatıyordu. Geçmişlerini unutmuyor ama geleceğe sımsıkı sarılıyorlardı. Bu ikilik ABD’nin esas doğasını oluşturmuştur.” (George Friedman)

Siyasal gelişiminin birçok evresinde, bağımsızlık savaşı, Kızılderili savaşları, İspanyol savaşı, Kuzey- Güney savaşı, kölelik karşıtı isyanlar vb. çok ciddi parçalanma tehlikeleri geçirmesine rağmen her defasında bu geniş coğrafyanın halklarını bir arada tutmayı başarmıştır.

ABD, “çokluktan birliğe ulaşmıştır.” (G. Friedman) İşte, ABD’ nin bağımsızlığını ve eyaletlerin birliğini sağladıktan sonra onu ileriye fırlatan en önemli dinamik budur. Çokluktan birliğe ulaşacak yöntemleri bulmuş olması, bu azmi göstermiş olmasıdır.

Balzac’ın bir sözü vardır: “Her büyük servetin ardında büyük bir suç yatar” diye. Amerikan ulusunu yaratan iki büyük suçtan söz etmeden olmaz. Kölecilik ve Kızılderili halkların katliamı. Göçmenlerin yeni bir hayat kurmak ve özgürlük idealiyle geldikleri bu topraklarda gerçekleştirdikleri soykırım, katliam ve yerinden etme politikaları görmezden gelinemez. Koskoca Komançi uygarlığını tarihten silip süpürmüşler, kalanları rezervuarlara kapatmışlardır. Kuzey Amerika’ya köleciliği getiren Avrupalı uluslardı ancak yeni göçmen ulus bunu devam ettirmekte bir beis görmedi. Bağımsızlık Bildirgesi’nde tüm insanların eşit yaratıldığı kabul edilmişse de kölecilik devam ettirilmiştir. Bunun gerekçesi Güney’deki köle sahiplerinin Birleşik Devletlere katılmayacağının bilinmesiydi. Anayasa, Afroamerikalıların manevi değerinin bir beyazınkinin “beşte üçü” kadar olduğunu kurumsallaştırdı. Buna “affedilmez bir günah” demek bile az gelir. ABD’nin kurucuları siyahi halkın eşit olduğunu kesinlikle bildikleri halde siyaseten öyle olmadıklarına dair bir doktrini kabul etmeyi tercih etmişlerdir.

Tarım kapitalizmi döneminde gerçekleştirdiği acımasız Kızılderili katliamı, yine bu dönem başlayan kölecilik,  sanayi kapitalizmi döneminde klasik köleciliği modern ırkçılık temelinde sürdürmesi, ABD’nin devasa bir ilksel sermaye birikimi yapmasını sağlamıştır. Köle emeği ve verimli Komançi, Apaçi topraklarının gaspı, Missisipi gibi nehir yataklarından, Apalaş dağlarının ormanlarına kadar Kızılderililerin kovulması ilksel sermayenin kaynağı olmuştur.  İçinden çok sayıda mucitler çıkaran farklı ulus ve kültürlerin kolektif zihinsel emeğiyle birleşerek oluşan bu ilksel sermaye, bağımsızlık bildirgesinin yarattığı özgürlük ortamıyla birlikte ABD’yi dünya uluslarının önüne geçirmiştir. ABD, topraksızlaştırılan Kızılderililer, siyah köle emeği ve icadı ticaretle birleştiren göçmenlerin  ( mucit geleneği!)  zihinsel emeği üzerinde yükselmiş bir devlet ve bir ulustur. ABD, ulusunu devletini kurduktan sonra oluşturmuştur.

Onca toplumsal çürümüşlüğüne rağmen Amerikan ulusunun geçmişini unutmadan geleceğe sarılan karakteri ve kurumsal federal yapı,  Trump’ın önündeki en büyük engellerden biri olacaktır.

ABD’nin öz kültürü, ilk İngiliz yerleşimcilerinin kültürüydü. Yani Beyaz Anglosakson Protestan (WASP), Amerikan kültürünün belirleyici merkezi olarak kaldı. Trump’ın dayandığı zemin sadece budur. Nasıl ki TC’nin Sünni-Türk kültürü, Kürt özgürlük mücadelesiyle müthiş bir çözülmeye uğradıysa, nasıl ki İspanya’nın Katolik İber-Kelt kültürü Müslüman Araplar, Katalanlar ve Basklar tarafından demokratize edildiyse, nasıl ki Katolik Kuzey İrlanda Protestan Britanya emperyalizmine kendi özerkliğini kabul ettirdiyse Amerikan WASP kültürü de siyahi, İtalyan, İrlandalı ve başta Meksika olmak üzere Latin Amerikalı Hispanik halklar tarafından WASP milliyetçiliğinin karşısında ciddi bir denge unsuru oluşturdular.

***

Amerikan devlet sistemine gelince, üç temel ilke üzerinde şekillenmiştir:

-Amerikan hükümetini Anayasa Konvansiyonu yarattı. İngiliz filozof John Locke “Yaşama, Özgürlük ve Mülkiyet Hakkı’ndan bahsederken Amerikan bağımsızlık bildirgesi, “mülkiyet hakkını” nı dışlayarak onun yerine “mutluluğu arama hakkı ”nı koymuştur.

Dünyadaki çoğu devletten farklı olarak geçmişi olmayan bir hükümet sistemi kuran ABD, oluşturduğu siyaset felsefesi ile kurucuların kendi şahsi çıkarlarının önünde ciddi bir engel teşkil etmekle kalmamış,  vatandaşların ve toplumsal grupların hükümeti kamu yararının dışına çıkarmasına da izin vermemiştir. Oluşturulan bu mühendislik harikası makine ne siyasetçilere ne de vatandaşlara güvenmeyen gerektiği kadar esnek ancak kuruluş ilkelerinden ödün vermeyen bir tasarım örneğiydi.

Diğer iki özellik:

-Başkan bir tiran olmayacak.

-Kongre’nin elde edebilecekleri, mahkemeler tarafından denetlenecek, gerekli durumlarda sınırlandırılacaktı.

ABD’nin bugüne kadar ki tüm başkanları kendi dönemlerinde dünya koşulları gereği birbirinden farklı askeri, ekonomik, ticari ve siyasi politikalar gütseler de ülke yine ABD olarak kalmaya devam etmiştir. Ne Meksika savaşı, ne Kuzey-Güney savaşı ne de İspanyol-Amerika savaşı eyaletlerin birliğe ulaşma mücadelesini bozamamıştır. Bu ne demektir? ABD’nin ilk kuruluş felsefesinden çok büyük bir sapma ya da kopuş yaşamaması demektir. Hiçbir başkan tiran olamamış, Kongre tartışmalı hiçbir yasayı federal mahkemenin onayını almadan meclisinden geçirememiş, hiçbir eyalet, eyalet valisi ve senatörün yaptığı yolsuzluk, kayırma, görevi kötüye kullanma, haksız kazanç vb. suçlar cezasız bırakılmamıştır. Mevcut federal hükümetin katı teknokratik yapısı, köklü kuvvetler ayrılığı prensibi ve özgür basın geleneği buna izin vermemiştir.

ABD’de Başkanlık/Beyaz Saray,  CİA, Pentagon ve askeri-endüstriye-dijital kompleksin özgürce, hesapsız-kitapsız hareket ettiği tek alan dış ticaret, dış savaşlar ve dış politikadır. Emperyalist yönelimler konusunda sorgusuz sualsiz tüm devlet yapısı bunların arkasındadır. Çünkü ABD kendi egemenleri tarafından coğrafi sınırları içinde sadece bir ‘iç devlet’ olarak değil, ‘uluslararası bir devlet’ olarak görülmektedir. ABD’de hiçbir devlette görülmediği şekliyle pratikte nerdeyse iki devlet vardır.  İç devletin ayakta kalması dünyadaki eğilimler, çelişki ve çatışkılar konusunda ABD’nin bunlardan sürekli haberdar olmasını, gerektiğinde etkin bir şekilde müdahale etmesini zorunlu kılmıştır. Pearl Harbour baskını ve 11 Eylül saldırıları bu eğilimi her defasında güçlendiren gerekçeler olmuştur. İlkinde 2.cihan harbine girmişler, ikincisinde Irak ve Afganistan’ı işgal etmişlerdir.

ABD’ye kurumsal emperyalist karakterini veren en temel olgu,  dışarda yürüttüğü savaşlardır.

ABD kendi yerel saatine göre değil dünyadaki tüm saat dilimlerine göre yaşayan bir devlet sistemi kurmuştur. ABD emperyalizmi dışarıda kendi iç politikasından bağımsız bir hareket kabiliyetine sahiptir. ABD içeride “kendinde” ulusal bir devlet, dışarıda “kendisi için” uluslararası bir dünya devletidir. Elbette sürekli bunun çelişkisini yaşamıştır. Ama bu durum onun yayılmacı-hegemonik karakterini en az olsun gemleyememiştir. Vietnam, Kore, Irak, Afganistan ve uluslararası selefi cihadizm karşısında aldığı askeri yenilgiler ve ya ağır darbeler onun hegemonyacı siyasetinde bir iç muhasebe ihtiyacı ve yer yer gerilemeler yaratsa da dünyanın “büyük gücü” olmasını sarsamamıştır.

Amerikan Devrimi’nden (1775–1783)  sonra 1812 de yeniden Büyük Britanya ile olan savaş, sonra Meksika savaşı, ondan sonra Amerikan iç savaşı, Kızılderili halklarla son uzun mücadele, İspanyol-Amerika Savaşı, Birinci dünya savaşı,  ikinci dünya savaşı, sonra Kore ve Vietnam savaşları,21.yüzyılın başından beri de Irak, Afganistan ve Cihadistlerle olan savaşlar… Savaşlar onu “uluslararası emperyalist bir devlet” yapmıştır. Sahip olduğu uluslararası tekelleri yaratan da katıldığı bu savaşlardır.

Savaş, teknoloji ve ticaret günümüz Amerikan kültürünün tek bir parçası haline dönüşmüştür. Manhattan projesiyle birlikte üretilen Atom Bombası savaşla barış, adalet ile ahlak, bilim insanı ile iş insanı, cesaretle silah arasındaki tüm ayrımları ortadan kaldırmıştır. ABD savaşı, ticareti, bilimi,  kültürü hepsini tek bir torbaya boca ederek ilk kurulduğu zamanda dünyaya ilham veren o kıymetli özgürlük ruhu ve adalet anlayışından alabildiğine uzaklaşmıştır. Başa getirdiği Trumpizm Amerika’nın geçmişindeki tüm olumluluklarını ayaklar altına alan, tüm olumsuzlukları ise baş tacı yapan bir yapı kurmakla dünya halklarında büyük bir öfke yaratmıştır

***

Amerikanın yeni savaş anlayışı

Trump itiraf etmektedir. “Maliyeti hep bize yazan savaşlarda yokum” demektedir. Savaşsız bir emperyalizm, savaşsız bir ticaret, savaşsız bir dış politika! Mümkün olmayanı istemektedir. Aslında mümkün olanın değiştiğini görerek ABD’nin önüne daha gerçekçi başka bir yol açmak istemektedir. Kendisinin de ifade ettiği gibi “daha az maliyetli”, “kendi askerinin daha az öldüğü”, hatta ona “kar getiren” savaşlardan bahsetmekte, bunun yollarını aramaktadır. Elbette kendisinin müdahil olmadığı bir dünyanın artık imkânsız olduğunu biliyor ama bir an için geri çekilip dünyanın ABD’ siz nasıl olacağını da merak ediyor. Bu merakı oldukça bilimseldir aslında. Bu merakı sayesinde dünyanın gelmiş olduğu yeni aşamada kim ne istiyor, ne kadar istiyor, çekildiği alanlara kim göz dikiyor, yükselen ekonomiler, çöken ekonomiler nedir bunları çok daha iyi gözlemleyebiliyor. Dünyayı, yeniden müdahale etmek için kontrollü bir salınıma bırakıyor. Trump Ukrayna’nın Rusya’nın ağır bombardıman uçaklarını tahrip ettikten sonra Rusya’nın bunun karşılığında 400 dron ve 40 balistik füzeyle Ukrayna’da çoğu sivil hedef olan birçok şehri vurması karşısında ne diyordu: “Bazen savaşmalarına izin vermek lazım” ABD bu politikayı dünyanın gerilim, çatışma ve savaş durumundaki birçok bölgesinde uygulamayı tercih etmiş gözüküyor. İran’da da bir benzerini uygulamıştır. Savaşın 10.gününe kadar beklemiş, sonra ciddi bir vuruş yapmış ancak karşılığında Doha’daki askeri üssüne İran füzeleri yağdığında ateşkes ilan etmiştir. Trump artık neye istinaden diyorsa “Bu savaş tarihe ‘12 Gün Savaşı’ olarak geçecektir”  demiştir. Hiçbir anlamı olmayan boş bir laftır. 12 günün muhtevası İran’a itibar kaybı yaşatmak, stratejik askeri ve nükleer üs ve tesislerini darbelemek, emir-komuta zincirini dağıtmak, Rusya ve Çin’in tepkilerini ölçmek bundan sonra ise geriye çekilip ne olup biteceğine bakmak şeklinde yeni bir strateji denenmiş gibi gözüküyor.

İsrail kısa vadede “zayıf bir hükümet” istiyordu ama İran şimdi “yaralı bir aslan” dır. Hiçbir devlet, girdiği bir savaşta daha ilk aşamada 30 üst düzey komutanını kaybetmemiştir. Bu dünya savaş tarihinde bir ilktir. İsrail’in bunu başarmasının nedeni “zaten hep İran’da olması” idi! Uzun yılları alan bir istihbarat örgütlenmesi olduğu anlaşılıyor. Şimdi devlet istihbaratları geçmişe göre bin kat daha güçlüdür.

Ancak öte yandan İsrail’in çok güvendiği Demir Kubbe ve Arrow savunma sistemlerinin, böylesi büyük çaplı savaşlar için yeterli olmadığı görülmüştür. Iron Dome ve Arrow gibi savunma sistemlerinin her bir önleme mermisi yüz binlerce dolarlık maliyetler doğururken, İran’ın kitlesel üretimle ürettiği basit dronlar ve balistik füzeler çok daha düşük maliyetli ancak kümülatif baskı yaratma potansiyeline sahiptir. Bu durum, İsrail, ABD, İngiltere gibi ileri teknolojiye sahip ülkeleri ekonomik sürdürülebilirlik bakımından kırılgan hale getirebilmektedir.

Ateşkese gelince, birbirini 45 yıldır meşru bir devlet olarak tanımayan tersine birbirlerini “varoluşsal bir tehdit” olarak gören ve bu yüzden yazılı olması mümkün olmadığı için hiçbir bağlayıcılığı da olmayan bir ateşkesten söz ediyoruz. Herkes kim kazandı kim kaybetti tartışması yapıyor. Kaybeden, “Fordo tehdit olmaktan çıktı” diyen ABD’dir. ABD’nin çok okunan gazeteleri, Pentagon ve CİA içindeki belli kesimler başta olmak üzere Amerikan kamuoyu buna inanmamaktadır. İran’da tamı tamına 30 nükleer tesis vardır. Fordo, Natanz ve İsfahan’daki tesislerin bombalanması ile bu savaş bitti mi? Savaşın gerçek amacı İran’ı “nükleer tehdit” olmaktan çıkarmak mıydı? Yoksa rejim değişikliği miydi? Elbette sonuncusu. Bu başarılamamıştır. Savaşa şimdilik ara verilmiştir. Bu da 21.yüzyıl savaşlarına örnek teşkil eden atipik bir durumdur. Mevcut durum kamuoyuna adeta mücadeleye devam etmeden önce verilen bir “mola” gibi sunulmaktadır. Ya da ateşkesi bir “hıçkırık” olarak görmek gerekir. Savaşın devamı bundan sonra İran içindeki toplumsal muhalif grupların, Çin, Rusya ve Körfez ülkelerini temsilen Suudi Arabiya’nın tavrına göre yeniden şekillenecektir.

***

Amerikan iç politikası

ABD emperyalizmini ele alınırken ABD’nin tarihsel, toplumsa gerçekliği ile kurumsal devlet yapısı çoğu zaman göz ardı edilebiliyor. Onu salt dünyanın jandarması, NATO’nun lideri, emperyalist saldırganlığın öncüsü, uluslararası silah tüccarı vb. şiddet kategorileriyle ele alıyoruz. Hepsi de doğrudur. Ancak ABD’yi onu asıl ayakta tutan büyük çarklarıyla birlikte görmek gerekir. Yani kurumsal ve sosyo-ekonomik döngüleriyle birlikte ele almak gerekir. Kurumsal döngü federal hükümetle Amerikan toplumu arasındaki ilişkiyi, sosyo-ekonomik döngü ise Amerikan kapitalizminin geçirdiği evreleri anlatır bize.

Örneğin, metropolleri “günah kalesi” olarak gören, Afroamerikalıları, Yahudileri ve İrlandalı Katolikleri hiç hazzetmeyen, ticari tarımın merkezleri olan bağnaz “küçük Amerikan kasabaları”,  Amerikan kapitalizminin “sanayisizleşme” ile finans ve teknoloji sektöründe çalışan beyaz yakalılar karşısında işsiz ve ortada bıraktığı “endüstriyel beyaz işçi sınıfının” durumu,  banliyölerinde yaşayan siyahi ve Hispanik halklar gerçekliği (G. Floyd isyanı, en son Kaliforniya’da Hispanik halkların ayağa kalkması) ve metropol şehirlerin beyaz orta sınıfları şeklinde kabaca kategorize edilebilecek toplumsal sınıflar ile; Başkanlık ve CİA, Kongre, Temsilciler Meclisi, Federal Hükümet, FED, Pentagon gibi kurumsal devlet yapılarının ABD’nin iç ve dış politikasında oynadığı karmaşık rol paylaşımı ve zaman zaman karşıt pozisyonlara gelmeleri yeterince analiz edilemiyor. Mesela ABD’nin iç politikadan ciddi oranda bağımsız bir dış politika yürüttüğü onun özgül bir karakteridir. ABD egemen sınıfları, tüm dönemler boyunca muhaliflerinin ve Amerikan toplumunun üzerinde, onlara rağmen, ama onların pasif katılımını sağlayarak bir dış politika yürütmüştür.

Endüstriyel Beyaz İşçi Sınıfı / George Friedman (“Sessizlik Öncesi Fırtına” isimli kitabından)

“… Şu an ki sorun, beyaz işçi sınıfının kafasında bir seçici adalet meselesi olarak ırkçılık değildir. ‘Ezilen azınlıklar’ için özel programlar olup ta beyaz işçi sınıfının gelirlerinin düşüşte olmasını ve bu sınıftaki bekâr annelerin doğum oranlarının yüzde 50’ye yaklaşmış olmasını kimsenin umursamamasına sinirlenmektedirler”    

“Beyaz işçi sınıfının anlatmak istediği, sınıf olarak zarar görmüş oldukları, Reagan dönemi sonrasında unutuldukları ve aslında Trump gelene kadar onları anlayan ve onlar adına konuşan biri olmamasıdır”    

“…Hillary Clinton ezilenler adına konuştu,  halk oyunu kazandı ama seçimi kaybetti. Çünkü o oy çoğunlukla Kuzeydoğu ve Batı kıyılarında yoğunlaşmıştı. Başka bir deyişle teknokrasinin kalbinin attığı yeri almış; ülkenin kalbinin attığı yeri, yani düşüşte olan endüstriyel temeli kaybetmişti. Clinton’u yenen endüstriyel işçi sınıfı değil, ona olan desteğin coğrafi yığılışı ve ona oy vermesi beklenen seçmenlerin taraf değiştirmesiydi”  

“Beyaz endüstriyel sınıf hem teknokrasinin hem de federal hükümetin onlara, ekonomik sorunlarına, kültürel değerlerine ve ideolojilerine düşman olduğuna inandı”

“Gelecek Yüzyıl” kitabının yazarı George Friedman, “ Birleşik Devletler, periyodik olarak kendiyle savaş halindeymiş gibi göründüğü bir kriz noktasına ulaşır fakat uzun bir sürecin ardından hem kuruluşuna sadık hem de önceden olduğu şeyden tamamen farklı bir şekilde kendini yeniden yaratır” derken Amerikan tarihinin çok kısa bir özetini sunar bize. İç politik mücadeleler, bunların yarattığı krizler, geleneksel devlet aygıtının bununla başa çıkarak sükûneti yeniden sağlaması ancak bunun ardından bambaşka bir Amerika’nın ortaya çıkışı. Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra ortaya çıkan ayaklanmalar bastırılmış ancak bunun sonrasında bam başka bir Amerika ortaya çıkmıştır. 11 Eylül sonrasında ABD Irak ve Afganistan’ı işgal etmiş, yıllar süren bu işgaller içeride tahammül sınırlarını zorlamış ve bunun sonrasında da karşımızdaki Amerika yine değişmiştir. Friedman’ın ki güzel bir özettir. ABD’nin nasıl ayakta kaldığını ve gelişimini sürdürdüğünü anlatan döngünün kısa bir betimlemesi olarak gayet işlevseldir.

Trump ’la gelinen aşamada aslında çoğu kişinin gözden kaçırdığı önemli bir durum var. Trump kişiliği bazı Amerikan başkanları için söylenegelen “geçiş kişiliği” ne denk düşmektedir. Bu ABD’nin nesnel olarak atması gereken adımı atamayan, bunu bir sonraki başkana devreden anlamında kullanılıyor. Trump ABD’nin önüne koyduğu görevlerle nasıl başa çıkacağını bilmemektedir. İçerdeki sosyo-ekonomik döngü ile dış politikadaki kurumsal döngü arasındaki sinerjiyi sağlayamamaktadır.

Ortadoğu ve Rusya’da uyguladığı dış politika ile içerde uyguladığı ticaret hadleri ve katı göçmen – mülteci politikası her ikisi de baş aşağı gidiyor. ABD yıllarca Taliban ve IŞID ile savaştı şimdi Trump ‘ın Suriye’yi selefi faşistlerin devamcısı olan HTŞ’ye emanet etmesi birçok Amerikalı diplomat, asker, akademisyen ve gazeteci tarafından dehşet verici olarak görülmektedir. Kendi güdümünde de olsa Suriye’de selefi faşist ideolojiye sahip güçlerle SDG gibi demokratik sosyalist güçlerin uzun süre bir arada yaşayamayacağı çok açıkken bunu zorlaması, elbette bu bölgede suların durulmayacağı anlamına gelmektedir. ABD bu bölgede İsrail, TC, Suudi Arabiya ve Körfez ülkeleri gibi bölgesel aktörlerin çıkarlarını da gözettiği için daha en baştan başarısız kalacak bir dış politika uygulamaktadır. Daha doğrusu kendi çıkarlarını birbiriyle çekişmeli bölgesel aktörler üzerinden dayattığı için başarısız kalacaktır. ABD Ortadoğu’da bölgesel aktörleri dışlayarak kendi bağımsız stratejisini uygulayacak güçten yoksundur. Zaten bölge halkları böylesi bir maddi zemine izin vermemektedir.

Sadece Trump değil Amerikan Devleti belli ki ABD’yi ilgilendiren birçok konuda artık asgari güç kullanmak istemektedir. ABD’nin 11 Eylül’den sonraki gibi “sürekli savaşta olan bir devlet” olması istenmiyor. ABD gibi deyim yerindeyse “bir dünya imparatorluğunun” temel stratejisinin ya diplomasiyi kullanmak ya da kendinin ki yerine başkalarının kuvvetlerini kullanmak olduğu düşünülüyor. ABD’nin tarih bilen akli güçleri bir imparatorluğu yıkacak en büyük tehdidin  “daimi savaş” olduğunu gayet iyi biliyorlar.  ABD’nin Trump ‘ın önüne koyduğu ama onun başaramadığı işte budur. Netanyahu ile Erdoğan ile Kral Salman ve HTŞ ile ve Avrupa’ya karşı Putin ile bu işin kotarılamayacağı çok açıktır. Amerikan devleti Trump kişiliğinin yarattığı kaosu şimdilik yönetebilecek güçtedir. Ama onun asıl beklediği 21.yüzyılın ikinci çeyreğindeki ABD stratejilerini hayata geçirecek olan yeni bir başkandır. Yeni Başkan’dan, ABD’nin dünyadaki çıkarları için savaşmaya gönüllü bölgesel aktörleri çok daha başarılı bir şekilde ortaya çıkarması beklenmektedir.

ABD, uzun süreli savaşlardan kaçınarak asgari seviyede doğrudan kuvvet kullanarak hegemonyasını yönetmenin başka yöntemleri üzerinde çalışacaktır. 9 Ekim’de Gazze’de başlayıp 13 Haziran’da İran savaşına kadar olan süreçte İsrail’e toplam 800 kargo uçağı dolusu silah ve mühimmat göndermesi ( bunun 200’ü sadece İran savaşı için)  bu politikasının sonucudur. ABD Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesini kendi celladı İsrail’ e gönderdiği 800 kargo dolusu silah ve cephane ile bir noktaya kadar getirmiştir. ABD’nin hesabı savaşa girmeden trilyon dolarlar kazanmaktı, bunu İsrail üzerinden kazanıyor ama dünya siyasetinde ve kendi jeopolitik hedeflerinde kaybediyor. Aslında bu negatif bir savaş bilançosudur. Büyük denizleri hedefleyip küçük derelerde boğulmaktır. Rejim değişikliğinin gerçekleştirilemediği, 408 kilogram zenginleştirilmiş uranyumun ele geçirilemediği ya da yok edilemediği bir savaş kaybedilmiş bir savaştır.

ABD Pearl Harbour ve 11 Eylül’ün yarattığı sürekli savaşa hazır olma psikolojisini, ( Düşman her yerde!) üzerinden atmak için sürekli dış işleri içinde olan yani dünyanın her yerinde kulağı olan, adeta sürekli dünyanın etrafında dolanan bir uydu gibi hareket eden mükellef bir devlet yaratmak istiyor. Sürekli savaşta olan bir devlet olmaktan çıkıp sürekli dış ilişkiler içinde olan, istihbaratını daha da çeşitlendiren panoptikal bir devlete dönüşmek istiyor. Tehlikeleri önceden görüp ortadan kaldıran bir istihbarat devleti, bu sürecin en özel yapılanması olarak görülüyor.

ABD 1941’den Afgan savaşına kadar nerdeyse 80 yıldır sürekli savaş halinde olan bir devlettir. Burada ciddi bir paradigma değişimi beklenmelidir. Savaşın teknolojik, psikolojik, irrasyonel dönüşümü bu konuda ABD’ye eşik atlattıracak bir manivela sağlamaktadır. ABD artık savaşlarda niceliğe değil niteliğe önem verecektir. Trump bunu başaramıyor, “ yeni bir döngünün” başladığını yeterince anlayamıyor, anlasa bile bunu başaracak güçte değil. Bu görev Trump sonrası yeni başkanın hedefi yapılacak. Trump, ABD’nin açmak istediği yeni devrin son başkanı olacak.

Sağcı, bağnaz taşralı Protestanlar ve beyaz endüstri sınıfı dışında Trump ’ın pekiştirilmiş bir kitle tabanı da yok. Ne orta-üst düzey teknoloji ve finans sınıfı, ne federal hükümetteki teknokratik-bürokratik zümreler, ne New York ve Washington DC’nin burjuva liberal tabakaları, ne Afroamerikan ve Hispanik halklar ne de metropoliten hizmetler sınıfı onu destekliyor. Yukarıda sayılan toplumsal güçlerin birbirleriyle olan mücadeleleri Trump zamanında Amerikan tarihinde hiç olmadığı kadar şiddetlenmiştir. İçerideki bu politik krizin çözümü de Trump sonrasının bir meselesi olarak geleceğe kalmıştır. Amerikan devleti Trump öncülüğündeki sistemin bu gidişle kendi ağırlığı altında çökme riskini elbette görüyor olmalı.

Federal hükümetteki bürokratik karmaşanın azaltıldığı, teknokratik zümredeki direncin kırıldığı, “daimi savaşlar” dan uzak duran, içe büzülme değil güçlü istihbarat, panoptikal aygıtlar ve bölgesel aktörler vasıtasıyla sürekli sahada bulunmaya devam eden, transatlantik ilişkileri ve NATO’yu daha üst seviyeye taşıyan, bu şekilde kendi içinde yeni bir emperyal aşamayı önüne koyan bir ‘Amerikan devrimi’ gündemde olmakla birlikte bugünden yarına hayata geçirilmesi öyle kolay görünmüyor. Hem içeride hem dışarıda ABD’nin bu dönüşüm isteği pek çok kez direnişlerle karşılaşacaktır. Sonuçta bu çoktan beridir süren bir imparatorluk savaşıdır. Tarihte imparatorlukların nasıl çöktüğünü en iyi bilenlerden biri ABD’dir. Şu anda kendi kastı olmadan kendini bir dünya imparatorluğu içinde bulan ama bunu nasıl yöneteceğini bilmeyen bir Amerikan devleti var. 80 yıl içinde dünyanın emperyal gücü olan ABD, şimdi zirveden aşağıya doğru yuvarlanma sürecindedir. 80 yıl içindeki en ciddi gerileme dönemindedir. Trump sonrası verilecek mücadelenin gündemi bu gerilemenin nasıl durdurulacağıdır. ABD açısından dünya, ya “yönetilmeye muhtaç potansiyel bir rakip“ olarak görülmekten çıkarılacak ve bu şekilde ABD ayakta kalmayı sürdürecektir ya da tüm dünyada kazandığı kaleler birer birer düşmeye başlayacaktır.

***

Amerika’yı biçimlendiren iki ana döngü vardır. İçerideki sosyo-ekonomik kapitalist döngü ile dışarıda girdiği emperyalist savaşlar. Savaşla doğan, tarihinin kesintili de olsa 40 yılını savaşla geçiren ABD’nin kurumlarının da savaşa göre şekillenmesi gayet doğaldır. Bu iki döngü ikinci cihan harbine kadar iyi kötü bir uyum içinde bir arada ilerliyordu. Ancak son 80 yıl içindeki iç politik krizler ve girdiği emperyalist savaşlar bu uyumu bozmuş, aralarında deyim yerindeyse hasmane bir ilişkiye neden olmuştur. Amerika’nın teritoryal devleti ile uluslararası devleti bu dönemde sık sık kafa kafaya gelmişlerdir. Teritoryal devlet yanlısı Cumhuriyetçilerle uluslararası devlet yanlısı Demokratların mücadelesi daha çok bu minvalde sürmüştür. Ancak Trump sıra dışı bir cumhuriyetçi olması nedeniyle bu iki çizginin hiç birine tam olarak angaje olmamıştır. Bu Amerikan devleti açısından çok kabul görmeyen bir çizgidir. Trump ABD’nin iç ve dış döngülerinin çarpışmasını engellemek bir yana, hem içeride verdiği sözleri sürüncemeye bırakmış hem de dışarıda ABD’nin emperyal yönelimlerini doğru yönetememiştir.

FEDERAL HÜKÜMET / G. Friedman  Kirpi ile Tilki!

“Ezop’un tilki ile kirpi masalında, tilki çok şey bilirken kirpi tek bir önemli şey bilir. Birçok şeyi bilmek için tilkinin hızlı öğrenmesi gerekmektedir. Bu nedenle öğrenmesi gereken şeyleri, idare edecek kadar öğrenebilmektedir. Ama eğer tilki çok karmaşık bir sorunla yüz yüze gelirse başarısız olur. Kirpi kendi uzmanlık alanındaki her sorunu çözebilir ama hızlı öğrenemez. Tek bir büyük şeyde uzmanlaşmak için vakit gerekir. Buna bilgi ve bilgelik arasındaki fark olarak ta bakabiliriz. Bilgi gereklidir ancak tek başına yetersizdir.  

Federal hükümet kirpilerin, yani acil ihtiyaç duyulan ancak temelde yetersiz kalan insanların bölgesi haline gelmiştir. Eksik olan şey bilgeliktir ve bilgeler için devlet memurluğu kanunu yoktur.  

Hala İkinci Dünya Savaşı’nda yaratılmış olan son derece merkezi, hiyerarşik ve uzman temelli sistem takip ediliyor. Bu, General Motors’u da iflasa sürükleyen modeldir. Cihan harbinden sonraki modeli takip eden şirketler ya değişti ya battı. Ne var ki federal hükümet değişmedi. … Uzmanlar kesinlikle vazgeçilmezdir. Ne var ki hükmedemezler. Çünkü perspektifleri uzmanlıklarıyla sınırlıdır.”

2001 İkiz Kuleler saldırısından beri sürdürülen savaş, ABD’nin en uzun savaşıdır. Kazanılamayan bir savaştır bu. Bunun en temel iç nedenlerinden biri ABD kurumlarının, başta federal hükümetin bürokratik-teknokratik yapısının kendisini devletin uluslararası yapısına uyduramamasıdır. Amerikan toplumunun başındaki güçlerle Amerikan hegemonyasının başındaki güçler uyum halinde değildirler. Oysa Amerikan tarihine baktığımızda kurumları değiştiren en temel dinamiğin dış politikayı yönetme becerisi olduğunu görürüz. Son 40 yıllık savaşların Washington DC’de toplanan ikinci cihan harbinden kalma hantal kurumları değişime zorlayacağı düşünülürdü. Bu konudaki ciddi gecikme her kriz döneminde hala ilk elden askeri gücün kullanılması kolaycılığının devam ettirilmesini beraberinde getiriyor. Oysa 21.yüzyıl son derece farklı çıkarları yönetebilecek yeni bir kurumsal yapıyı gerekli kılıyor. Bu anlamda dış politika boyutu, kurumsal genel krizin çözümünde ABD tarafından anahtar pozisyonda görülmektedir.

26.06.2025