Erdoğan 2 Eylül operasyonu ile el mi yükseltiyor? – İbrahim Kadri

Bu yılın adli yıl açılışında Saray’ın savcısının büyük laflarının işaret fişeği olduğu üzere, Erdoğan kendi iktidarını sürdürmek için, 19 Mart’ta istediği sonucu alamadığı burjuva siyaset ve devlet krizine müdahalesine yönelik hızla ve daha büyük adımlar atmaya başladı. Adli yılın açılışından hemen sonra, 2 Eylül’de İstanbul’da bulunan bir Asliye Hukuk Mahkemesi hâkimi tek başına bir “ara karar” vererek, CHP İstanbul İl yönetimini topluca görevden alıp, yerlerine kayyum atadı ve CHP Genel Kuruluna ilişkin davayı da etkileyecek biçimde, İstanbul delegelerinin görevlerini askıya aldı.

Bir asliye hukuk hakiminin duruşma bile yapmadan bir ara kararla YSK’nın uhdesindeki seçimleri iptal etmesi, yönetimi görevden alıp kayyum ataması, kayyum atanan Gürsel Tekin’in buna hazırlıklı olması vb. meselelerin her biri burjuva siyaset ve hukuku için bile ayrı ayrı garabet olması bir yana, asıl tartışmamız gereken Erdoğan’ın böylesi aleni bir hukuksuzluğa izin vererek böylesi bir hamleyi neden yaptığıdır.

Biz fanilerin gördüğünü ve yaşadığını Erdoğan da görüyor ki ne yaparsa yapsın toplumsal desteği her geçen gün daha da azalıyor. 19 Mart’ta başlayan ve hemen her haftasında yeni bir dalgası yapılan siyasi operasyonlara rağmen, normal seçimlerde karşısına çıkması en olası aday Ekrem İmamoğlu hem teslim alınamıyor hem de zayıflamıyor. Yandaş medyadaki yalanlara rağmen CHP’nin yaptığı mitinglere kitleler katılıyor, Erdoğan’dan kurtulmak için Ekrem İmamoğlu’na ve CHP’nin mevcut yönetimine desteğini sürdürüyor.

Kitlelerde büyüyen bu Erdoğan karşıtlığının toplumsal temelinde artık katlanılmaz boyutlara varan açlık ve yoksullaşma gerçekliği ve geleceğe yönelik belirsizlikler olduğu kadar toplumu kutuplaştıran, birbirine düşmanlaştıran siyasal yönelimleri, polis devleti uygulamaları, hukuk başta olmak üzere devletin hemen her kurumuna yönelik artan güvensizliklere dayanan mevcut “tek adam rejimi” uygulamaları yatıyor.

Bundan kaynaklı olarak, Erdoğan artık ne söylerse söylesin ne yaparsa yapsın toplumun büyük çoğunluğunda bir etki yapmaz hale geldi. Bu durumu her gün kendisine sunulan çeşitli anketlerde bizzat gören Erdoğan, 19 Mart’ta başlattığı süreçle kendisini ve partisini büyütmek yerine, rakiplerini ekarte etmek, onları bölüp zayıflatarak kendini mecbur bırakma stratejisine geçmiş durumda.

19 Mart operasyonu, girilen bu yönelim ile yerli ve yabancı, ulusal ve uluslararası güçler nezdinde Türkiye’de var olan siyasal aktörler arasında her şeye rağmen halen en çok desteği olan “lider” olma vasfını korumak, bunun sayesinde mecbur da olsa desteklerini sürdürmeyi amaçlıyor. İç politikadaki bu yönelimden; muhalefeti etkisizleştirip dağıtarak yaratılacak karışıklık, kargaşa ve iç çatışmalardan ve aslında eli daha da zayıflayan bir Türkiye’den; uluslararası güçler de kendi amaçları yönünde daha rahat faydalanacağından, onlar da bu yönelime temelden karşı çıkmıyor.

Bu nedenle Erdoğan; uluslararası ve bölgesel gelişmelerin ve bu yönlü dayatmaların sonucu mecburen kurduğu veya kurulmasına izin verdiği İmralı ile olan masayı da bu mecburiyetin dışında, bir ihtimal yine kendisinin bu son yönelimi doğrultusunda araçsallaştırmaya çalışıyor.

Bu amaçla, 19 Mart operasyonu sonrasında, iki temel toplumsal dinamiği, yani Kürtler ile CHP’nin arkasında toplanan toplumsal muhalefeti birbirinden ayrıştırmaya çalışmıştı. Görüşmelerin/sürecin sürmesi tehdidi ile DEM Parti’yi CHP’ye yönelik anti demokratik ve burjuva hukukuna dahi açıkça aykırı saldırılara tepki veremez hale getirip, hem Kürtleri kendi dışında bir muhataptan yoksun bırakmayı hem de bugün CHP arkasında buluşan toplumsal muhalefeti süreç karşıtlığına sürüklemeyi ve böylece iktidar karşısındaki iki temel toplumsal dinamiği birbirinden ayrıştırmayı amaçladı.

Ancak hem DEM cephesinden hem de Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel tarafından bu hamleler boşa düşürüldü. Kimi zaman yaşanan kırgınlıklar olsa da hem görüşme sürecinin Erdoğan’ın tekeline girmesi engellendi hem de ayrışma yerine daha birbirini anlayan saygılı bir ilişki korundu.

Zaten Ekrem İmamoğlu’nun cezaevinden gün aşırı gönderdiği mesajlarda da sürece sahip çıkıp, Kürt sorununu asıl kendilerinin çözebileceğine ilişkin iddiaları ve söylemleri, yine iç ve dış tüm baskılara rağmen CHP’nin komisyona katılmaktan vazgeçmemesi ve Kürt tarafının bunlara cevapları, Erdoğan’ın buradaki amaçlarını gerçekleştirmesini engelledi.

19 Mart’tan bu yana süren operasyonlarla istediğini alamayan, sürecin bu gidişatının T.C. dümenine kendisi dışında bir adayın geçme ihtimalini arttırdığını gören Erdoğan, son günlerde yandaş medya da dahil, açıktan AKP için Erdoğan sonrasının dillendirmesinin de gazıyla hem kendi cephesinde hem Türkiye içi ve dışı güçlere “benden vazgeçemezsiniz” mesajı vermek için Eylül ayı itibariyle el yükseltti veya gaza bastı.

2 Eylül operasyonu ile normal koşullarda geriletemediği CHP’deki Ekrem İmamoğlu/Özgür Özel çizgisini fiilen düşürüp CHP’yi kayyumlarla kendi içinde bir tartışmaya hapsetmek, sürdürdüğü pratikten alıkoymak, bölünmeye mecbur bırakmak ve bunlar üzerinden muhalefetin fiilen olmadığı bir ortamda erken seçime giderek bir kere daha koltuğunu korumayı amaçlıyor. Bununla birlikte, 19 Mart’ta yaptığına benzer biçimdeki hamlelerle, yine CHP’nin başına getireceği Kılıçdaroğlu ile ana muhalefeti sürece ilişkin daha pasif, hatta karşıt bir pozisyona çekerek Kürtleri yalnızlaştırmayı ve CHP’nin komisyondan çekilmesini sağlamayı, diğer yandan da Rojava’ya yönelik askeri operasyon söylemleriyle korkuttuğunu düşündüğü Kürtleri İmralı masasını devirmeye yönelik aba altında sopayla CHP’ye yönelik bütün bu anti demokratik ve hukuksuz saldırılara tepki veremez kılarak toplumsal muhalefeti bir kez daha bölmeyi amaçlıyor.

Ancak 2 Eylül hamlesine karşı, ilk önce DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ve partinin diğer yetkililerinin bu operasyonlara yönelik kınama ile demokrasiye sahip çıkma açıklamalarının ardından Özgür Özel’in katıldığı bir televizyon programında “CHP’nin bu komisyonda olmamasını en çok isteyen biri var, o da Recep Tayyip Erdoğan” diyerek komisyondan çekilmelerinin söz konusu bile olmadığını açıklaması ve operasyondan hemen sonra DEM parti İstanbul il örgütünün kitlesel bir şekilde desteğe gitmesi, Erdoğan’ın bu seferde istediğini -en azından şimdilik- alamadığını gösteriyor.

Pek tabii ki Erdoğan planını uygulamaya devam edebilir ve CHP’ye Genel Merkez davasında mutlak butlan kararı çıkartıp, Kılıçdaroğlu’nu yeniden CHP’nin başına getirebilir. Böylece, hem genel olarak CHP’yi toplumsal muhalefetin adresi olmaktan çıkarıp kendi içinde kısır kavgalara hapsolmuş, hatta bölünmüş bir halde kendisi karşısında alternatif olamayacak hale getirmiş, aynı zamanda da CHP’nin sürece yönelik tavrını, en azından daha geri, pasif noktaya çekerek Kürtleri kendisi dışında alternatifsiz bırakmış olacaktır.

Bu gelişmeler olurken, Hikmet Çetin’in 2 Eylül 2025 Salı günü, asliye hukuk hakiminin alelacele aldığı bir ara kararla CHP İstanbul il yönetimine kayyum atanmasının hemen öncesinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi ziyaret ediyor ve kararın kamuoyuna ilan edilmesinden hemen sonra el ele poz veriyor oluşu; bununla da yetinmeyip 3 Eylül 2025 Çarşamba günü bu sefer de Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’u; (kendisi son yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir için Erdoğan’ın adayı olmasının yanında kimi yorumculara göre Erdoğan’ın yeni Binali’si olarak ona direkt haber ulaştırmaya çalışanların uğradığı en yakın durak) ziyaret ediyor oluşu da dikkat çekici gelişmeler olarak kaydedilmelidir.

Siyasal geçmişine bakıldığında, Çetin’in CHP genel başkanlığı, TBMM başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi önemli görevlerinin yanında, devlet için çok kritik zamanlarda çok kritik görevlerde bulunduğu, TC’nin NATO’cu çizgisinin temel bir aktörü olarak Türkiye’nin hem iç hem dış siyasetinde NATO konseptiyle uyumlu bir çizgide hareket ederek devletin ali çıkarlarının sadık bir hizmetkarı olarak çalıştığı biliniyor. 1995’te CHP ve SHP’nin birleşme kongresinde CHP genel Başkanlığına seçilip akabinde görevini Deniz Baykal’a devrettikten sonraki tarihlerde, Kürt sorununa ilişkin rapor yayınlamış ve aynı zamanda Kürtlerin milletvekili olarak meclise girmesine aracılık etmiş ve bir anlamda çizgi dışına çıkma potansiyeli oluşturan ve yine bu yaklaşımları nedeniyle halkta da karşılık bulan SHP’deki “sosyal demokrat” hareketin hizaya çekilmesi, yani devletin 1993’te güncellenen özel savaş konseptine uyumlu gördüğü çizgiye çekilmesi operasyonunun mimarlarından olduğu da biliniyor. Dolayısıyla, son süreçte yaptığı bu görüşme ve açıklamalarını yalnızca CHP yönetimine destek olarak değerlendirmek görünürdekilerle yetinmek olacaktır.

Sonuç olarak genel tabloya yeniden baktığımızda, Erdoğan’ın kendi şahsi iktidarını her şeyden öne alan bu yönelimlerinin hem Türkiye devletinin tarihsel geleneğinden -her ne kaldıysa ona- hem de uluslararası güçlerin Türkiye ve bölgesel planlarına aykırı noktalara savrulması riski oldukça fazla. Bir yanıyla Türkiye’de kitlelerin burjuva siyaseti dışındaki yönelimlerle sistem dışına kayması riski, diğer yanda da alternatiflerini bertaraf etmesinden kaynaklı aşırı güçlenen Erdoğan’ın içerde İmralı masası dahil ekonomik-siyasal politikalardaki değişimle birlikte bölgesel olarak Rojava’ya olası operasyon üzerinden Suriye’de TC-İsrail, TC-ABD (Trump dolduğu yerde her şeyin bir gecede değişmesi mümkün) ilişkilerinde geri dönüşsüz bir değişim yaşanabilir.

Bundan sonraki süreçte neler yaşanabilir?

Bölgesel gelişmelerin hızla kaosa doğru sürüklendiği bir konjonktürde, Kürt sorununda da adım atmak zorunda kalarak İmralı’nın kapısını çalan devlet, hem Erdoğan’ı erken seçimde yeniden seçilme garantisi vererek frenlemeye ve Batı ile uyumlu çizgiden sapmamasını garantiye almaya hem de Erdoğan karşıtlığı üzerinden büyüyen toplumsal tepkiyi, 19 Mart veya Gezi gibi bir patlamaya dönüşmesinin önünü alacak şekilde, sistem içi kontrollü bir muhalefet çizgisine hapsetmeyi amaçlıyor.

Bu sayede Erdoğan’ın hem içeride hem de dışarıdaki gelişmeleri kendi bekasına tehdit görme paranoyasıyla gemileri yakıp içeride İmralı masasını devirmesi, Suriye’de İsrail ile sıcak çatışmaya girme, Trump ile papaz olma potansiyelli olası bir askeri harekâtını en azından şimdilik engelleyebileceğini düşünüyorlar.

Anlaşılan o ki, aslında Erdoğan’ın planı 15 Eylül’de “mutlak butlan” ile Kılıçdaroğlu’nu yeniden CHP’nin başına getirmek. Kılıçdaroğlu’nun da başlarda parti binasına dahi gitmeden CHP’nin bugünlerde yaptığı miting, il gezileri gibi sokak hareketini durdurabilir. Kaldı ki parti binasına gitmese bile partinin resmi başkanı ve yönetimi parti kasasının sahibi olacak, yani resmi yetkililer imza atmadan kimse tek kuruş harcayamayacak. Para olmayınca da otobüs kalkmaz; il gezileri, sosyal medya kampanyaları, mitingler, hiçbiri yapılmaz; burjuva siyasette para yoksa siyaset de yoktur.

Bu noktada bazılarımız haklı olarak Erdoğan’ın bu hamlesine karşı Ekrem İmamoğlu, Özel ile birlikte yeni bir parti kurabilir diyebilir. Kurabilir kurmasına da bir sene sonra yapılacak erken seçimlere girme yeterliliği kazanabilir mi? Yani seçimlerden 6 ay önce Türkiye’nin yarısında teşkilatını kurup büyük kongresini tamamlayabilir mi? Bilindiği gibi 2022’de yapılan değişiklikle bir partinin seçime girmesi için TBMM’de grup kurması artık yeterli değil. (Yani 2018’deki İYİ Parti formülü artık geçerli değil) Bu durumda kendisi ve en yakın çalışma arkadaşları, kampanya koordinatörleri, yerli yabancı sermaye ile bağlantılarından önemli isimleri cezaevinde olan Ekrem İmamoğlu; gereken parayı bulup CHP’ye oy veren kitlelerin desteğini alacak yeni partisini kurabilir mi? Para ve menfaatin temel düstur olduğu burjuva siyasette; yeterli para ve ikbali dağıtma kapasitesinin olmadığı ve daha da önemlisi, yaşanacak iç çatışma ve bölünme ortamında bu kadar kısa zamanda bunu yapabilmesi oldukça zor görünüyor.

Erdoğan’ın karşısında aktif muhalefeti sürdüren, her türlü kışkırtmaya rağmen İmralı masasından kalkmayı değil, tam tersine Kürtlere daha ileriden vaatlerde bulunmaya devam eden İmamoğlu/Özel çizgisinin sürdürülmesine yönelik aktif bir siyasal çalışma olmayınca da bugün CHP sayesinde sokakta dinamize olan muhalif kitlelerin bu dinamizmi sönümlenmiş olacak. Ve bu atmosferde en geç 2026’da yapılacak erken seçimlerde Erdoğan, karşısında oy verilecek kimse olmadığından, yeniden seçilmiş olacak. Ancak bu planda şöyle bir risk var; birincisi bugün CHP sayesinde halen burjuva siyasetine umut bağlayarak siyasallaşan kitleler seçimlerin anlamsızlığı ortamında sistem dışı kanallara taşabilir, ikincisi ya Erdoğan’ın siyaset alanının tamamen daralmasından kaynaklı İmralı’nın eli devletin tahammülünden fazla güçlenebilir ya da Erdoğan iyice kontrolü kaybedip İmralı ile kurulan masayı bir kez daha devirebilir, hatta bunun sonucu Suriye üzerinden TC-İsrail, TC-ABD arasında geri dönüşü olmayan riskler yaşanabilir.   

İşte NATO’cu devlet çizgisi, sadık elamı Hikmet Çetin aracılığıyla Erdoğan’ın hem Türkiye hem de bölgesel düzeyde oldukça risk barındıran bu A planı yerine, sonuçta yine Erdoğan’ın erken seçimde yeniden başkan seçilmesini ona taahhüt eden NATO’nun Türkiye ve bölge projelerine uyumunu bozmayacak, toplumsal muhalefeti de belli bir çizgide aşama aşama sönümlendirecek yumuşak geçiş formülünü öneriyor. Bir taşla iki kuş planı, hem Erdoğan’a Batı ile uyumlu bir kez daha başkanlık fırsatı sunarken diğer yandan da kitlelerin basıncıyla sistem sınırlarını zorlama veya devletin kontrolünden çıkma potansiyeli oluşan CHP’nin aynı 1995 SHP’sine yapıldığı gibi yeniden hizaya çekilmesi. Kürt sorunu da başta olmak üzere temel konularda söylem düzeyinde bile görece ileri tavır gösterme cüretinde olmayan, kabul edilebilir makbul bir muhalefet partisine dönüştürülmesi.  

Bu önerme kabul görür mü, Erdoğan, yandaş medyada hatta AKP kulislerinde dahi tartışılan kendisi sonrası tartışmalarının yarattığı “benden vazgeçemezsiniz, devlet benim” paranoyası içinde kimseye güvenmeden dediğim dedik der ve gemileri yakabilir ve ne olursa olsun A planına devam diyebilir. Bu durumun yaratacağı kaos; Öcalan’ın görüşmelerde darbe mekaniği diye dillendirdiği bir süreci tetikleyeceği gibi, tek adam faşizminin tamamen dizginlerinden boşanıp Türkiye halklarını iç savaş benzeri kanlı süreçlere sürükleyebilir. Böylesi sonuçları olan bir hamle en çok Netanyahu’nun işine gelir. (Hem İsrail içinde hem de uluslararası düzeyde yaşadığı sıkışmayı aşmak için yeni bahaneler bulup, uluslararası Yahudi sermayesinin de artık yeter dediği mevcut savaşçı çizgiyi daha da artırarak devam edebilir. Bunun Suriye, Irak ve İran başta olmak üzere tüm Ortadoğu genelinde Filistinliler ve Kürtler başta olmak üzere tüm halkları etkileyen sonuçlarını ayrı bir tartışma konusu olarak başka bir analize bırakalım.)

2 Eylül kararının hemen akşamında Ö. Özel’in “ayın 15’inde miting meydanlarını doldurmakla kalmayıp eve dönmeyiz” sözünde de ifade edildiği üzere, aslında Erdoğan’ın bu hamlesi CHP içi bir meseleyle sınırlı olmaktan öte, tek adam faşizminin yeni bir darbesi olarak değerlendirilmelidir. Eğer ki CHP ve arkasında yer alan toplumsal muhalefet güçleri bu hamleye karşı en azından Özgür Özel’in ifadesindeki gibi bir direniş hattını az çok sürdürmeyi başarırsa, sadece Erdoğan’ın hamlesi boşa düşmekle kalmaz, daha büyük bir kaos oluşabilir.

İşte devletin NATO’cu çizgisi bunun önünü almak için alternatif planları devreye sokmaya çalışıyor. Bahçeli, tarihsel kodlarına uygun olarak NATO’cu çizginin önermesine daha yakın olacağına göre, eğer ki Erdoğan, Devlet Bahçeli’yi dinler ve 2026 sonbaharındaki olası erken seçimlerde yüzde yüz olmasa bile büyük ihtimal yeniden seçilme ihtimaline razı olursa, hem iç siyasette hem İmralı ile kurulan masanın ilk konuşulduğu hızda ve kapsamda olmasa bile devrilmeden devam etmesini hem de bölge genelinde dengelerin altüst olmamasını en azından kısa vadede sağlayacaktır.

Her ne kadar hali hazırda kayyumu kesinkes kabul etmeyeceklerini ve sokağı işaret ederek direneceklerini ifade etse de devlet partisi olması hasebiyle, Özgür Özel teslim olmamış bir görüntü veren böylesi bir geçiş sürecine razı olabilir. Belki Ekrem İmamoğlu başta itiraz edebilir ama onun da 2029 veya 2030 Erdoğan sonrası sıranın kendisine verileceği vaadiyle, ehveni şer diyerek kabul etmesi şaşırtıcı olmaz. En nihayetinde devletin kurucu partisi olarak kurulu nizamın bir parçası olan CHP’nin şu anki yönetimi ve Özgür Özel’in kendisinin devletle ilişkisi ve siyasal cüretinin sınırı bellidir. Ekrem İmamoğlu da Batı’nın Türkiye modelinin aktörüdür, Batı’nın Erdoğan sonrası için hazırladığı yeni Özal’dır, dolayısıyla Erdoğan karşıtlığının da değişim dönüşüm söylemlerinin de sınırı Batı’nın biçtiği gömleğin ötesinde değildir.  

Biz ne yapmalıyız?

Bu noktada bütün bu sesli düşünme tarzı analizlerimizin sonucunda asıl olarak bizlerin yani devrimcilerin, gerçek bir değişimden yana olan toplumsal güçlerin ne yapması gerektiğine gelirsek:

Mao’nun o meşhur “Gökyüzünün altındaki her şey tam bir kaos içinde; durum mükemmel.” sözüne atıfla; Türkiye’nin her geçen gün normal yol ve yöntemlerle yönetilemezliğinin derinleştiği, devleti yönetenlerin on parçaya bölünmüş halde birbiriyle kıyasıya kavgaya tutuştuğu, at izinin it izine karıştığı; açlık ve yoksulluğun her geçen gün daha da yaygınlaşıp derinleştiği, yani sınıfsal çelişkilerin giderek keskinleştiği, kitlelerin mevcut yönetim tarzından, iktidardan memnuniyetsizliğin her geçen gün daha da arttığı bu konjonktürde devrimcilik için her şey her zamankinden daha da mümkündür.

Ancak devrimciler olarak hemen hepimizin, iktidara öfkesi sistem dışına çıkacak düzeyde artan emekçilerle, yoksullarla, kadınlarla, gençlerle ilişkimizin “bağ” düzeyinde dahi tarihimizin belki de en zayıf olduğu bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu yüzden de bırakalım kendiliğinden patlayan veya başka bir yer bulamadığı için CHP’nin arkasında duran toplumsal muhalefete öncülük etmeyi, onunla kalıcı ve samimi bağlar kurmak potansiyelinden de oldukça uzağız. Bu durumun devletin baskıları, sistemin ideolojik-politik aygıtlarının ablukası gibi dışsal sebepleri olduğundan daha çok içsel, yani kendimizden kaynaklı olan sebepleri asıl belirleyici.

Bu içsel sebepleri, hem sınıf çelişkisi başta olmak üzere, toplumun ezici çoğunluğunda biriken devlet sistem karşıtı çelişkileri okuma, kitleleri anlayacak tarihsel, toplumsal ve güncel bakış yetersizliği, yabancılaşma gibi teorik-politik ve ideolojik yetersizlik ve eksiklerimizin yanında, başta gençler olmak üzere, çelişkileri yaşayıp tepki veren kitlelerle eski klasik dışarıdan bilinç aktarma misyonlu, yukarıdan tarzı aşan sahici bağlar kurmayan pratik denemelerimizde görebiliriz. Yine hasbelkader ilişkilendiğimiz kitlelerden öğrenmeyi önemsemeyen, onlarla eyleyip onlarla zamanın, mekânın ruhuna uygun yeni tip örgütlenmeler yaratma cesareti gösteremeyen örgütsel formlarımız ve ilişkilerimiz gibi pratik-politik ve örgütsel-programatik yapısal sorunlar olarak genelleştirebiliriz.

Bu sorunların sebep ve sonuçlarını ayrıntılı analiz edip, çıkış yolları arayan yazılar bu platform başta olmak üzere gerçekçi ve samimi devrimci platformlarda yer aldı. Daha da fazla derinleştirmek, birbirinden öğrenmek, bu tartışmaları ortaklaştırmak pek tabii ki çok önemli. Ama hepsinden önce, sınırlı tartışmalarda bulduklarımızı denemek yani pratiğe geçirerek sınamak gerekli.

İşte Türkiye’nin, Ortadoğu’nun hatta Dünyanın geneli ortada. Her türlü derin tartışmadan öte devrimcilik için tarihin en uygun koşulları var. Tek eksik bu duruma müdahale etme cüreti gösterecek zamanın ve mekânın ruhunu yakalamaya dayalı devrimcilik pratikleri. Hiçbir şey gökten zembille inmeyecek, bir yerlerden havariler gelmeyecek, hiç kimse bize hazır örgütler, hazır pratikler sunmayacak. Başta yeni nesiller olmak üzere zamanın ruhunu kuşanmaya adanmış her yaştan kadro adayları kendi göbeğini kesecek. Önce kendi içlerinde adanmışlar topluluğu olacak ve denemeye başlayacaklar. Tarihte olduğu gibi kazanılacak en ufak mevzi, diş ile tırnak ile kazılacak. Bunun için her şeyden daha fazla cürete ihtiyaç var.

Bu pratiğin, bu denemenin, bu cüretin bugün ve yakın zamanki somut görevi 15 Eylül veya daha öncesinde İmamoğlu/Özel liderliğindeki CHP’nin pratik duruşuyla başlayacak, devrimcilerin kendi dışında gelişen her türlü hareketlenmeye; savrulma korkusunu bir kenara bırakarak, oraya dahil olan kitlelerden öğrenme ve birlikte eyleme, birlikte yaratma niyetiyle, gücü oranında ilişkilenme olmalıdır. Eylemlere katılım derken klasik öncü misyonu ile gidip oradan örgütlenmek yani daha amiyane tabirle kısa vadede “kadro devşirmek” değil, asıl olarak farklı biçim ve gündemlerde sürecek olan bu uzun vadeli kitle hareketlenmesinin örgütünü yaratmak olmalıdır. Bunun için de sürece yönelik politik öngörüler, riskler, fırsatlar, olasılıklar vb. politik değerlendirmeleri ilişkilendiği her toplumsal kesimle aktif bir şekilde tartışıp onlarla, orada yaşanan güncel çelişkilere, dinamiğe, karaktere cevap olacak pratikler içine girmeli, örgütsel varlığını dalgalanan kitleler deryasına yatırmalıdır. Gerçek örgütler, kalıcı mevziler de ancak bu derya ile hemhâl olundukça yaratılacaktır.

Son Gelişmeler Işığında:

Yazı yayınlanmadan hemen önce, Komün Dergi web sayfasının hukuksuz bir yargı kararıyla bir kez daha kapatılması nedeniyle, yayın kurulu mutfağında beklerken sürece ilişkin karşılıklı hamleler yaşandı.

YSK, İstanbul 42. Asliye Hukuk Mahkemesinin kayyum kararını kabul etse de CHP olağan genel kurul süreci kapsamındaki İstanbul ilçe kongrelerinin durduran kararını iptal etti. Böylece aslında İstanbul’a kayyum olarak atanmasına rağmen il binasına gidemeyen Gürsel Tekin’in zamana oynama hamlesi boşa düşmüş oldu. Yine benzer bir şekilde Özgür Özel Başkanlığındaki CHP Merkez Yürütme Kurulu, 21 Eylül 2025 tarihinde Genel Merkez olağanüstü kongre kararı alarak 15 Eylül’de Kılıçdaroğlu göreve getirilse bile onu bir haftada yerinden edecek bir hamle yaptı.

YSK’nın İstanbul kararı ve Özgür Özel’in bu son hamlesine karşı, kayyumla partiyi ele geçirme ve aktif muhalefet çizgisini boşa düşürme hamlesinin boşa düşebileceğini gören Saray ise Gürsel Tekin’e “partiye git” talimatı verdi ve ardından da Tekin’in parti il binasına girişini engelleyen CHP’lileri dağıtmak üzere, 7 Eylül akşamı İstanbul il binasını ablukaya alma kararı aldı aynı anda RTÜK yayın yasakları ve ceza tehditleri, internette de bant daraltma ve erişim engelleri devreye sokuldu.

Bu son hamleye karşı Özgür Özel olayın sadece CHP’ye yönelik bir hamle olmadığını, tek adam faşizminin kendi dışındaki tüm toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye yönelik açık bir müdahalesi olduğunu ilan ederek, sadece CHP’lileri değil demokrasiden yana tüm kişi ve kurumları bu saldırıya karşı ortak direnişe davet etti.

Anlaşılan o ki, Hikmet Çetin veya başka aktörler üzerinden yürütülen ara formül, yumuşak geçiş önermeleri, Erdoğan’ın işine gelmedi. Kendisini oldukça güçsüz gördüğü için (yanında görünenlerin bile onu sırtından bıçaklayacağı bir yalnız/tek kalma hali içinde) her türden burjuva demokrasisine göre bile hukuksuzluk ve aleni polis devleti anlamına gelecek saldırılarını sürdürmekten başka herhangi bir çıkar yolu kalmadığını düşünüyor ki ülke genelinde tüm interneti yavaşlatmayı/askıya almayı ve okulların açıldığı bir günde İstanbul’un bir bölgesini sivil hareketlenmeye kapatacak düzeyde polis ablukasına alarak gözü karartan adımlar atıyor.

Bu son yaşananlar karşısında şurası açıktır ki Özgür Özel ne kadar samimi, İmamoğlu ne kadar direnir tartışmalarından azade olarak, Saray’ın bu saldırısı sadece CHP’ye yönelik bir saldırı değil, tek adam diktatörlüğüne, Erdoğan faşizmine karşı her türden toplumsal muhalefetin topyekûn susturulma, TC’nin burjuva siyaset bağlamında kalmış son hukuk ve demokrasi kırıntılarının zor yoluyla tamamen gasp edilme girişimidir.

Bu saldırı dalgası Erdoğan’ın artık toplumsal meşruiyeti korumayı lüks olarak görüp hukuku göstermelik biçimde dahi önemsemediğini, polis devletinin zor aygıtları olmadan ömrünü sürdüremeyeceğini göstermesi açısından, iktidarın güçsüzlüğünün en net itirafı olarak görülmeli ve bu hamlenin püskürtülmesi sadece İmamoğlu/Özel/CHP değil, hiçbir sınırı kalmayan aleni tek adam faşizminin önünün alınması meselesi olarak değerlendirilmelidir. Erdoğan bu noktada bir şekilde geri püskürtülmediği takdirde, onun için de iktidarını sürdürmenin tek mecburi yolu çıplak devlet ZOR’unu sistematik olarak arttırarak sürdürmek olacaktır. Böylesi bir iktidar gerçeğinin ne içeride Kürtlerle barış ne İmralı ile masa ne de Suriye ve bölgede kurulu nizama uyması beklenemez. Bu çizgiyi aşan bir iktidar için savaş ve şiddet artık var olmanın kaçınılmaz sonucudur.

Bu nedenle, CHP yönetiminin kararından ve ne yapacağından bağımsız olarak, tüm toplumsal muhalefet güçleri bu dalganın geri püskürtülmesi için gelişecek eylem ve etkinliklere var olan gücüyle dahil olmalıdır.

Toplumun bir kısmının şimdilik sosyal medyadan, TV kanallarından izlediği bu kapışma, egemenler cephesinde artık eskisi gibi it dalaşı tarzıyla işlerin yürütülemeyeceği düzeyde çelişkilerin rayından çıktığının kanıtıdır. Fillerin tepiştiği bu kavga sahnesinde emekçiler, halklar, gençler, kadınlar ve tüm ötekileştirilenler kendi sesleri ve renkleriyle müdahil olmazsa her halükarda ezilenler onlar olacak, demokratlar, yurtseverler ve devrimciler olacaktır.

Tarih, böylesi kritik dönemlerde toplumsal dengenin, toplumsal güçlerin mevcut fiziki gücü, yeterli hazırlığı olup olmamasından bağımsız bir şekilde fizikteki moment kuralı gibi doğru yerden etkili bir müdahaleyle değişebildiğine tanıktır. Öyle bir tarihsel kırılma anında olup olmadığımızın gri teorik tartışmalarını yapmak başkalarına kalsın, devrimciler pratiğin yeşilinin cüretiyle kitleler deryasına kendini bırakmalıdır.     

İbrahim Kadri

7 Eylül 2025