Mehmet Aytunç Altay: Faşist rejim yıkılmadan hiçbir temel mesele çözülmez. | Röportaj (Siyasi Haber)

Siyasi Haber’in; Kürt sorunu, yeni süreç ve meclis komisyonuna dair yazarımız Aytunç Altay ile yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

– Komün


Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.

Daha önceki süreçlerin (1993-2013/1) her birini katliamlar izledi. (1993’ün ardından gelen sayısız faili meçhuller ve sınır ötesi operasyonlar- 2015’te ve devamında Kürt kentlerinin havadan ve karadan bombardımanı ve sınır ötesi operasyonlar). Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanmamasında hangi faktörler rol oynadı, bugünün koşullarındaki değişiklikler nelerdir?

Mevcut iktidar ve devlet aklının bir barışa izin vereceğini düşünüyor musunuz?

Kürtlerin savaştan çekilmesiyle, üstelik Kürt sorununun çözümü için hiçbir zahmete girmeden barışın sağlanması mantıken mümkün iken, devletin hâlâ bu kadar tedirgin olmasının nedeni nedir öyleyse?

Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu  propagandası yapmakta. “Ülke tehdit altında” algısı yaratarak muhalefeti susturmaya çalışmakta. Bunun somut göstergeleri nelerdir?

TBMM Komisyonunun kuruluşunu, ismini, bileşimini ve ilan edilen çalışma perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz? Biri gizli olmak üzere toplam beş toplantı yapan Komisyon’un çalışmalarına ilişkin eleştiri, öneri ve değerlendirmeleriniz nelerdir?

Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır?  Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?

Devlet Bahçeli’nin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?  


Sorularınıza tek tek cevap vermek yerine hepsine topluca değinen bir cevabın daha anlaşılır olacağını sanıyoruz:

Mevcut “süreç”le ilgili yapılabilecek ilk tespit, başarılı olabileceği yönünde toplumda yaygın bir güvensizlik ve tereddüt olduğudur. Kürt halkında güçlü bir desteğin yanı sıra bu tereddütlerin sürdüğünü, Türkler arasında ise desteğin daha az, tereddütlerin daha çok olduğunu hem anketlerden anlıyoruz hem de sokakta görüyoruz. Bu durumun Kürt tarafına olan güvensizlikle çok az ilgisi var. Asıl neden, iktidara olan güvensizliktir. Bu da gayet doğal. Seçmen desteğini 2016’dan beri sürekli olarak kaybeden ama buna rağmen her yola başvurarak iktidardan gitmemekte direten, son yerel seçimlerde ikinci parti durumuna düştüğü resmi rakamlarla da doğrulandığı halde, oyunun kurallarına göre erken seçime gitmeyip ülkeyi yönetmeye devam eden ve bütün bu süreçte ekonomiden dış politikaya kadar her konuda halkın güvenini kaybeden bir iktidar var ortada.

Hiçbir konuda artık mevcut siyasi iktidara güvenmeyen kitleler doğal olarak “süreç” konusunda da zerre kadar güven duymuyor iktidara. Acaba “beklediği siyasi çıkarı elde edemezse yine masayı devirecek mi?” ya da “Kürt sorununu çözüyormuş gibi yapıp üçüncü kez Cumhurbaşkanı olmak için Kürtlerin oylarına mı göz dikecek” gibi sorular vatandaşın kafasında dolanıp duruyor.

Kürt tarafına gelince: Uzun süreli halk savaşı stratejisiyle ve bağımsız birleşik Kürdistan hedefiyle onlarca yıl süren ulusal kurtuluş savaşı; askeri olarak kazanamamış olsa da büyük bir Kürt halk iradesini ortaya çıkartmayı başarmış, sonuçta Türkiye parlamentosunda üçüncü büyük siyasi partiyi yaratmıştır. Bugün ne Türkiye egemenleri ne de bölge egemenleri bu gücü dikkate almadan siyaset yapamaz durumdadırlar. Evet, dediğiniz gibi 1993 ve 2013 süreçleri barışla sonuçlanmadı, aksine savaş daha da alevlendi. Ama o zamanlar barış devlet açısından PKK’nin o zamanki stratejik hedefleri doğrultusunda ilerlemesine hizmet edecek diye değerlendiriliyordu ve ilkinde stratejik hedef ulusal kurtuluş, ikincisinde ise yerel özerkliklerdi. Şimdi ise 27 Şubat’taki “Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu”nda ifade edildiği haliyle, bağımsız devlet, federasyon, özerklik gibi taleplerden vazgeçildiği söyleniyor. Sadece Kürt kimliğiyle yasal siyaset yapmak için “demokratik siyaset ve hukuk zemininin hazırlanması” talep ediliyor. Ve bu taleplerle PKK’nin feshi ve silahlı mücadelenin sonlandırılması peşinen gerçekleştiriliyor.

“Demokratik siyaset ve hukuki zeminin hazırlanması” ifadesinden başta Öcalan olmak üzere, PKK kadrolarının ülke içinde yasal, aktif siyaset yapmasının kastedildiği anlaşılıyor. Yani şimdi savaştan tek taraflı çekilen güç devletin zinhar kabul etmediği önceki stratejik hedeflerine şu anda artık sahip değil. Dolayısıyla, taraflardan birinin ulusal kurtuluş stratejisini terk ettiği ve silah bırakıp savaştan çekildiği koşullarda barış pekâlâ sağlanabilir gibi görünüyor. Öte yandan bu, aynı zamanda “Kürt ulusal sorununun çözümü” anlamına asla gelmez. Ulusal sorunun çözümü yüz yıl önce de şimdi de özünde aynıdır: Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yani özgürce kendi kimliğiyle kendini yönetebilmesidir. Bunun siyasal biçimi ister ayrı devlet, ister özerklik, isterse başka bir biçim olsun özü aynıdır; kendi kendini yönetme.

Kürtlerin savaştan çekilmesiyle, üstelik Kürt sorununun çözümü için hiçbir zahmete girmeden barışın sağlanması mantıken mümkün iken, devletin hâlâ bu kadar tedirgin olmasının nedeni nedir öyleyse?

Birincisi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere, 40 yıllık savaş kazanılamamış olsa da savaşın ortaya çıkardığı Kürt halk iradesi devleti ürkütüyor. Devleti ürküten ikinci faktör ise, KÖH’ün Kürdistan’ın diğer parçalarındaki askeri-siyasi gücüdür. KCK modeliyle dört parçada, ayrı ayrı her bir parçanın ihtiyaçlarına göre örgütlenen PKK, Kürt halkının parçalanmışlıktan gelen en büyük talihsizliğini bir avantaja çevirdi. Eskiden Kürtleri dörde bölen devletler kendi aralarındaki rekabette diğer bir parçadaki Kürt örgütünü o parçanın hakim devletine karşı kullanırdı. TC Saddam’a karşı KDP’yi, Esad TC’ye karşı PKK’yi, Irak’a karşı KDP ve YNK’yi vb. desteklerdi. Bu yüzden, parçalardaki Kürt örgütleri arasında husumetler bitmez, yekpare bir ulusal kurtuluş politikası, yekpare bir ulusal birlik hiçbir zaman sağlanamazdı. PKK bu duruma son verdi. Suriye Kürtlerini PYD, Irak’takileri PÇDK, İran’dakileri PJAK önderliğinde örgütledi ve hepsini KCK bünyesinde birleştirerek, her bir parçanın ihtiyacı olan ve yer yer diğer parçalarla çelişen politikaları ve birbiriyle çelişen ittifakları tek merkezden yürütüp koordine eder hale geldi. Suriye’de ABD’yle, Kandil’de İran’la yapılan ittifaklar böyle mümkün hale geldi ve böylece bütün bölge egemenlerini çaresiz bıraktı.

O nedenle, 40 yıllık savaşın sonunda Kürtler askeri konumda kazanamayan taraf olarak bugün masaya oturuyor olsa da, en başta Suriye’de, sonra Irak ve İran topraklarında elde ettikleri askeri ve siyasi güç sayesinde bu defa devlet karşısında hayli güçlüler. Devleti asıl endişelendiren de bu güçtür. O yüzden silahsızlanmanın bütün bu ülkelerde de gerçekleşmesi için ısrar ediyorlar. Ama bunun olmayacağını dünya alem biliyor. Öte yandan, son iki yılda bölgede süren savaşın sonucunda Kürtlerin lehine ortaya çıkan konjonktür de devleti Kürtlerle anlaşmaya zorluyor.

Aslında her şey yeterince açıktır. Bu defaki “süreç”te, Öcalan Kürt ulusal sorununun çözümüne dair bir şey talep etmiyor, genel demokratikleşme ve bu çerçevede başta kendisi olmak üzere feshedilmiş PKK kadrolarına yasal siyaset yapma hakkı istiyor. Ancak yazılı müzakere metinlerinde hiç yer almasa da bu defaki sürecin merkezindeki asıl sorun Rojava’dır. Kürt tarafı açısından bu sürecin başarısının asıl ölçüsü Suriye Kürtlerinin Suriye’de anayasal ve dolayısıyla uluslararası bir statüye kavuşmasıdır. 2014’de Aysel Tuğluk’la görüşmesinde Öcalan “Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin zamanı doldu. Ama Suriye’de 100 bin kişilik bir gerilla ordusu kurmalıyız” diyordu. Bugün geldiğimiz noktada, Suriye’de aşağı yukarı 100 bin kişilik bir gerilla ordusu varlık gösteriyor. Eğer bu güç Suriye’nin merkezi yönetiminde de pay sahibi olarak kendi bölgesinde bir şekilde özerk bir siyasal statü elde ederse, işte o zaman “konfederalizm”in de önü açılır diye düşünmektedir İmralı.

Çünkü er ya da geç Türkiye, -Irak Kürdistan Özerk Bölgesi örneğinde olduğu gibi- bu özerk veya federe yapıyı tanıyacak ve zamanla Bakur ve Rojava Kürdistan arasında bağlar da sıkılaşacaktır. Bu durumda sürecin bu ilk aşamasında kazanım Rojava’da gerçekleşir, Türkiye’de Kürt sorununun çözümüne dair ciddi gelişmeler olmaz; ancak sürecin sonraki aşamalarında Rojava’da kazanılan yasal siyasal statünün Türkiye tarafına yansıması olarak Kuzey Kürdistan’da da kazanımların önü açılır. Yok eğer Suriye’de Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ve yeni ABD Özel Temsilcisi Barrack’ın seslendirdiği “Suriye’de tek devlet, tek millet, tek ordu” çizgisi baskın gelir ve iş Türkiye’nin askeri müdahalesine giderse, bu defaki “çözüm süreci” de başladığı gibi biter.

İşin gerçeği, hem bölgedeki değişen güçler dengesi hem de Suriye’nin toplumsal gerçekliği, “Arap Cumhuriyeti” adıyla bir üniter Suriye devleti için değil, adem-i merkeziyetçi bir Suriye için bugün daha uygundur. Öte yandan HTŞ yönetiminin ne kadar kalıcı olup olmayacağı belli değildir. Şimdiden uluslararası camiada onun yerine Baas’tan “terbiye olmuş” Batıcı bazı isimlerin katılımıyla SDG’nin, laik Sünni Arapların, Dürzi, Alevi ve Hıristiyanların oluşturacağı yeni iktidar formülasyonları tartışılıyor. Türkiye elbette bir SDG özerkliğinin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapacaktır. Ancak şimdiye kadar 13 bin evladını şehit veren Kürtlerin de bu konuda geri adım atması düşünülemez.

Meclis Komisyonu’na gelirsek; adı üzerinde bile tam bir anlaşma olmaması, herkesin muradının başka olduğunu gösteriyor. Başlatılan sürecin başından beri meselenin “Kürt sorunu” olarak değil de “terörsüz Türkiye” olarak anılmasının devamı olarak komisyona da “milli” diye başlayan bir isim konulmuş olması ve bileşenlerinin ağırlıklı olarak “cumhur ittifakı” partilerinden olması elbette ki bir sorundur. Ayrıca büyük iddialarla mecliste böyle bir komisyon kurulmuş olsa da, esasında bu kadar köklü bir sorunun çözüm yerinin başka mecralar olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Nihayetinde mecliste kurulan bu komisyonun da ancak üzerinde daha önce anlaşmaya varılan konularda yasal düzenlemeleri yapmak üzere girişimlerde bulunma ve farklı kesimlerin de görüşlerini alarak gelişmeleri kamuoyuna duyurma gibi bir işlevi olabilir, ki bu da yeteri kadar yapılabilecek mi bilemiyoruz. Komisyonda yer alan partilerden her birinin dinlenmesini istediği kişi ve kurumların sayısının yüzlerce olduğunu ve komisyonun işleyişine dair usul ve esasların belirsiz olduğunu dikkate aldığımızda bu işin uzun bir sürece yayılacağını öngörebiliriz. 

Komisyonun daha ikinci toplantısına İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve MİT başkanının katılmasıyla “milli güvenliği” ilgilendiren konuların konuşulacak olması nedeniyle “gizlilik kararı” alınması ve tutanakların 10 yıl süreyle yayınlanmayacak olması da aslında başlangıçtan beri yapılan vurgularla örtüşmektedir. Burada hem iktidarın komisyon çalışmasının başında kendi askeri-istihbarat gücünü ortaya koyarak tahakkümünü göstermesi hem de soruna güvenlikçi politikalarla yaklaştığını ortaya koyması önemlidir. Başından beri Kürt sorununun varlığının açıkça ortaya konularak tartışılamıyor oluşu ve geçmişte yaşananların yalnızca bir “terör sorunu” olarak değerlendirilmesi ciddi bir sorunken, komisyon başkanının da her defasında bir “terör belası”ndan bahsederek, savaşta ölen askerleri anarken, Kürt tarafından ölen sivillerin dahi anılmıyor oluşu ciddi bir sorundur. Sonuçta bu ülkede onlarca yıldır yaşanan savaşta yalnızca askerler yaşamını yitirmedi, Kürt tarafında bugün “kurucu önder” olarak kabul gören Öcalan’ın liderliğini yaptığı PKK’li binlerce gerilla ile sivil halktan binlerce insan yaşamını yitirdi. Dolayısıyla geçmişte yaşananların üstünün örtülmesi mümkün değildir; çatışmalarda yaşanan savaş suçları ile köy yakmalar, işkence ve infazlar, kayıplar ve faili meçhul cinayetlerle birlikte bütün insanlık suçları gündeme getirilmeli ve tartışılmalıdır.

Ancak bu zamana kadarki süreçte gördük ki devlet asla pazarlık konusu yapılamayacak bir konu olan hasta tutsakların serbest bırakılması konusunda bile somut bir adım atmadı. DEM heyetiyle Adalet Bakanlığı arasında yürütülen onca görüşmeye rağmen, yakın zamanda çıkarılan 10. yargı paketiyle birlikte hasta tutsakların serbest bırakılması yine ATK raporu şartına ve bu olsa dahi “toplum güvenliği için tehlike yaratmama” şartına bağlandı. Böylesine temel insani konularda, ölümcül derecede hastalığı olan, hayati tehlike içindeki insanlara yaklaşımda dahi hala aynı intikamcı anlayışı sürdüren bir zihniyetin değişmesi oldukça zor görünüyor. Bunun yanında yine asgari düzeydeki talepler olarak “Cezaevleri İdare Gözlem Kurulları” tarafından infaz süresi uzatılanların bırakılması ve infaz yasasında bazı değişiklikler olması düşünülebilir ama cezaevlerindeki binlerce siyasi tutsak ne olacak? Ayrıca sürecin başında kamuoyuna deklare edilen “umut hakkı” çerçevesinde Öcalan’ın serbest bırakılarak yasal siyaset yapmaya başlaması Kürt tarafının asıl beklentisidir. Ama bunun için çok ayak sürüyecekleri, hatta “ev hapsi” uygulaması için bile Suriye ve Irak’taki bütün güçlerin silah bırakmasını dayatmaya kalkacakları açıktır.

Öte yandan, Cumhur ittifakı Kürtlere anayasal statü kazandırılmasına şiddetle karşıdır. Bırakalım “statü”yü, anayasada “Kürt” ve “Kürtçe” kelimelerinin geçmesine bile razı değillerdir. Mehmet Uçum ve AKP’li, MHP’li siyasetçiler anayasada “Türk milleti” kavramının herkesi kapsayacak şekilde geçmesinde ısrarlıdır. “Farklı etnik kökenlerden gelse de TC’yi kuran Türkiye halkına ‘Türk milleti’ denir” gibi bir ifadeden ötesine razı olmadıklarını açıklıyorlar. Düşünün ki, Cumartesi anneleriyle birlikte Barış annesi olarak meclise davet edilen bir kayıp yakınının kendi anadilinde konuşmasına dahi izin verilmedi, Kürtçe söylediği sözler tutanaklara “…” şeklinde, üç nokta olarak geçti. Sözüm ona Kürt sorununa çözüm arayan bir komisyonda, Kürtçenin varlığı reddedilerek konuşmacının meramını kendi diliyle anlatmasına bile izin verilmedi. Hal böyleyken, bu komisyondan asıl beklenen “silahlarını bırakanların sivil yaşama dönmesinin sağlanması” gibi temel hukuki, sosyal, siyasi ve askeri düzlemdeki bir soruna nasıl çözüm getirilecek, hep birlikte göreceğiz.

Komisyonun başarısı için demokrasi güçleri ne yapmalı diye sormuştunuz. Asıl sorun şudur: 27 Şubat manifestosunda federasyon, idari özerklik, hatta kültüralist çözümlerin dahi “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadığı” söylendikten sonra, Kürt halkı ve dostları hangi taleplerle ne yapacaktır? Bize göre, Kürt ulusal sorunun çözümü yönünde asgari veya azami her şey yüksek sesle talep edilmelidir. Unutmayalım ki bu defaki “süreç” Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan’a söylediği şu sözlerle başladı: “Bu defa oyunu tek taraflı olarak biz başlatıyoruz. İlk vuruşu biz yapacağız. Ondan sonra bakalım devlet ne yapacak, göreceğiz. Oyunda karşı taraf faul veya hile yapabilir, buna hazır olun.” Böylelikle, sonda yapılması bekleneni ilk başta yaparak, yani PKK’nin feshi ve silahların bırakılması adımını peşinen atarak Öcalan “ilk vuruşu” yaptı. Dolayısıyla egemenlerin ve emperyalizmin “Kürt sorunu çözülmeli ama terör örgütünün varlığı ve silahlar buna engel” mazeretini ortadan kaldırdı. “Şimdi çözüm için devlet ne yapacak, bakalım!”

Ne var ki, bu safhaya geldiğinde devletin yapacaklarını belirlemek devlete mi bırakılacak yoksa halkın mücadelesi bundan sonraki süreçte yapılacak olanları belirleyecek? Devletin çözüme engel saydığı PKK’nin varlığı ve silahlı mücadele sona erdirildikten sonra; açık, legal ve silahsız ama en güçlü kitle mücadelesiyle bütün ulusal taleplerin savunulması gerekmez mi? Anadil, özerklik, federasyon, belediyeler temelinde “komünalizm”, bağımsız devlet dahil her şey. Biz illegalite ve silaha son verildikten sonra bütün ulusal taleplerin, tamam silahsız ve yasal ama en kitlesel, en güçlü şekilde savunulması gerektiğini anlıyoruz. Devletin ne yapacağını görmek değil, göstermek ve yaptırmak. Kürtler bu anlayışla sokağa atıldıklarında Türkiyeli dostlarının destekleyeceğinden emin olabilirler.

Yok eğer “Barışı toplumsallaştıralım”, “barış sürecine izleyici kalmayalım, aktif katılalım” gibi sloganlarla kimin neye katılacağının belli olmadığı, herkesin bir araya gelip salon toplantılarında birbirine “izleyici olmayalım, katılalım” dediği mevcut durumla kalırsa, elbette milyonlar da İmralı görüşmelerini veya Komisyonu izlemekle kalır. Seyirci olmayalım denilip durularak seyirci olunur. İdari, siyasi özerklik talep edilmiyorsa bile hiç olmazsa vatandaşlığı formüle eden bir 66. Madde için, anadilde eğitimi engelleyen bir 42. Madde için Kürtler ayakta olmalıdır. En azından partisine ve belediyelere yönelik süreklilik halini alan operasyonlarla kendi varlık koşulları için cebelleşen CHP kadar sokakta olmalıdırlar.

Sonuç olarak, parlamenter faşizmden Hitler tipi totaliter bir faşizme doğru evrilen Türkiye’nin rejimi ve onun temsilcisi mevcut iktidar yıkılmadan geçici bir Kürt barışı belki olur ama Kürt sorunu hiçbir biçimde çözülmez. Son iki yıldır bölge dengelerinin altüst oluşuyla devlet açısından ortaya çıkan “beka” ve “güvenlik” kaygısı ve öte taraftan Kürtler açısından ortaya çıkan avantajlı konjonktür her iki tarafı bir araya getirmiş olabilir. Öcalan bölgenin yeni dengelerinde İsrail’e dayanarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulabileceğini ama bunun astarı yüzünden pahalı bir Pirus zaferi olacağını söylüyor. 1. Dünya Savaşı koşullarında Batı ülkeleri tarafından teşvik edilip sonra ortada bırakılan Ermenileri hatırlatıyor, Kürtlerin özgürlüğü kadar güvenliğinin de önemli olduğunu vurguluyor ve bu kargaşalı konjonktürde bazı Kürt haklarını tanıyan bir Türkiye ile “ittifak”ın daha hayırlı olacağı sonucuna varıyor. Devletin de bölgesel altüst oluşun yarattığı riskler ortamında “Madem ki Kürtler bağımsız devlet istemekten vazgeçti, bu şartlarda Kürtlerle ittifaktan başka çare yok” diye düşündüğü anlaşılıyor.

Bu karşılıklı ihtiyaçlar dönemsel ve taktik ihtiyaçlardır. Bu zorunluluklar temelinde Kürt sorununa nihai bir çözüm olmadan da totaliter faşist bir iktidarla taktik ihtiyaçların ürünü bir barış pekâlâ olabilir. Ama bu, ulusal sorunun çözümü temelinde nihai bir barış olmaz. Franko faşizmi altında Katalan veya Bask sorunu nasıl çözülemediyse, Cumhur İttifakı faşizmi varken de Kürt sorunu çözülmez. Kürt sorunu doğası gereği, yüz yıllık faşizmin yıkılmasını gerektiren “devrimci” bir sorundur.

Özetle, Kürtlerin kendi kimliği ile kendilerini yönetme hakkına kavuşmasından başka bir çözümü yoktur. Faşizmin ikiyüzlü ve yarım reformlarıyla bu sorun çözülmez. Aksine, bu tür aldatmacalar daha riskli gelişmelerin kapısını açabilir. Osmanlı’dan bu yana ne zaman ki ulusal sorunlarda göstermelik, yarım reformlar yapılmaya kalkışıldıysa, ardından daha sert çatışmalar geldi. Tanzimatta Müslümanlarla Hıristiyanlar eşit olacak denildi, 1856’da Islahat Fermanı, 1876’da Bulgarlara reform denildi, peşinden Bulgaristan’da büyük katliamlar geldi. 1895’te Abdülhamit “Ermeni reformu” ilan etti, peşinden katliam geldi.1908’de İttihat ve Terakki Ermenilere 6 vilayette özerklik vaat etti, arkasından soykırım geldi.

Sonuç itibariyle, “güvenlik” ve “beka” kaygılarıyla verilecek göstermelik yarım tavizlerle Kürt sorunu çözülmez. Türklerle tam hak eşitliği temelinde, Türkler gibi kendini yönetme şartıyla özgür birlik veya özgürce ayrılıkla çözülür. KÖH artık “Demokratik Cumhuriyet” çatısı altında ortak vatanda birlikte yaşamı savunduğuna göre, buna kalıcı hukuki anayasal biçimler vermek gerekir.

Şu anda olan şey, güvenlik ve istihbarat birimlerinin siyasi iktidarı zorlamasıyla konjonktürel mecburiyetlerden doğan bir süreç olarak görünüyor. Başlatıcısının Bahçeli olması da zaten bunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise daha ziyade kendi siyasal iktidarının devamı açısından soruna baktığı anlaşılıyor. KÖH ise mevcut konjonktürün ortaya çıkardığı fırsat ve kozları en iyi biçimde kullanarak bu süreçte mevzi kazanmaya gayret ediyor.

Kalıcı yasal ve anayasal temellere kavuşturulmadıkça, Kürt mücadelesine verilecek yarım tavizlerin hiçbir güvencesi yoktur. Yakın tarihteki örneklerini verdiğimiz gibi tam aksine daha sert çatışmaların zeminini döşeyebilir böyle şeyler.

Komisyondan devam edersek, CHP’nin komisyona katılmış olması, KÖH açısından şanstır. Özgür Özel’in “Kürtler sorun var dediği sürece Kürt sorunu vardır” sözünü Kürtler haliyle, Kürt sorununun ileride varacağı aşama için de bugünden verilmiş ucu açık bir teminat olarak anlamak ister. Tek adam faşizminden en fazla mağdur olan iki parti, DEM ve CHP kent uzlaşmasını yeni dönemde pekâlâ “demokratik ittifak” biçiminde sürdürebilir. Eski CHP yönetimleri gibi bu yönetim de devletin istihbarat ve güvenlik aygıtı tarafından kıskıvrak ele geçirilmeden önce, KÖH CHP’nin barındırdığı demokratik, antifaşist potansiyeli sonuna kadar değerlendirmelidir. Kürdistan’da ve Türkiye’de kayyumlara ve halk iradesine karşı girişilen yargı maskeli saldırılara karşı bütün antifaşist güçlerle birlikte ortak mücadele, ilk elden en temel ittifak zeminidir. Aynı zamanda müzakere ve mücadelenin birlikte yürütülmesinin bir biçimidir bu.

Bu iktidar koalisyonu -şaibesiz ve hilesiz olabilirse- ilk seçimde devrilecektir. Seçmenin değişen iradesini yansıtmayan bu mecliste ciddi bir anayasa tartışması yapılamaz. Kaldı ki DEM hariç, CHP ve diğer partiler de bu mecliste yapılacak bir anayasa değişikliğine soğuk duruyor. Dolayısıyla komisyonda gündeme gelecek anayasa değişikliğini ilgilendiren tartışmalar da ancak yapılacak seçimlerden sonraki mecliste semeresini verir. Şu andaki anayasal sistemin temeli olan ve yasama, yürütme (ve nihayet yargıyı da) tek kişide birleştiren bu totaliter, otokratik faşist rejim yıkılmadan Kürt meselesi dahil hiçbir temel mesele çözülmez.

Son olarak sormamış olsanız da bir noktaya değinme gereği duyuyoruz. Sürecin Bahçeli tarafından kamuoyuna açılmasından beri, Cumhur İttifakı içinde AKP ile MHP arasında yapılacak Kürt reformları ve CHP’ye operasyonlar konusunda görüş ayrılıkları olduğu tevatürü dolaşıp duruyor. Tarafların Sinan Ateş cinayeti, yüksek yargıdaki makamların paylaşılması, kara para olayları gibi konularda rekabet ve çelişki yaşadığını kamuoyu biliyor zaten. Ama silahların yakılmasının ertesi günü Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak sürece açıkça sahip çıktığından beri Kürt meselesine dair bir ayrılıkları olup olmadığı bilinmiyor. Keza CHP belediyelerine yönelik saldırılar konusunda da bir ayrılık mı var belli değil. Nihayetinde “Türkiye bu davalardan bir an evvel kurtulmalıdır” diyen Bahçeli aynı zamanda CHP belediye başkanlarını hırsızlıkla suçlayan Bahçeli’dir.

Bu bakımdan antifaşist muhalefetin Cumhur İttifakındaki gerçek veya muhayyel görüş farklılıklarını köpürten medya haberlerine aldırmadan, Cumhur İttifakını bir bütün kabul ederek siyaset yapması doğru olandır. Kaldı ki Bahçeli iktidarın bütün icraatlarından birinci derecede sorumludur; çünkü “Madem Erdoğan anayasaya uymuyor o halde anayasayı ona uyduralım” diyerek, şimdiki “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen ucube sistemi halkın başına bela eden kişidir ve bu yüzden her şeyden sorumludur. Dolayısıyla, herkesin beklenti içinde olduğu şu “çözüm” sürecinde, iktidar kulislerinden medyaya fısıldanan “MHP istiyor ama AKP razı değil” gibisinden kafa karıştırıcı suflelere, DEM’in özellikle kulak vermemesi gerekir. İktidar kulislerindeki iç tartışmaları, karanlık devlet koridorlarında ne olup bittiğini bilemeyiz, bilmemiz de gerekmez. Bizim ölçümüz devletin nihai icraatı olmalıdır. Buna bakmalıyız. Bu açıdan baktığımızda, PKK kendini feshettiğinden ve silahları imha ettiğinden beri halen devletten gelen hiçbir olumlu karşılık yoktur.


Kaynak: Siyasi Haber