Antik Çağ Helen Uygarlığı, Orta Çağ Kent Cumhuriyetleri, Konfedere Demokrasi
Bookchin ’in kentlere dair temel görüşlerini çok kısaca özetleyerek başlayalım:
“Geçmişin kentlerinin ortak noktası köklerini doğal çevreden alan son derece ahlaki ve çoğu kez tinsel özelliklere sahip olmalarıdır. Ben geçmişin kentlerini ‘yürek toplulukları’ olarak nitelendiriyorum. Bunlar ortaya çıkışlarından beri ortak bir ideolojik sorumluluğun ve kamu yararını gözetme duygusunun paylaşıldığı ahlaki birlikler olmuşlardır.”
“Kentin insanlığın temel biyolojik mirasının yaratıcı bir şekilde ihlali ya da daha doğru bir deyişle, bu mirasın yeni bir toplumsal evrim şekline başkalaşımı olarak kabul edilmesi, kenti tanımlamada ilk adım olmalıdır”.
“Kentler sonuçta klan ve kabileleri, etnik grupları evrensel bir halklar topluluğuna dönüştürmüştür. Kan bağının, etnik farklılığın, cinsiyet ayrımcılığının, yaşa bağlı statünün esas olduğu dar görüşlü temelleri söküp atmış ve politik ilişkiler akrabalık ilişkilerinin yerini almıştır. Dışa kapalılığın yerini de paylaşım almıştır.”
“Politikanın kaynağı agora (kent meydanı), ekklesia (meclis), pa-idea (kişisel gelişim) ve yurttaşlık kimliğiydi. Yani bunları içinde barındıran, bunlarla hayat bulmuş kent devletidir. Kent devletinin günümüzde bir mega polise dönüşümü elbette yeni bir politikayı gerekli kılmaktadır.”
“Ben birinci ya da ‘biyolojik doğa’nın en iyi yanlarının ikinci ya da ‘toplumsal doğa’nın en iyi yanlarıyla bütünleşmesini, üçüncü ya da ‘özgür doğa’ diyebileceğimiz yeni bir doğanın ortaya çıkması olarak ele alıyorum”
Kentleşmenin şehirleri silip süpürmesi… Bookchin ’in edindiği en büyük dert budur diyebiliriz. Kenti bir kanser gibi yavaşça ele geçirip öldüren görüngünün adı kentleşmedir. Bookchin’in yerinde deyişiyle “kentten doğmuş olan kentleşme kendi öz annesinin en azılı düşmanıdır.” Tabiri caizse kentleşme kentin antagonistidir diyebiliriz.
“Kent yüzyıllar boyunca politika ve yurttaşlık için bir kamusal alanı oluşturmuş, birçok alanda ulus devletin tecavüzlerine direnişin ana kaynağını oluşturmuş, bu yolla ulus devletin gelişini geciktirmiştir; devletin yerel yönetim özgürlüğüne ve bireysel özgürlüklere saldırılarına karşı koymak amacıyla, insanları dikkate değer biçimlerde bir araya getirmiştir”
Bookchin’e göre geçmişteki kentler büyük bir itibara sahipti. Uygarlık (civilation) sözcüğünün kökeninin Latincede kent anlamına gelen civitas kelimesinden gelmesi bile bu saygınlığın etimolojik bir kanıtı gibidir.
Bookchin kenti hiçbir zaman içinde yaşayan büyük nüfuslu sakinlerine mal ve hizmet sağlayan bir yapılar bütünü olarak görmemiştir. Kent salt mekân ve demografi de değildir. M. Bookchin kent Marksistlerinden farklı olarak şehirler için öncelikle bir “eko-topluluktur” der.
Evet kent salt tarihsel bir olgu değil ekolojik bir olgudur; bu gözle değerlendirilmezse gezegenimizin mevcut çevresel yıkım ve tahribi de görülmemiş olur Bookchin’e göre. Bookchin Kent’i eko-topluluk olmakla birlikte antik Helen felsefesinden esinlenerek insanların “etik birliği” olarak da tanımlamaktadır. O zaman Bookchin’in kent tanımı şu şekilde özetlenebilir: Kentler, insanların olağanüstü yaratıcılığı ve etik birliğiyle, yerel özyönetim temelinde gelişerek oluşmuş, ulus devletlere mağlubiyetiyle demokratik ve ekolojik vasfını yitirmiş bir tarihsel üründür.
Diğer yandan kentleşmeyi onca olumsuzlamasına rağmen 7000 yıllık (Göbeklitepe ile 11.600) bir geçmişe sahip olan kentlerin, gelecekte de ne olursa olsun kalıcı olacağını iddia etmesiama bununhangi biçimlerde vücut bulacağını boşlukta bırakması ciddi bir eksikliktir. Keza günümüzde iki temel olgu; ilki bitişik kentlerin oluşumu, diğeri köy ve kasabaların kentselleşmesi, bu iki dinamik gelecekte bir takım melez mekânlaşmaları doğuracak gibidir. Marx’ın kent-kır antagonizmasının çözümünü bu melezleşmeler üzerinden tartışmak ve buradan yürümek gerekir. Kentler geçmiş yüzyıllarda sıkça görüldüğü gibi yok olup yeraltına gömülebilirler, Roma’nın çöküşünde olduğu gibi köylere mezralara kadar küçülebilirler. Bitişik kentlerle kendi devletleriyle yarışır devasa yarı devlet halini bile alabilirler! Ya da kır ve kent çelişkisinin ortadan kaldırıldığı ekolojik-demokratik-sosyalist konfederal bir birlik halini alabilirler.
Bookchin’e göre Yakın Doğu’daki kentsel “tinsellik duygusu”, eski Yunan uygarlığındaki “politikaya yakınlık duygusu,” ortaçağdaki “yurttaş kardeşliği” ve Rönesans döneminde “görkemli kentlere duyulan düşkünlük”… tüm bunlar kentlerin ne denli itibar sahibi olduğunun göstergeleriydi. Ancak günümüz kentlerinde bu tarz etik duygulara rastlamak elbette mümkün değildir. Kentler son 500 yıla kadar insanlar için bir ilham kaynağı, ulaşılması gereken yeni bir mertebe gibiydi. Haliyle, kent ve yurttaşın toplumsal, ekolojik ve felsefe temelinde yeniden tanımlanması gerektiğini söyleyen de Bookchin’dir.
Bookchin’e yönelik eleştirilerimize gelince; ilk olarak kente “yürek toplulukları” diyerek ona pozitif anlamlar yüklemesi idealist bir yaklaşım olarak görülmeli. Lefebvre’in kenti sınıflar üstü ele alması ne kadar yanlışsa Bookchin’in kenti “içinde yaşamayı sadece halkın hak ettiği” pozitif bir norm olarak ele alması da bir o kadar anti-tarihsel bir yaklaşımdır. İçinde burjuvazinin yaşamayı hak etmediği bir kentten bahsediyor ama hâlihazırda kentleri yöneten burjuvazidir! Bookchin “insanların etik birliği” diyerek kente varoluşsal bir ilericilik atfediyor.
Onda ön plana çıkan diğer mesele demokrasi fetişizmidir. Demokrasiyi sınıfsal temelinden yoksun ele alır. Bir devlet biçimi olduğunu bilir ama bunu bilerek görmezden gelir. Doğrudan demokrasi ona göre sosyalizme bir geçiş evresi değil “komünalizmin” ta kendisidir. Bunun dışında kısmen Avrupa merkezci görüşlere sahip olması, geçmişin konfedere demokrasilerini tarihsel bir esin kaynağının ötesinde güncel mücadelelere dayatması ve son olarak kapitalizmin kökenlerini modern öncesi dönemlere kadar uzatması eleştirdiğimiz konulardır.
Bookchin, “Politik anlamda berrak bir yurttaş imgesi ilk olarak Yunanlılarda görülür.” derken Ortadoğu, Afrika, Amerika ve Asya’da yaşamış uygarlıklar hakkında çok az bir bilgi ile bunu nasıl söylediği muammadır. “Yazılı dile sahip olmayan halkların oluşturduğu kabile meclislerinde geçmişe dua edilir; özgür yurttaşların oluşturduğu politik meclislerde ise gelecek yaratılır.” derken de halkların tarihine çok objektif yaklaştığı söylenemez. Dahası önde olan ileri bir halkla geride olan daha az gelişmiş bir halkı karşılaştırmakla anakronizme düşmektedir.
Yine Atina’ya olan hayranlığını ifade ettiği şu cümlede “Amerikalılar pratik bir halk, İtalyanlar duygusal bir halk, Almanlar metodik bir halk ise Atinalılar politik bir halktı…” derken hem maddeci tarih anlayışından uzaklaşıyor hem de Helen demokrasisini dünyanın ilk ilerici kaynağı olarak ilan ederek Avrupa merkezci anlayışlara katkıda bulunuyor. Bu konuda ona hak vermemiz için Atina köy toplumunun tarihte neden böylesi bir ilericiliği hak ettiğinin maddi temellerini bize açıklaması gerekirdi. Helenlerin kendi dönemlerindeki bu özgün farklılığı elbette Olympos tanrılarının onlara bahşettiği ontolojik bir özellik değildi. O yüzden günümüz Batı emperyalizmi tarafından hala öve öve bitirilemeyen Helen demokrasisinin maddi temellerini açıklamadan geçemeyiz.
Bildiğimiz üzere Mezopotamya ve Mısır’ın antik kentleri bereketli Nil ve Fırat’ın kıyılarında kurulmuşken, Ege kentlerinde arazinin yüksek ve engebeli yapısından dolayı Ortadoğu’daki kadar yılın tüm zamanlarına yayılan kitlesel insan kuvvetlerine ihtiyaç duyulmamıştır. Mumford’a göre Mezopotamya’nın ağırlıklı hububat üretiminden çok farklı olarak Ege’de zeytin, kestane, üzüm ve çeşitli meyve yetiştiriciliği olması bölge halkını sürekli çalışma köleliğinden kurtarıyordu. Mumford Girit ve Yunanistan’da arpa ve bira kültüründen şarap ve zeytin kültürüne, besili koyunlardan dayanıklı dağ keçilerine uzanan bir çeşitliliği vurgularken bunun çok farklı bir kültür yarattığını söyler. Nil ve Fırat taşımacılığı kolaylaştıran “otoyollar” olarak ilk uygarlıkların ne kadar işine yarıyorsa, kuşkusuz deniz de o ölçüde bu Egeli topluluklar için bir engel oluşturuyordu. Nehrin tek yönlü akıntısının zahmetsiz yolculuğuna karşılık deniz son derece cesurca bir çabayı ve tetikte olmayı gerektiriyordu. Burada coğrafya ve üretim tekniklerinin insanın ruhsal, fiziksel ve kültürel gelişiminde oynadığı rolü açıklayacak birçok done olduğunu hemen fark edebiliyoruz.
Bookchin ‘in antikçağ Helen polisi, Orta çağ şehir komünleri, Paris’teki devrimci seksiyonlar ve Kuzey Amerika’daki New England kasaba demokrasilerine her daim özel bir vurgu yapması önemli bir esin kaynağı olmakla birlikte bir noktadan sonra kendini tekrar eden bir öykünmeciliğe dönüşebilmektedir.
Benzer şekilde Bookchin’in kendi özgün “konfedere demokrasi” idealini kentlerin tarihinden verdiği örneklerle güncelleştirme gayreti içinde olduğu gözlerden kaçmıyor. Onun yazılarında konfedere demokrasilerin zaman ve mekândan bağımsız olarak sürekli öne çıkarılması günümüz mücadelelerini gerçek zemininden koparmayı beraberinde getirebilecek tehlikeler içermektedir. Ortaçağ şehir komünlerini günümüze uyarlanacak yerel demokrasiler ya da “liberter belediyeler” olarak göstermesi elbette güncel mücadelelerin gerçek muhtevasından bir kopukluğu ya da uzaklaşmayıberaberinde getirebilecek bir risk taşımaktadır. Yoksa konfedere demokrasi kavramı teorik olarak elbette devrimci bir içeriğe sahiptir.
Öte yandan Bookchin’in kent-kır dengesinin geçmişteki gibi yeniden sağlanması yönündeki iyimser görüşlerinin de yine sınıf mücadelelerinin güncel durumunu göz ardı eden bir ütopizmle malul olduğunu söylememiz gerek. Bu noktada çıkış noktası yine Atina uygarlığı ve Yunan köy toplumudur. “Yoksulluk Yunanistan’ın ikiz kardeşidir” sözünün tarihsel boyutundan yola çıktığı söylenebilir. Mumford Yunan köy toplumu hakkında yazdıkları ile Bookchin’i destekler: “Yoksul köylüler ve çobanlar kıt kanaat geçinmeyi göze aldıktan sonra büyük bir kolektif örgüte boyun eğmeden hayatlarını sürdürebilirlerdi; ortada cezbedici bir fazla olmadığı için de ekmek ve gösterişle kolayca kandırılmaları söz konusu değildi (…) Yalıtılmışlığıyla bağımsızlığını kazanmış, yoksulluğa alışkın bu halk üstlerinden yedikleri tokadın karşılığını vermeye çekinmezdi (…) Bağımsızlık ve kendine güven Yunanistan’ın iliklerine kadar işlemişti…” Burada tipik bir tüketim komünizmi övgüsünü görebiliyoruz.
Yoksulluğun utanç verici olmadığı, zenginliğin ise şaibeli olarak görüldüğü Yunan köy toplumu kentlerle birlik içindeydi. Kent ve kır iki zıt hayat tarzı değildi.
Elbette Helen demokrasilerinin ve köy toplumunun değerlerini göz ardı edemeyiz ancak kent ve kırın her ikisinin kentleştiği günümüz dünyasında geleceğin nasıl şekilleneceği gerçekten çok öngörülür bir şey değildir. Yunan polisi ve köy toplumu arasında tarihin bir döneminde gerçekleşen muazzam dengeli ilişkilerin bir, iki yüz yıl sonra nasıl hızla kırsal toplum aleyhine değiştiğini bilebilecek en iyi kişi yine Bookchin’dir.
Bookchin kentlerin gelişiminde Sümer, Babil, Helen uygarlıkları ile Ortaçağ şehir komünlerinden bahsetmekle birlikte Müslüman ve Asya coğrafyasındaki kentlerden bahsetmemiştir. Tapınaklardan, kent meydanlarından ve mübadele/pazar yerlerinden söz etmiş ancak İslam coğrafyasında kentlerin gelişim merkezi olan camiler ve külliyelere gerekli önemi vermemiştir. Bu noktada Avrupa merkezcidir.
Bookchin demokrasi konusunda sürekli antik çağ Helen demokrasilerine atıf yapmaktadır. Bu konuda zaman ve mekândan bağımsız görüşler ileri sürmektedir. Atina ona göre katılımcı eksiksiz “ultra” bir demokrasi, Roma ise “despotik” bir cumhuriyettir. Avrupa bu şekilde iyiden kötüye yani demokrasiden cumhuriyete geçmiştir. Bu ikilemi günümüze de uyarlamaya çalışmaktadır. “Demokrasi katılımcı bir nitelik taşır cumhuriyet ise temsil sistemine dayanır. Demokraside güç doğrudan halkta, cumhuriyette ise seçilmiş vekillerdedir. Bu açıdan halkın vekilleri halkın temsilcileri olamaz görevlileri olabilirler. “ derken demokrasi ve cumhuriyet olgularını birbiriyle hasımmış gibi yanlış ele almakta, her ikisini de birer devlet biçimi olmalarıyla temellenen sınıfsal özünden koparmaktadır. Demokraside vekillerin “halkın görevlileri” cumhuriyette ise “halkın temsilcileri” diye iki farklı devlet ve iktidar biçimi tarif etmesi pratikte hiç gerçekleşmemiş, hayali bir ayrımdır. Roma demokrasisiz bir cumhuriyetse Atina demokrasisi de köleler ve kadınların ne Agora’da (Halk meydanı) ne de Ekklesia’da (Senato) söz hakkının olmadığı biçimsel bir demokrasiydi. Bookchin Atina’daki demokrasiyi adeta saf bir iyilik hali olarak görür. Oysa Yunan polisi içeride demokrasiyi kısmen geliştirmesine rağmen daha küçük kentler karşısında tam bir tiran gibi davranıyordu. Spartalılarla yaptıkları ünlü Peloponez savaşlarının gerçek nedeni de buydu: Atina’nın kendisine bağlı kentlerin özgürleşmesini engellemesi idi. Atina demokrasisi içeride nüfusun hiç de azımsanmayacak bir kısmını oluşturan yabancıları ve köleleri dışlamıştır. Kendi meclisini ve mahkemelerini korumak için İskityalı okçuları kiralamıştır.
Bookchin’e yönelik bir diğer temel eleştirimiz kapitalizmin ortaçağda bile mevcut olduğunu iddia etmesidir.
Bookchin, “Kapitalizm 14. yüzyıldan 17. yüzyıla dek Batı dünyasının karma ekonomileri içinde giderek artan bir öneme sahip oldu. Kapitalizm tarih içinde çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar, en eski şekli bütünüyle ticarete yönelik olandır” derken Marx’ın kapitalizmin ilk ortaya çıkışında “çitleme”nin belirleyici rolüne ilişkin yazılarını kabul etmediği ya da önemsemediği anlaşılıyor. Ticaret kapitalizmin ortaya çıkışında belirleyici değildir. Köleci ve feodal dönemde de ticaret vardı. Bu konuyu “kapitalizmin kökenleri” yazısında analiz etmiştik. Plantasyonlardaki köle emeği ve orada üretilen şekerin ihracatı, sırasıyla buhar makinası, iplik eğirme makinası, pamuk tarama makinası ve buharlı dokuma tezgâhı gibi makinaların icadı olmaksızın ve İngiltere kırsalındaki köylülüğün arazileri gasp edilmeksizin kapitalizmin gelişmesi olanaksızdı. Bu gelişim ki kar maksimizasyonunu, verimliliği, rekabeti, artı değeri ve artı değerin tekrar üretime yatırılmasını sağlamıştır.
Bookchin “refahımızın ulus devletlere değil, kentlere bağlı olduğunu” ve kentlerin “diğer bütün farklı türden ekonomiler içinde benzersiz bir yapı içerdiğini” söylerken acaba “farklı türden ekonomi”den kastı nedir? Bunu bilmiyoruz. Kentsel dinamik “diğer bütün farklı türden” ( bunun içine sanırım sosyalizm de giriyor!) ekonomiler içinde benzeri olmayan bir güç olarak görülüyor. Oysa tarihsel-ulussuz kent devleti 16 ve 17. yüzyılda ulus/devlete yenilirken bu mağlubiyetin kaynağında ticari kapitalizmin gelişimi başrolü oynuyordu. Peki, kendi yenilgisinin nedeni olan bu gücün kendini tekelci kapitalizm düzeyine yükselttiği koşullarda kentsel mücadeleler kimin öncülüğünde, hangi sınıfsal bileşimle, hangi yöntemle onu alaşağı edecektir? Bunlar cevapsız sorulardır. Sınıf mücadelesinin yerine kentsel mücadeleler konulduğunda kapitalizm bundan korkmak bir yana, emin olun bunu kendisi açısından çok daha geliştirici bulacaktır. Kent, devlet ve ulus; tarihin sıralı gelişimi budur.
Antik çağ, imparatorlukların; orta çağ, kentsel komünlerin; yeniçağ ise ulus devletlerin dönemidir. Sosyalizmin en büyük düşünsel eksiklerinden biri bu tarihsel sıralamada kapitalizmin ürünü olan ulus ve ulus/devleti kendini emperyalist kapitalizmden korumak adına daha fazla büyütmesi olmuştur. Oysa yapması gereken zihinsel olarak önce tarihte geriye doğru kent komünleri ve kasaba demokrasilerine gidip buralardaki deneyimleri incelemesi ve daha sonra ileriye doğru büyük bir sıçrama gerçekleştirmesiydi. Bu denenmesi gereken bir hamle olabilirdi pekâlâ. Öncelikle devletin zor ve ideolojik gücünü antik çağ ve orta çağdaki kent komünleri üzerinde çok daha az göstermiş olduğunun bilinmesi gerekirdi. Devlet kendini Bookchin’in dediği gibi yerel yönetim düzeyine nazaran ulus düzeyinde her zaman çok daha güçlü hissettirmiştir. İçinde yaşadığımız modern ulus devletlerde bile kent yönetimleri üzerindeki devlet baskısı daha azdır. Türkiye’deki seçimlerde orta Anadolu’nun sağ muhafazakâr, kıyı bölgelerin ise demokratik renkte oluşunun bir nedeni yerel yönetimlerin sahil kesimlerinde çok daha güçlü ve etkin oluşudur.
Şu kadarını vurgulamak yerinde olacaktır, dört yüz yıl önce Batı Avrupa’da ulus/devlet yaratma çabası, yalnızca soylu sınıfın değil özgür kentlerin, isyancı kasabaların ve başkaldıran zanaatçıların da direnişiyle karşılaştı. Murray Bookchin, “Avrupa mutlakiyetçiliği ve milliyetçiliğinin yükselişinde kritik bir dönem olan 16. yüzyıl sel gibi çoğalan gerçek nitelikteki köy, bölge ve kent ayaklanmalarına sahne oldu.” derken aslında güncel mücadeleler açısından ileriye doğru sıçramanın tarihsel zeminini işaret ediyordu. 20. yüzyıl sosyalizmi bunu öngörememiştir. Bu nokta da Bookchin’in zihinsel dünyasına katılıyoruz. Ama bunun güncel pratiğini yanlış ortaya koyuyor. Neden kentlerin tarihteki sınıfsal temellerini çok güçlü tespit ederken bugün bu temellerin değiştiğini göremiyor? Kentin kendisini hala diğer tüm dinamiklerin önünde “tek başına bile olsa” yeterli ve ilerici sayıyor?
Her ne kadar Orta çağ ve geç modern dönemde devletiçin “en büyük tehdidin” yerel özyönetimler olduğunu söylemesi doğru olsa da bunu günümüze kadar taşıyarak anokranize ve idealize etmesi (zaman mekan diyalektiğini önemsememesi) Bookchin’in kentlere verdiği önemi farkında olmadan azaltmıştır. Kendi iddiasını çürütmesine yol açmıştır. Çünkü burada sınıf savaşımlarını tek bir dinamiğe -yerel özyönetim dinamiğine- indirgemiştir. Oysa dünya deneyimlerinden biliyoruz ki bu dinamik kimi zaman köylü savaşımları, kimi zaman şehir mücadeleleri, kimi zaman anti sömürgeci savaşlar ya da işçi ayaklanmaları olabilmiştir.
Kentlerin yüzyıllar boyunca bir yanıyla halkların “kamusal alanı”, diğer yanıyla “ulus/devletin tecavüzlerine karşı direnişin ana kaynağı” olması Bookchin’in dediği gibi “ulus devletin gelişimini geciktirici” bir rol oynamıştır. Örneğin Orta ve Güney Avrupa’da (Almanya ve İtalya) ulus kavramının 19. yüzyıla kadar ortaya çıkmamasının nedeni yerel özerklik geleneğinin merkeziyetçiliğe direnişinin sonucudur. Avrupa ortaçağ komünlerinde yerel özerklik bir istisna değil genel bir kaideydi.
Ancak Bookchin bu “geciktirmeyi” kentin anti-kapitalist bir misyonu olarak hatırlatırken, kentlerin ve yerel özyönetimlerin tek başına tüm ezilenleri ve emekçileri harekete geçiren devrimci bir dinamik olduğunu söylemesi doğru olmamıştır. Bookchin şehri adeta genişletilmiş bir komün olarak görüyor. Yapı ile organizmayı ya da mekân ile onun üzerinde hareket eden biyolojik-fiziksel kütleyi (halk sınıflarını) birbirinin yerine ikame ediyor.
Kentlerin tarihsel mirası günümüz şehir mücadeleleri için bir esin kaynağı oluşturmakla birlikte, Helen uygarlığında, İtalyan kent devletlerinde, Orta çağ Almanya’sında, Kastilya ve İsviçre komünlerindeki tarihsel pratiklerin günümüzde aynı biçimde bir benzerinin mümkün olamayacağı aşikâr.
Kentlerin yerel özerkliğini bitiren öncelikle kentler arasındaki ticaretin olağanüstü artışı ve bunun getirdiği rekabet ve peşi sıra ulus devletin gelişimiydi. Antikçağ düşüncesi yerelliği dünyaya tercih ederken Orta çağın sonunda bu ilke tersine dönmüştü. Ticaret yani dünyaya açılmak, kendine yeterlilik ile temsilini bulan Helenistik düşünceyi galebe çalmıştı. Bugün, rekabetten uzak olmak ve ekonomide kendine yeterli olmayı yüceltmek Lenin dönemindeki Narodnik davranışla çok benzerdir. Sadece bunlarla kapitalizme karşı savaşılamayacağı ortada değil mi?
Marx ve Engels Yunan polisi ve orta çağ kent cumhuriyetlerine benzer “ideal küçük cumhuriyetlerin” kapitalizm koşullarında artık ayakta kalmalarının çok zor olduğunu biliyorlardı. “19.yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını geçmişten değil ancak gelecekten alabilir” sözü onlara aittir ve bu 20. yüzyıl için de geçerliydi, 21. yüzyıl için de geçerli olacaktır. Burada belki “ideal küçük cumhuriyet” olarak Rojava devrimi akla gelebilir ama o çok özel şartların bir ürünüydü. Suriye’nin hem ABD hem Sünni gerici gruplar hem İŞID hem de TC tarafından kıskaca alındığı ve araya dengeleyici unsur olarak Rusya’nın girdiği koşullarda ortaya çıkan, sonuçta eş zamanlı iç ve dış savaşın içinden sıyrılarak kendini var eden bir devrimdi. IŞİD barbarlığına karşı kazandığı zafer tüm dünyanın takdirini toplamıştı. Arkasında başta Kuzey olmak üzere Kürdistan’ın diğer parçalarının (Barzani hariç) tam desteği vardı. Tüm bunlar düşünüldüğünde coğrafi alanının küçüklüğünden beklenmeyecek büyüklükte bir ideolojik-stratejik etki yarattığını söylememiz gerekir. Rojava devrimi gerçekleştiği coğrafyanın emperyalizm ve bölge gericilikleri açısından “Gordion düğümü” olmasından kaynaklı kendi boyutunu aşan özellikleriyle tarihe damgasını vurmuştur. Zafer kazanmış olmakla birlikte henüz bitmemiş, devam eden bir devrim olarak dünya devrimleri içinde sıra dışı özelliğini korumaktadır. Rojava halkları sadece ülkelerini savunmak için değil, bu farkındalığı, -devrimin hala devam ediyor olması- yaşadıkları için de mücadeleye dört elle sarılmaktadırlar. Rojava devriminin daha en baştan kendini gösteren enternasyonal karakteri Rojavalı devrimcileri kazanmaya mahkûm etmiştir. Çünkü yenildiklerinde kaybeden sadece kendileri değil, Ortadoğu halklarının tümü olacaktır.
Bookchin’in yerelciliği
“İnsanlığın toplumsal yanını politik yanından, daha da önemlisi politikayı devletten ayırmak büyük önem taşır.” Bookchin’in bu söyleminin tarihsel bir zemini vardır. Çünkü politika bir zamanlar (antikite’de) toplumsal yaşamın tüm bireylerine açık, yüz yüze gerçekleşen katılımcı bir dinamikti. “Yurttaş” olmanın temellerinden biriydi. Politikanın bir devlet edimi haline gelmesiyle yurttaşa reva görülen ise ulus kavramı oldu. Toplumsal yaşamın en temel birimi politikadan ulusa, ulus/devlete evirildi. Toplumsal refah kentlerden ulus devletlere kaydı. Peki, bugün politikayı toplumun kılcallarına kadar yayılmış tekelci kapitalist devletten ayırmak ne kadar mümkündür? Daha doğrusu böylesi bir girişim siyasal bir devrim konusu değil midir? Evet, siyasal bir devrim konusudur. Devlet, Bookchin’in yaklaşımıyla yerel yönetimleri ne kadar kendisine karşı “en büyük tehdit” olarak görse de bizce toplumsal devrimler için yetersiz bir dinamiktir bu.
Politikanın devletten ayrılması bir devrim sorunudur. Burada karşı çıktığımız elbette yerel yönetim devrimciliği değildir, yerelciliğin devlet karşısında tek başına stratejik bir role soyundurulmasıdır.
Örneğin Kürdistani belediyecilik Bookchin’in yerelciliği ile uyuşmaz, çünkü bu demokratik yerel yönetimler, kentsel sorunlar (“kent hakkı”) temelinde değil önce özgürlük mücadelesinin serhıldanları ile ve daha sonra ise yasal Kürt partilerinin seçim zaferleri ile oluşmuştur. Söz konusu olan, anadilde eğitim, kültürel asimilasyonun durdurulması, sömürgeci tüm kurumların lağvedilmesi, şehir, kasaba ve köylerin militarizmden arındırılması, siyaset yasaklarının kaldırılması, düşünce ve basın özgürlüğü, özgürce seyahat edebilme, eşit vatandaşlık, siyasi tutsakların bırakılması vb. ulusal demokratik taleplerdir. Bölgede hala yaşanan kayyım faşizmi devletin yerel yönetimlerin giderek devrimin meclisleri olması korkusunun ürünüdür. Kürt şehirlerinin geçmişte yeterli dayanışma içinde olmaması kayyımcı devlet faşizmi tarafından tek tek düşürülmelerinin de nedenidir. O zaman sömürgeci faşizmin bu namert saldırıları karşısında demokratik bir konfederalizm nasıl uygulanabilir? Atanan valiyi etrafında onu koruyan kolluk kuvvetleri ile birlikte makam odasında yalnızlığa mahkûm etmek etkili yöntemlerden sadece birisidir. Ya da daha etkilisi halkın tüm asker, sivil yerel bürokrasi ile bağını keserek bir şehir boykotu geliştirmesidir.
Geçmişte Fatsa yerel yönetim deneyiminin temelinde de kentsel meseleler değil antifaşist mücadeleler vardı. Bookchin’in kafasında tasavvur ettiği tarzda sınıfsal ya da ulusal temeli olmayan, salt kentsel temelde, ya da “kent hakkı” temelinde gerçekleşen bir yerel yönetim deneyimine son yıllarda dünyanın sadece birkaç yerinde rastlanmıştır. Bookchin ’in hayalindeki Yunan Polisi’ndeki, -demokratik- yurttaşlık profili günümüz toplumsal mücadeleleri karşısında alabildiğine soyut kalmaktadır. Bookchin, adeta ütopik sosyalist Fourier’in günümüzdeki temsilcisi gibidir. Bookchin’in sık sık idealize ettiği “demokrasiye sadakatle bağlı yurttaş kitlesi” kimdir peki? Adını bir türlü koymuyor! Geçmişteki devlet sosyalizmine duyduğu haklı tepki ve güvensizlik onu sınıfsal çözümlemelerden uzaklaştırmış gibi gözüküyor. Onun zihnindeki “işçi sınıfı” artık kentin kendisi ve yerel yönetimler olmuştur, öyle anlaşılıyor. Şu sözler ona ait: “Paradoksal görülebilir ancak yerelci görüş ile ulusal gerçeklik arasındaki çatışma ve gerilim günümüzde ‘kentleşme’ metaforu ile ifade edilen bu bunalımdan çıkmamızı sağlayacak yeni bir politika için en önemli tabanı oluşturur.” Çelişkiyi yerelci görüş ile ulus/devlet arasına koyuyor. Bookchin işçi sınıfından hiç söz etmiyor, tümüyle “devlet ve şirketlere meydan okuyan bir güç olan toplumun yerel tabanı”ndan söz ediyor. Devlet için en büyük tehdidin “yerel özyönetim ve yurttaş özgürlükleri hareketleri” olduğunu söylüyor.
Bookchin’in önem verdiği bir diğer kavram yerel yönetimlerin birliğinden oluşan “konfederasyon”dur. Bunu verilebilecek en iyi örnekle İsviçre örneğiyle anlatır. Üç farklı dil konuşan üç farklı halkın ticarete geçit vermeyen buzullarla kaplı dağ setlerine rağmen nasıl konfederal bir birlik oluşturabildiklerini anlatır. Orta çağ Almanya’sı, İtalya ve Kastilya’daki şehir komünleri de benzer bir âdemi merkeziyetçilik içermişlerdir. Bir diğer örnek ciddi hukuki sınırlılıkları olsa da ilk ABD Anayasasıdır. (Articles of Confederation) Fransız devrimindeki mahalle seksiyonları (meclisleri) da konfedere bir yapıdaydılar. Paris’in tüm mahallelerinde örgütlüydüler.
Bookchin, “kentler çağı”ndan sonra onu sona erdiren “ulus devletler çağı”nı bitirecek olan fenomen olarak konfederasyonları görür. Buna teorik olarak katılmamak elbette mümkün değil. Ancak politik olarak konfedere demokrasilerin yerel yönetimlerin, özerk bölgelerin ya da tek tek belediye sosyalizmlerinin mücadeleleri ile değil bunların öncülüğünü şehir ve kırların birleşik devrimci atılımlarının çekeceği daha büyük alt üst oluşlarla gerçekleşeceğini düşünmek daha gerçekçidir.
Konfedere demokrasilerin esin kaynağı orta çağ kent cumhuriyetlerinin yenilgisi
Bookchin’ in orta çağ kent cumhuriyet ve komünlerinin ulus devlet karşısındaki mağlubiyetinin “önceden yazılmış bir kader olmadığını”, hatta bunun o dönem “tersine çevrilemez” olmadığını iddia etmesi ne anlama geliyor? Tarih elbette bir esin kaynağıdır ancak bazı ihtimallerin gerçekleşmemiş olmasının maddi temellerini görmezden gelmek de doğru değildir. Bazen hareketin kendisi sonuçlarından çok daha önemlidir. Örneğin Paris Komünü her ne kadar yenilmiş olsa da tarihsel belleğimizdeki yeri apayrıdır.
Komünal kentlerin birbirleriyle ticari yarışa girmesi kendi içlerindeki özerk yönetimlere zarar vermiştir. Bunu söyleyen zaten Bookchin’in kendisidir. Ulus devlet karşısındaki yenilginin nedenlerinden biri budur. Bir diğeri kilise ile devletin, kral ile papanın ayrışmasıdır. Bu ayrışma bir yanıyla kilisenin devasa topraklarına el konulmasını diğer yanıyla kentlerde tüccar sınıfının gelişmesi ve 14. yüzyılda İngiltere’de, 16. yüzyılda Almanya’da John Ball, Thomas Münzer ve Rus Pugaçev’in köylü ayaklanmalarıyla burjuvazinin doğuşunu beraberinde getirmiş ve bu gelişmeler ulus-devletin zeminini örmüştür. Orta çağ kent devletlerinin bir türlü konfedere olamadıklarının, olsalar bile bunun geçici ve süreksiz olmasının nedenini bu maddi olguların içinde bulabiliriz. Bookchin ortaçağ kent devletlerini gerçekten çok derinlemesine incelemiştir. O kadar ki kendi kafasında oluşturduğu devrim tahayyülünün merkezinde yer alan “konfedere demokrasi” idealinin gerçekten de tarihte bir görünüp bir kaybolması onu bu meselede istemsizce öznel bir idealizme itmiştir diyebiliriz. “Avrupa tarihinin akışı değişebilir, milliyetçiliğin yerine konfederasyon sistemi alabilirdi Ancak böyle bir birlik gelişmedi. Özerlik ve özgürlüklerine düşkün olan kentler, imparatorlar ve prensler karşısında yaşamlarını sürdüremedi”. Bookchin bu sözleri söylüyor ama böylesi bir gelişmenin yani feodalizmden sonra neden kent cumhuriyetlerinin değil de ulus-devletlerin geliştiğini cevaplayamıyor mu? Bu durum ona çok “mantıksız” geliyor! İşte tarihe ilerlemeci ve öznel bakış da bu noktada başlıyor. Kimi tarihçilerin ulus-devletin feodalizmin içinden çıkacak alternatifi olmayan tek bir form olduğunu söylemesi (veya “başka türlü olamazdı” demesi) ne kadar yanlışsa, “kent cumhuriyetleri” insanlık için daha hayırlı olurdu demek de o kadar yanılgılı bir tutumdur. İyimserlik yanılgının kaynaklarından biridir diyebiliyoruz.
Bookchin İngiltere ve Fransa bağlamında ulus-devletin kökenlerini incelerken gerçekten de çok özgün çözümlemeler yapmıştır. İngiltere’de devletin kralın “yatak odasından”, “mutfağından”, “kralın hizmetlilerinden”, “sarayın din adamlarından” çıktığını ifade etmesi gayet ilgi çekicidir. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki hegemonyasını bir kenara bırakır. Buradaki vurgu babadan oğula geçen monarşi ve sarayın içinden çıkan çok güçlü bir bürokrasinin varlığıdır. O kadar ki, İngiliz baronları bu devleti kendilerine yabancı bulmuşlar ve onunla tarih boyunca sürekli bir çekişme içinde olmuşlardır. Fransa’da ise krala bağlı sarayın “elbise soyluları”nın yanına daha sonra kraliyet komiserleri rütbesine yükselecek olan düşük rütbeli asker ve memurlardan oluşan on binlerce “kılıç soyluları”nın eklenmesi ile oluşan muazzam bürokrasiyi çok ayrıntılı analiz eder. İşte bu devasa bürokrasiler yüzyıllar boyunca süren Avrupa ademi merkeziyetçiliğinin sonunu getiren güçler olmuşlardır. Çok güçlü bürokrasiler, kilise ve devletin ayrışması, kentlerin kendi içlerindeki rekabeti ve son olarak burjuvazinin doğumunu sağlayan köylü ayaklanmaları ve tüccar sınıf, tarihin okunu kent cumhuriyetlerinden ulusal devletlere çevirmesinin nedeni olmuştur.
Öte yandan, Bookchin’in “Kentsiz Kentleşme” kitabında 1200’lü yıllardan 16. yüzyıla kadar Avrupa’daki kentsel cumhuriyetlerin, kasaba komünlerinin ne denli yaygın ve güçlü olduğunu okuduğumuzda Bookchin’in neden bu konuya çok değer verdiğini, gelecek için ciddi bir esin kaynağı olarak ele aldığını çok daha iyi anlayabiliyoruz. Gerçekten de kent o dönemin halkları için tabiri caizse “küçük bir vatan”dır. Köy, kasaba ve kent ahalisinin duygusal bağlılığı bu yöndedir, milliyetçiliğin izine dahi rastlanılmaz. Ait oldukları “sınıftan” ziyade yaşadıkları kente çok daha büyük bir sadakatle bağlı olmaları sanırım çoğu tarihçinin göz ardı ettiği ciddi bir ayrıntıdır. Günümüz federalist ve anarşist hareketlerin ideolojik külliyatına hala kaynaklık eden geçmişin konfedere kent birlikleri ve komünleri komünistler tarafından bugüne dek yeterince değerlendirilmemiştir. Bunu da belirtmeden geçmeyelim.
Marx yeni bir toplumun kafada spekülatif bir şekilde canlandırılabilmesi için önce eski toplumun yaşanılmaz hale gelmesi ya da gelişim olanaklarının tümünü yitirmesi gerektiğini savunur. Bookchin bu yaklaşımdan rahatsız olduğunu söyler. Bizce de haklılık payı olan bir eleştiridir. Çünkü toplumsal sistemlerin ya da üretim ilişkilerinin son raddeye kadar kendi ömrünü doldurması beklenmeden bir başka aşamaya geçildiğini biliyoruz artık. Kaldı ki insanların tahayyül güçlerinin önündeki sınırları geçit vermez köprüler olarak ona dikte etmek mekanist bir tarih anlayışıdır. Bu mantık esas alındığında kapitalist toplumun varlığının sonsuza kadar süreceğini de kabul etmiş oluruz. Kapitalist toplum dünyayı yaşanılmaz hale getirmiştir ama hala sürmektedir! Gelişmesini sürdürüyor olması bizim ona karşı yeni ve alternatif bir toplum yaratmak için devrim hazırlıklarını bekletmemizi elbette gerektirmez. Olgunlaşan meyveleri henüz tazeyken dalından koparmak istiyoruz, yerden toplamak değil! Erken devrim olabilir ama gecikmiş devrim diye bir şey olamaz. Gecikmiş devrim, artık devrim değildir.
Günümüzde bile özelikle göçmen işçiler ve hapishanelerde zorunlu çalışmaya tabi tutulanlar üzerinde, “eski toplum”u, köleci-feodal dönemleri aratmayacak çalışma disiplinlerini görebiliyoruz. Emperyalist tekeller son yıllarda iş bölümünü Platon’un tasvir ettiği tarzda “bedenlere vurulan doğum damgası” gibi görmektedir. Batı düşüncesi zaten uzun yıllardır sömürgecilikten kalma ırkçı politikalarını gizli-açık sürdürmektedir. Onlara göre bazı bedenler vardır ki emek için yaratılmışlardır! 21. yüzyılda bu düşünce çok daha rafine biçimler almıştır. Açıkçası insanın bütünselliği tehlikededir! Bedenin bilinçten ayrılarak bir alet ya da bir makine düzeyine indirgendiği bu anlayış, yapay zekânın gelişimiyle insanlığa çok daha kolay kabul ettirilebilecek gibi gözükmektedir. Burada sözünü ettiğimiz “işçinin makinaya indirgendiği” 19. yüzyıl sosyalist eleştirisi değildir. Kapitalizmin beden ve bilince yönelik çok daha özellikli bir saldırısıdır. Proleterin karşısına yapay zekâ çıkarıldığında onunla yarışamayacağını anlayan proleterin başını koltuğunun altına alıp yaşamak için bedenini en az ücrete verebileceği bir mekanizmadan söz ediyoruz. Kapitalizmin hesabı budur. Aynı Yunan ve Roma antikitesinde olduğu gibi soyluların çocukları soylular gibi pleblerin çocukları da plebler gibi yaşayacaktır. Doğuştan gelen ayrıcalıklar ya da yoksunluklar tüm yaşamlarına damga vuracaktır! Yoksul doğdun, yoksul olarak yaşayıp yoksul olarak öleceksin! Dayatılan budur. O zaman madem kapitalizm ezilen halklara Roma tarzı köleciliğini dayatıyor o zaman bu zincirleri parçalayacak olan da Spartaküs tarzı isyanlar olacaktır. Ülkemizde milli eğitimin sınıf öğretmenleri milyonlarca öğrenciye her yıl kapitalizme ara eleman yetiştiren meslek liselerine gitmeleri yönünde neden ciddi baskı ve telkinlerde bulunuyor zannediyorsunuz? Genç dimağları tüm hayatlarını geçirecekleri kapitalist düzen kalıplarına uydurmaya, kabullendirmeye çalışıyorlar.
Tufan Yakın


