Birikimi dönüştürmek, dönüştürdüğünü sürekli geliştirmektir aslolan. Türkiye devrimci hareketi bunu ne kadar yerine getirebiliyor? Yapıp ettiklerimizle yapamadıklarımızı her karşılaştırdığımızda, yeniden başa sarmanın rahatsız edici boyutlarını kabullenme hali –tüm itirazlarımıza rağmen geçerliliğini korurken hem de– hâlâ aşmamız gereken meseleleri aşamamışlığımız aslında hakikatimizle ilgilidir. Olaylara bakışımız, yaklaşımımız, anlamlandırma çabamız; mücadelenin ve hayatın akışı, işleyişinin gerisindedir. Bu böyle devam ettiği müddetçe bunu tersine çevirmemiz mümkün görünmüyor.
Bilinen bu gerçeği, yine pratik süreçle kapatmaya çalışmak veya koşulların bizi buna mecbur eden eğilimleri ve yönelimlerinin bir neticesiymiş gibi sunmak da doğru değildir. Niyet ne olursa olsun, bu bir oyalanma ve sürüklenmedir. Diğer bir deyişle, var oluşunu görünür ve çekici kılış ile bağlayıcı pratiğin bahanesi olur. Faydacılığı meşrulaştırır, dahası bu zihniyet düşünsel sapmayı, kaymayı besler. Tersi de doğrudur. Pratiğin örgütlenmesi, örgütlülük gücümüzün düzeyini gösterir. Gelişkin her kolektif, gelişkin örgütçülerin ürünüdür; çok yönlülüğün bileşimidir. Bugün, sınıfsal ve toplumsal mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremeyişimizin temel sebeplerinden biri budur: yani, örgütsel önderlik, önderliğin örgütselliğinin yaratılamaması sorunu. Dolayısıyla, bu aynı zamanda mücadelenin ve yaşamın örgütsel gelişiminin ciddi bir birikimi olarak dönüştürememeyi beraberinde getirmektedir.
19 Mart’tan bu yana
19 Mart’tan bu yana çok çarpıcı gelişmeler söz konusu. Boşluğunu dolduramadığımız o kadar çok şey var ki, hangisine yetişeceğiz derdine düşsek de, eksik bıraktığımız o boşluklar, “ha” dendiğinde doldurulamıyor. Kuşkusuz bu bir güç meselesi. Ama o gücün yoksunluğu, bizim fiili muhasebe ve muhakeme yapmamıza engel değildir. Bilakis, isyanın ve direnişin içindeyken özellikle gençliğin mücadelesinin yükseltilmesi noktasında niçin gerekli müdahaleleri, çıkışları hayata geçiremediğimizin eleştiri-özeleştirisini ortaya koymalıyız ki benzer sonuçlar yaşamayalım.
Kaldı ki, bu süreç devam ediyor. Hem de oyun içinde oyuna duyulan ihtiyaca bu denli başvuruluyorsa, en az bizim de bir o kadar oyun kuruculuğa soyunmamız lazım. Siyaseti direniş ve eylemler üzerinden okumak, konumlandırmak yetmez. Egemen güçlerin izlediği, geliştirmeye çalıştığı politikaları (değişkenliklerini) anlamak ve ön almak gibi bir yükümlülüğümüz var. Mücadelenin gelişim seyri ve yönelimi kadar, faşizmin şiddetine ve politik manevralarına karşı taktiksel çıkışlar gerçekleştirmeyi; gerilimi, çatışmayı büyütüp yönetebilmeyi önümüze koyabilmeliyiz.
Paradigma değişikliği dediğimiz şeyin içinden geçtiğimizin farkında değiliz. Açıkçası, isyanın akışına kapılırken direnişin politik önermelerinin üstünden atlanması anlaşılmaz bir şeydir. Ve hiçbir şekilde de kabul edilemez bir konudur. Bu kendimizi yadsımaktır. Komünal mücadelenin dinamikleri açığa çıkmış, politikanı taşıyamıyorsun. Politik üretim elbette örgütsel güç meselesi, bunun bilincindeyiz. Ancak örgütsel güçsüzlük, politik belirlemelerimizin önünde herhangi bir engel teşkil etmeyeceği gibi, sahadaki varlığımız zaten üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmenin heyecanı, tutkusu ve cüretine tanıktır. Ama sonrası için aynı şeyleri söyleyemeyiz.
Sorunu gençliğe havale edecek değiliz. Örgütsel yapıların örgütlenmesinin bir tezahürü, bir karşılığı gibi görmek; eleştirilerimizi yapıcı ve geliştirici bir şekilde gecikmeksizin yerine getirmektir. Çünkü pratik sürecin bir sağlaması var: hareketsizken bile çözücü bir işlev görür. Sorunlar, sorular, sonuçlar bağlamında dile getirmeye çalıştığımız komün tarzı; bunun ne düzeyde içselleştirilip –ya da içselleştirilemediğinin– göstergesidir.
Sürekli “kopuş hikayesi”ne vurgu yapmamızın bir nedeni de budur. Bizim fikri çalışma alanımız, sıcağı sıcağına yaşanan kesitlerin her biri; bir yerde yeni mücadele alanıdır, şekillendireni şekillendirendir. Kolektifiz: düşüncemizin siyaseten taşıyıcısı, geliştiricisi ve eksiği gediğini tamamlayıcısı…
Nasıl ki 19 Mart’ta sahneye çıkan öğrenci gençliğin ön açıcı rolü, yönelimi, sürecin dinamiklerini çıkarmışsa; bundan sonraki sürecin kısa ve uzun vadeli seyrine dair hazırlığı artık kaçınılmazlığı da dayatıyor. Bu gerçekle yatıp kalkmalıyız.
Öncülük, örgütlülük böylesi süreçleri yönetebilme, yürütebilme cüreti ve iradesidir. Zamanın ve mekânın ruhuna denk düşen hamleleri, atılımı çakıştırmasıdır; eşik atlatmasıdır. Aksi takdirde yerleşik algı, yerleşik pratik kendini konuşturur, dayatır. Alışkanlıklarımızın esiri oluruz; benzeştikçe aynılaşırız. Nedense öznelliğimiz döneme, sürece atfettiğimiz o tarihsel kırılma anlarının süreğen özellikleri karşısında herhangi bir değişime, dönüşüme uğramaz. Bu dokunulmazlığın ürettiği sonuçlar, aşinası olduğumuz şeyleri tekrarlamayı kanıksatır, reflekslerimizi köreltir ve bizi yönetir.
Bir isyanın yönü ve ekseni politik müdahaleleri öne çıkarır, hedef belirler; istikameti tayin edici sloganlar, taşınan pankartlar, dövizler vs. eylem içindeki eylemlikler dahil nasıl bir tutum takınacağımızı gösterir. Ya da, rüzgâr nereden eserse peşine takılışa yönelen bir koşuşturmaca hali içinde kayboluş; dar pratiğin boğucu ama bir o kadar da şaşırtıcı çekiciliği, içe kapanmayı benimsetir ve gereksiz uğraşlarla meşgul eder.
19 Mart deneyimimizi salt bu iki eğilim ve yönelimle sınırlayamayız. Bizdeki asıl eksiklik, politik argümanlarımızı sahaya taşıyamamaktan kaynaklanıyor. “Kopuş hikayesi”ni bir çizgi haline getiremeyişimizdir ki bu ciddi bir sorundur. “Başlangıçtan bu yana” kendimizi tanımlamaya çalıştığımız saikler yalnızca bir ayrılık anlatısı, eleştirisi gibi görülemez. Oraya sıkıştırıp kalmak, gelenekselliği takip etmektir. Bu, “yeni bir çıkış arayışı”ndan bihaber olmanın sonucu olarak bugün ve gelecekle bağ kuramayışa yol açıyor.
O yüzden işin esasını bir türlü yakalayamıyoruz. Elverişli ortama rağmen bu böyle. Potansiyelimizi geriye çeken eski tarz siyasetin dışına çıkamayış temel sorun. Bağlayıcılığı, belirleyiciliği birbirini etkiliyor, gidişatı yönetiyor. Farkındayız ya da değiliz; tutukluk ve akışına bırakma, zamana yayma çözümsüzlüğü olağanlaştırıyor ve sonradan toparlanma imkânı da bırakmıyor.
Sonuçlar ve başlangıçlar…
Arayış hikayemizin düşünsel ve pratik zeminin nasıl çakıştığına şahitlik ediyoruz bugünlerde. Bu önemli bir ayrıntıdır. Hayat bizi doğruluyor ama yetmez; değiştirici, dönüştürücü gücün niteliklerini kuşanan bir yerden kendimizi yeniden keşfederek üretmeliyiz.
Bir kez daha Gezi ve Mart isyanı bu açıdan hakiki derslerle doludur. Aynı zamanda, o derslerden çıkarılan sonuçlara bir türlü çubuğu bükemeyenler olarak, yine benzer bir tartışma çağrısı ile karşı karşıyayız (Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji-sendika org.) Söz konusu tartışmaya dair neler düşündüğümüz ise bir başka yazının konusudur. Sadece çakışma noktalarını uzun bir süredir güncellemeye çalışıyoruz. “Kopuş” tabirimiz bunun üzerine oturuyor; geliştirmeye çalıştığımız paradigma, perspektifler ve örgütsel sorunlar bağlamında kendimize bakmamızı emrediyor. Aynı zamanda nereden nereye geldiğimizin bir muhasebesi bu…
Arayışlara bu gözle bakıp irdeleme ihtiyacı; esas itibariyle sınıfsal ve toplumsal ayağın sağlam bir zemine basması ve işlerin rayına oturması için eleştirel-özeleştirel bir sürecin iç içe ve dışa dönük bir okuma fırsatıdır. Kolektif kendini baştan aşağı yeniden gözden geçirmelidir. Sonuçta, “anlatılan bizim hikayemiz”: benzer sorunlar, sorular silsilesi… Sahici çözümler ve hakiki cevaplar bekliyor.
Murat Bal
