12 Eylül ve sonrasında Türkiye Devrimci Hareketi – Sinan Karacan

12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbenin ardından 45 yıl geçti. Ancak bu kadar uzun süreye rağmen, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) hala faşist cuntanın sol harekette yarattığı yenilgi ve yıkımın boyutlarını tartışıyor.

12 Eylül faşizmiyle mücadele edemeyen ve ortaya çıkan yenilgiyle de gerçek anlamda hesaplaşamayan devrimci hareketin, bugün içinde bulunduğu krizi hala o dönemde yaşanan kıyım operasyonlarının sonuçları üzerinden açıklamaya çalışıyor olması artık kabul edilemez.

Askeri faşist diktatörlük döneminde uygulamaya konulan baskı ve zulüm politikaları; infazlar,  idamlar, işkenceler, yüzbinlerce kişinin gözaltına alınması, parlamentonun feshedilmesi, siyasi partilerin kapatılması, grev yasakları ve sıkıyönetim ilanıyla gelen şiddetin toplumsal etkileri biliniyor. Devrimciler ve yurtseverler başta olmak üzere, bu şiddet politikasının esas hedefinin örgütlü kesimler olduğu ve en ağır sonuçların da bu cephede yaşandığı biliniyor.

Ancak faşizmin mutlak otoritesi altında yeniden şekillendirilen devlet mekanizması ve onun zor aygıtlarının yarattığı bütün yıkıma rağmen, bir süre sonra yeniden bir toparlanma ve mücadele süreci başlatılabilmişti. Devrimci hareket, 80 darbesinin ağır etkilerini üzerinden kısmen de olsa atıp, 80’li yılların ortalarından itibaren, özellikle 90’lı yılların ortalarına doğru yasal ve yasadışı alanda bir toparlanma ve toplumsallaşma hamlesi yakalasa da 19 Aralık katliamı ve devamında yaşanan ölüm oruçları sonrasında, 2000’li yıllarda darbe koşullarının dahi daraltamadığı ölçüde daraldı ve toplumsal bağlarını büyük ölçüde yitirdi.

Geldiğimiz noktada, sürekli biçimde 12 Eylül’ün yıkıcı etkilerine vurgu yaparak, yenilgiyi yalnızca dış dinamiklerle açıklamaya çalışan, kendi hatalarını, zaaflarını, örgütsel, ideolojik parçalanmışlığını görmeyen devrimci hareketin verili hali hiç iç açıcı görünmüyor. Kabul etmek gerekir ki sosyalist hareket, bir dönem yeniden yakalayabildiği toplumsal bağlarını yitireli ve birçok bakımdan akıllara zarar biçimde daralalı/köreleli uzun bir zaman oldu. Daha da kötüsü bunu dert etmeyeli ya da dert etmemeyi öğreneli de uzun zaman oldu.

90’lı yıllarda yükselen öğrenci hareketi içinde oldukça etkili olan, sadece öğrenci hareketi içinde değil, aynı zamanda mahalleler üzerinden emekçi gençlikle temas edebilen, sendikal mücadele üzerinden memur hareketiyle, akademi dünyası ile ilişkili sol hareket; yerellerde kültür evi, dernek vb. biçimindeki örgütlenme araçları ile toplumsallaşmayı yükselten bir konumdaydı. Ülkenin siyasi denkleminde görünür olan ve önemli meselelere ilişkin olarak ne söylediği ve ne yaptığı/yapacağı hem diğer politik muhatapları tarafından hem de yüzü sola dönük kitleler açısından önem ve değer taşıyan bir gerçeklikten, 2000’li yılların başından itibaren hızlı bir daralma, kitlesizleşme ve yaşlanma girdabına sürüklendi.

Yaşadığı örgütsel daralmalar ve toplumsal bağlarını yitirmesi, solun yalnızca eylemlilik düzeyinde değil, zihninde ve dilinde de ciddi bir daralmaya/körelmeye sebep oldu. Eski zamanların aksine, sanatta, akademide kültür üretiminde, felsefede, aydınlarla nitelikli bir ilişki kurma noktasında ciddi bir nitelik yitimi yaşadı. Teorik üretim noktasında oldukça geriledi ve solun dili; altı boş, sahicilikten, teorik-politik derinlikten uzak ve kendi gerçekliği ile örtüşmeyen sloganik bir dil biçimine büründü. Dilin sloganik ve bu ölçüde işe yaramaz olmasının temel sebeplerinden birisi de pratik bir zenginliğe ve teorik ve politik bir üretkenliğe dayanmıyor olmasıdır. Aksi halde, pratik politik ve teorik üretimin üzerine bina edilmiş yerinde ve uygun bicimde kullanılan propagandatif ve ajitatif dil elbette mücadelenin ihtiyaçlarındandır. Ancak burada kastımız yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sloganik dilin tek ve hakim dil olarak ve yerli yersiz kullanımıdır.

Solun zihinsel daralmasının ve bunun dile yansımasının en bariz görünürlüğü de kendi gerçekliği ile ciddi anlamda yüzleşmekten ısrarla kaçmasıdır. Her ne kadar kendi öznel yetersizliklerine, örgütsüzlük ve toplumsal bağların yitirilmesi gibi olgulara değiniyorsa da bunu genellikle “mış” gibi yapıyor ve derhal oradan uzaklaşarak ve esas itibariyle bu durumunu gizleyerek devrimci manada bir yüzleşmeden kaçmaya çalışıyor. Bunun için geniş anlamda egemenlerin krizlerinden, neoliberal politikalardan, kapitalist ekonomik-politik sorunların mücadeleyi büyütme olanaklarından, dar anlamda da yıllardır iktidarın güç kaybettiğinden, toplumsal muhalefetin gelişip büyüdüğünden, tek tek işçi direnişlerinden ve grevlerin öneminden bahsederek ve sanki bunlar solun marifetiymiş ya da sola ciddi güç devşirecekmiş türünden üstü örtülü varsayımlarla günü kurtarmaya çalışıyor. Ancak bunlardan yüksek iştahla bahsederken, kendi öznel yetersizliklerinden aynı iştahla bahsetmiyorlar. Tam tersi bu olgulardan yüksek iştahla bahsedilmesi, kendi öznel problemlerine yönelme iştahsızlığının bir sonucu olarak açığa çıkıyor.

Sözünü sürekli protesto jargonuyla kuran sol hareket, farklı sosyal grupların; işçi sınıfının, öğrencilerin, kadınların, kent yoksullarının ve değişen, dönüşen toplumsal dinamiklerin düşün dünyasına dalamıyor ve o dinamiklerin bir parçası haline gelip dilini oralardan kuramıyor. Öyle ki, kullandığı dil bazen sloganik olmanın da ötesinde çok dışsal ve bayağı kalabiliyor.

Sosyalist sol bir başka körelmeyi de mücadele/devrimcilik anlayışında yaşıyor. Toplumsal bağları yittiği ve derin bir örgütsel daralma yaşadığı ve de bununla yüzleşemediği için kadrolarının önemli bir kısmı mücadeleyi ve devrimciliği adeta mesai mefhumuna indirgemiş durumda. Kadro davranışları ve daha geniş manada örgütsel davranışlar, kitle çalışması alanlarında bile toplumsal ahenkten ve toplumsal devinimden beslenmeyen, kapalı kapılar ardında ve masa başında oluşturulmuş, kitlelere ait olmanın tatlı acemiliklerinden ve keyif veren çeşitliliğinden uzak, tekdüze ve mekanik bir biçime bürünüyor. Belki abartılı gelebilir ama slogan atma biçimi bile artık çok profesyonel ve bir o kadar mekanik ve ruhsuz…

Sol kadroların yaşam alanları kent yoksullarının, işçi sınıfının yaşam alanlarından oldukça farklılaştığı için lafta sınıf vurgusu ön plana çıksa da pratikte sınıfa ciddi bir yabancılaşma yaşanıyor. Bu yabancılaşma, pratik politik üretimde çubuğun kontrolsüzce özgürlükçülüğe ve kimlik siyasetine bükülmesine sebep oluyor. Böyle olunca da sosyalist sol bu alanlara hakim bazı ideolojiler tarafından bozuluma maruz bırakılıyor.

Davranışa ve dile ilişkin bu örnekler çoğaltılabilir elbet ama meramımızı anlatabilmek adına bu kadar yeterli. Sosyalist hareketin artık bu statükoyu parçalaması gerekiyor. Ormanda tok yatan aslan olmaktansa, aç dolanan tilki olması gerekiyor.  Zira ne aslanlığı aslanlık ne de tokluğu tokluk…

Sosyalist hareket açısından artık sol içi göreli üstünlük zanlarıyla bezeli sahte motivasyonlardan, örgüt fetişizmi, gelenek fetişizmi ve küçük dükkâncıktan sıyrılmak ve devrimci yeniyi inşa etmek bir hayat memat meselesi haline geldi.

Kimse büyüklenmemeli, kimse devamcısı olduğu gelenekten kaynaklı üstünlükleri olduğu yanılsamasına düşmemeli. Kimse artık kendinden hoşnut olmamalı. Kimse küçük ve az mevcutlu toplantılarında kendi gerçekliğinden uzak laflarla, büyük büyük siyasal gündem değerlendirmeleri yaparak kendi yetersizliklerini halı altına süpürmemeli.

Devrimci hareket, bugün eskisinden daha karanlık ve sinsi biçimde uygulamaya konulan faşist rejimin karşısında, devrimci bir mücadele ve silkinişle, devrimci yeniden kuruluş için çabalamalıdır. Artık kendi dar alanlarından çıkarak, en iyisini yapacağı yavan iddialarını bir yana bırakarak; “biz devrimci olanı istiyoruz ve bu uğurda en iyisini kim yaparsa hiç gocunmadan onunla birlikte yaparız” diyerek, faşizme karşı birleşik mücadeleyi örgütlemesi gerekiyor. 

12 Eylül 2025

Sinan Karacan