YENİ DÜNYA DÜZENİNDEN, ÇOK DAHA YENİ BİR DÜNYA DÜZENİNE!
GENİŞLEMEDEN GERİLEMEYE EMPERYALİZMİN SON 20 YILI
Kriz olgusu
Gazze soykırımı, Trump‘ın seçimi kazanması ve ticaret hadlerini yükseltmesi, Rusya-Ukrayna savaşına direkt el atması, Suriye’de Esad iktidarının çökmesi ve HTŞ’nin yönetimi devralması, Avrupa’da neo- faşizmin yükselmesi, Pakistan-Hindistan çatışması, FED ’in faiz artırma kararları, Türkiye’de 19 Mart operasyonu ardından gelişen gençlik eylemleri, PKK’nin kongresini toplayarak silahlı mücadeleye son verdiğini, kendini fesih ettiğini duyurması, Ukrayna’nın Rusya derinliklerine dron saldırısı, İsrail’in İran saldırısı…
Geçmişte bu tür olayların herhangi biri olsa piyasalar derinden etkilenir ve bu etki uzunca bir süre devam ederdi. Şimdi neden böylesi bir etki oluşmuyor? Çünkü şimdiki emperyalizm, krizlere karşı bağışıklık kazanmış, krizlere karşı yeni savunma mekanizmaları oluşturmuş, hatta “kriz sever” bir emperyalizmdir. Her kriz halkı daha fazla yoksullaştırırken, tekel dışı sermaye kesimlerini yutuyor, krizden kaynaklı satışa çıkan gayrimenkul, işletme ve rant alanlarını ucuza kapatarak genişleme olanaklarının önünü sonuna kadar açıyor. Yani kriz bazen peşi sıra sermaye sınıflarının en iri kesimleri için ciddi bir itici kuvvete dönüşebiliyor. Kapitalizmin ekonomik-siyasi krizleri eskisinden daha iyi tolere edip yönetmesinin üç nedeni var:
İlki ve en önemli nedeni dalgalı kur rejimi ve sermaye hareketlerinin (paranın dolaşımı) serbest bırakılmasıdır. Dijital teknolojinin de gelişimiyle sermaye çok kısa sürede bütün dünyada tur atabilmektedir. Yeni finansal algoritma programları paranın krizin çıktığı bölgeden hızla kaçmasını sağlamaktadır. Panik yatışıp her şey normale döndüğünde sermaye kaçtığı bölgeye aynı hızda geri dönebiliyor artık. Ya da elindeki teknolojik imkânlar son ana kadar beklemesini sağladığı için krizin hafif geçeceği anlaşılırsa piyasada kalabiliyor.
İkinci neden, krizlerin son yıllarda aynı anda ya da peş peşe yaşanmış olması, (çoklu kriz) sermaye sınıfında geçmişteki gibi panik ve korku yerine ihtiyatla bekleme ve kanıksama refleksini geliştirmiştir. Ekonomik-siyasi krizler hatta savaş durumları dahi geçmişte sermaye sınıfı için birer korku tüneli iken bugün bu tünelin içinden daha önce çokça geçtikleri için belli bir bağışıklık kazanmışlardır.
Örneğin 2008 mali kriziyle pandeminin birleştiği, nerdeyse çakıştığı noktada kapitalist tekeller ciddi bir karamsarlığa düştüklerinde, kısa bir süre sonra pandeminin aslında ekonomik krizi katlayan değil, onun yaralarını saracak bir ortam doğurduğunu gördüler. Devletlerin salgında sermaye sınıfına sunduğu işçi primlerinin yarıya indirilmesi, evden çalışma, uluslararası ticarette vergi indirimleri, stokların eritilmesi, hijyen ürünleri üzerinden vurgunlar yapılmasına göz yumulması, gıda ve market endüstrisinin desteklenmesi, maaşların dondurulması, tüketici ve ev kredilerinin musluklarının sonuna kadar açılması tüm bunlar sermaye sınıfının beklemediği oranlarda karlılık sağlamasını beraberinde getirmiştir.
Son neden, dünyadaki toplam sermaye birikimindeki likidite artışıdır. FED, İMF, İngiltere Merkez Bankası, Avrupa Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası, yarattıkları ortak ekonomi politikalarla dünya ekonomik panoramasına geçmişe göre çok daha fazla hâkimdirler. Risk analizleri, kriz bölgelerini yakından takip etmeleri, krizleri önceden tahmin eden algoritmaları ve yüksek getiri alanlarını tespit etmeleriyle büyük bir likidite fazlalığı yaratmışlardır. Karlılık alanları, sermayenin geri çekilmesini gerektiren durumlar, faiz ve enflasyon arasındaki değişkenliğin sermaye lehine düzenlenmesi, risklerin ne zaman realize olacağı vb. parametreleri önceden çok iyi tespit edip yönetmeleri, günümüz emperyalizminin yukarıda sayılan kurumlar şahsında parasal bir imparatorluk kurduğunun göstergesidir. Bir ara kullanımda olan “kolektif emperyalizm” kavramını en kristalize şekilde bu kurumlarda görmek mümkündür. Kolektif emperyalizmin baronları, parayı dünyada dolaştırıp duruyorlar. Bir istasyonda durup gayrimenkul yatırımı yapıyor, faiz oranlarının çok düşük olduğu başka bir istasyondan fonlar alıp faizlerin yüksek olduğu diğer bir istasyonda bunları satıyorlar.
Sayılan bu üç neden kuralsızlığın kural olduğu bir dünyada, krizlere çok aldırmadan kendini onlardan soyutlayarak yoluna devam ediyor. Buna kimi iktisatçılar “piyasanın yaşamdan ayrışması” diyorlar. Piyasa yaşamdan ayrışsa da, kuş bakışı baktığı dünyanın altında yaşayan emekçi sınıflar ve ezilen halkların talepleri karşısında içinde yaşadığı sırça sarayın çok dayanıklı olmadığı ortadadır. Geçmişte insanlar, 20.yüzyılın son çeyreğine kadar toplumsal meselelerle çok daha fazla ilgiliyken uzunca bir dönem, son 30 yıldır, meselelere sırf kendi çıkarları açısından baktılar, dünyanın tüm şehirleri ve köylerinde “her koyun kendi bacağından asılır” bencilliği temel bir insan karakteri oldu. Ama bugünlerde yaşanan sonu belirsiz savaşlar, bir yılda hisseleri 10 kat, 100 kat değil 1000 kat artan kapitalist şirketler gerçeği, bu tröstlerin tüm işçilerine verdikleri toplam maaştan daha fazla maaş alan CEO’lar gerçeği, sadece 2024 yılında doğal afetler ve savaşlar nedeniyle 90 milyon insanın ülkesini terk etmesi, bu anlamda mülteci halkların nerdeyse dünyanın yeni bir ulusu olması, petrol ve doğal gazdan sonra yeni bir savaş gerekçesi olarak ortaya çıkan “kıymetli madenler” ve buzul coğrafyaların derinlikleri kapitalistlerin bunca zenginliği korumak için şehirlerden kaçarak kendi gizli malikanelerine saklanması dünyayı gün be gün paradigma değişimine, toplumsal dönüşümlerin zorunluğuna doğru koşar adım ilerletiyor. Bu öyle bir koşu ki, dünyanın kritik bölgelerinden birinde gerçekleşecek “yeni bir devrimci alt üst oluş ”un hızla en yakın komşularından başlayarak enternasyonalize olması içten bile değildir.
Kapitalizmin krizleri
Kapitalizmin ilk büyük krizi / “Uzun depresyon”- 1873
Nassau Caddesi 20 nolu adreste bulunan Fourth National Bank‘a koşanlar.
(Manhattan, New York, 4 Ekim 1873 tarihli Frank Leslie’s Weekly gazetesinin özel eki)
İlk kriz “uzun depresyon” adıyla anılan ve 1873’de başlayıp 1896’ya kadar uzanan, hatta bazı yorumculara göre birinci cihan harbine neden olacak kadar uzun süren krizdir. 1873 yılında Viyana Borsasının çöküşüyle başlayan kriz tüm Avrupa’yı sarmıştır. Bunun yanı sıra, Fransa-Prusya savaşından yenik çıkan Fransa’nın Almanya’ya büyük bir savaş tazminatı ödemek zorunda kalması ve bu dönemde ABD’nin para politikasını altına endekslemesi de “uzun depresyon” u tetikleyen diğer faktörlerdir. Uzun depresyon 1914’de çıkan birinci cihan harbine kadar sürmüştür.
1881’de Osmanlı İmparatorluğunda Düyun-u Umumiye ’nin kurulma nedeni de Avrupa devletlerinin yaşadıkları krizle doğrudan bağlantılıdır. Avrupalı emperyalistler yaşadıkları ekonomik depresyon sonucu Osmanlı’dan alacaklarını tahsil edebilmek için bu kurumu kurmuşlardır. Osmanlı 1854 yılında Kırım Savaşında aldığı büyük yenilgi ve peşi sıra Anadolu’da meydana gelen büyük kuraklık sonucu, bu iki olay onu Avrupa’dan sürekli borç alır duruma düşmüştür.
Kapitalizmin ikinci büyük krizi/ “Büyük bunalım”-1929
Birinci cihan harbinden önce ülkelerin paraları altın standardına bağlıydı. Yani kâğıt para altın karşılığı basılıyor ve dolayısıyla döviz kuru da altın kuru üzerinden oluşuyordu. Dünya savaşı çıktıktan sonra paraya şiddetle ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri altın standardını terk ederek karşılıksız para basmaya başladılar. Karşılıksız para basmak demek, enflasyonun hızla artışı demektir. Avrupa’nın paralarının karşılıksız kalması altınlarını ABD bankalarına yollamalarına neden oldu. Böylece dünya finans merkezi Londra’dan New York’a kaymış oldu. Bu dönemde dünyadaki altın rezervinin yüzde 40’ı ABD’de toplandı. ABD’de biriken bu büyük servet büyük bir ekonomik sıçramaya neden oldu. Ancak bu sıçramanın (bolluk ve zenginleşme) akabinde ABD’de fiyatların hızla düşmesi, Amerikan tekelleri ve borsada ciddi bir krize neden olmuştur. Çünkü düşük fiyat ortamında tüketiciler fiyatların daha da düşeceğini düşünerek hem birikim yapmaya hem de alımlarını geciktirmeye başlamışlardır. Bunun karşısında kapitalist tröstlerin karlılığı düşmüş, birbirleri arasındaki rekabet artmış ve peş peşe iflaslar başlamıştır. Beraberinde ekonomide durgunluk ve toplu tenkisatlarla ciddi bir işsizlik baş göstermiştir. ABD’de gelişen bu duruma deflasyon (para kısıtlaması) denilmektedir. Deflasyon, genel fiyat seviyesinin belirli bir zaman aralığında sürekli olarak düşmesi anlamına gelir. Enflasyonun tersidir. Enflasyonda fiyatlar artarken, deflasyonda fiyatlar düşer. Bu durum, mal ve hizmetlerin ucuzlaması olarak görülebilir.
Büyük Buhranı sona erdiren 2. Cihan Harbi oldu. Savaş New Deal’in ( Yeni Düzen: Başkan Franklin D. Roosevelt tarafından 1933 ve 1938 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde 1929’da başlayan Büyük Buhrana yanıt olarak yürürlüğe konulan bir dizi kapsamlı ekonomik, sosyal ve politik reformdur.) yapmak istediği şeyi başardı. İşsizliği ortadan kaldırdı, fabrikalar tam kapasite ile çalışmaya başladı. Halk milli savunma tahvillerine hücum etti. Yaşanan tam da Keynesyen bir dönemdi. Savaş sonrası o güne kadar çok kısıtlı verilen konut ve otomobil kredilerinin de önü açıldı. 1945-1970 arası dönem ABD’ye refah getirdi.
2.Dünya savaşından sonra ise sosyalizme karşı kapitalizmin “sosyal devlet” politikaları uygulamak zorunda kalması onu 1970’ li yıllara kadar idare etse de bu dönemden sonra özellikle 1973’deki Arap-İsrail savaşında OPEC ülkelerinin ABD’ye petrol satışını durdurması Keynesyen dönemin kırılmasının ilk ciddi belirtisiydi. Çift hanelere ulaşan enflasyon, faizlerde ciddi artış ve kitlesel işsizliğin ardından Martin Luther King ve Kennedy suikastleri bu dönemi sonlandıran son olaylar olmuştur. Jimmy Carter başkanlığında Keynesyen ekonomi politikalara son verilmiştir. Reagan ve Thatcher şahsında neo-liberal politikaların ilk görüngüleri ortaya çıkmaya başlamıştır. “Başka alternatif yok” “Toplum diye bir şey yok” tezlerinin yükselmeye başladığı bu dönemde Avrupa işçi sınıfına yönelik büyük bir saldırıya şahit olundu.
Kapitalizmin üçüncü büyük krizi / “Küresel kriz” (Büyük durgunluk) 2008
ABD’deki mortgage (ipotek) piyasası yaklaşık 10 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşmış ve bu haliyle dünyanın en büyük piyasası olmuştu. Ebette vahşi kapitalizmde bu denli büyük bir meblağın üzerinde akbabalar eksik olmayacaktı! Ahlaksızlıktan cesaret alan açgözlü kapitalistler bu 10 trilyon doları ABD ve FED ’in gözlerinin içine baka baka iç ettiler. Finansallaşan kapitalizm reel ekonomi ve üretimden kopmuş, yarattığı sanal bir ekonomi dünyası üzerinden üçü beş göstermiş, olmayan parayla olmayan varlıkları satın almayı özendirmiştir.
Bankaların işletmelere fon sağlayamaması ve ev sahiplerinin borç alıp harcamak yerine borçlarını ödemeleri kombinasyonu, ABD’de Aralık 2007’de başlayan ve Haziran 2009’a kadar süren ve böylece 19 ay süren Büyük Durgunluğa yol açtı. Sonlanması ancak 2012’yi buldu
Durgunluk dünya çapında eşit olarak hissedilmedi; dünyanın gelişmiş ekonomilerinin çoğu, özellikle Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avrupa’da, ciddi ve uzun süreli bir durgunluk görülürken, bu dönemde ekonomileri önemli ölçüde büyüyen Çin, Hindistan ve Endonezya gibi ülkeler çok daha az zarar gördü.
Durgunluk ve enflasyonun bir arada yaşandığı bir süreç oldu. Bunu bir tür stagflasyon olarak adlandırabiliriz. Stagflasyonun ekonomide etkisi durgunluk ve enflasyonun aynı anda oluşmasıyla ortaya çıkar. Ülke ekonomisinde stagflasyon (durgunluk – şişkinlik) yaşandığında işsizlik artar ve fiyatlar yükselir. Bununla birlikte tüketicilerin alım gücü düştüğü için enflasyondaki artışta bir azalma olmaz.
Birçok ekonomist küresel krizin temel nedeninin merkez bankalarının denetiminden çıkan, buna göz yumulan “gölge bankacılıktan” yani mevduat dışı bankacılık yapan yatırım şirketlerinden kaynakladığı konusunda anlaşmışlardır. Bu büyük finans şirketleri gerçekleştirdikleri kredi, sigorta, ipotek oyunları ve sahtekârlıklarıyla çöküşte başrol oynamışlardır. Bu emperyalist kapitalizmin giderek gerçek üretimden kopuşarak çok kolay para kazanacağını düşündüğü finansallaşmaya yönelmesiyle ilgilidir.
2008’deki ABD merkezli 10 trilyon dolarlık mortgage (ipotek) krizi ile başlayan, 2013’e kadar süren mali kriz, emperyalizme hiçbir şeyin önceden tasarlandığı biçimde gerçekleşmeyeceğinin çok sert bir tokatı olarak tarihe geçti. Birçok ekonomist krizin nedenleri konusunda çeşitli tezler sunsa da çözümüne ilişkin bugüne kadar geçerli bir analizi ortaya seremediler. Çünkü krizlerin kapitalizme içsel, onun yapısal bir ürünü olduğunu kabul etmiyorlar. “Bırakınız yapsınlar” (Laisez- Fair) deyip bunun belli sürelerle krize neden olacağını bilmemek elbette söz konusu olamaz! Emperyalizm 1929 “büyük depresyon” adı verilen krizden model değiştirerek, Keynesyen modele geçerek kendini kurtarmıştı. Devlet ekonomiye aktif müdahale etmişti. Ama 1960-70’lerde yeniden klasik Laisez fair politikasına dönüldü. Çünkü kapitalist para babaları kuralların gevşetildiği, denetimlerin göz ardı edildiği bu sistemde çok daha büyük kazançlar sağlıyorlardı. 2008’in temelinde de bu vardır. Kamu bankaları ile iş yapan yatırım ve sigorta şirketlerinin inşaat, emlak ve düşük krediler üzerinden devletin hiçbir denetimi olmadan yaptıkları sahtekârlıklar, borsa ve para oyunlarıyla çıkmış bir krizdir.
Artık Batı’da tartışılan küreselleşmenin gerilemesidir. Küreselleşme artık, “mümkün olmayanı sürdürme çaresizliği” içine girmiştir. Emperyalist küreselleşmenin içine girdiği yeni dönemin içeriği budur. Emperyalist kapitalist politikaların düğümleri çözemediğini, mevcut çelişki ve çatışmaların sadece form ve biçim değiştirdiğini görüyoruz.
İçinde bulunduğumuz dönem / Genişlemeden gerilemeye
1873 tarihli Uzun Depresyon, merkantilizmden sanayi kapitalizmine geçişin sancıları sonucunda çıkmıştır.
1929 tarihli Büyük Depresyon ticaretin bütün dünyada serbestleştiği ve finansal kapitalizme geçiş aşamasının yaşandığı bir dönemde çıkmıştı.
2008 Küresel Krizi ise kapitalizmin küreselleşmesinin ardından çıktı.
Genişleme (1990- 2005) ve durgunluk döneminden (2008- 2012) sonra yeniden genişlemeye yönelen emperyalist kapitalizmin bu son sürecini savaşlar eşliğinde kotarmak istediği netleşmiştir. Biz bunu özünde bir “gerileme” dönemi olarak görüyoruz.
Küresel kapitalizmin son 20 yılı, özellikle 2008 finansal krizi ile Pandeminin birleşik etkisiyle başlayan olaylar dizisi; Rusya-Ukrayna savaşı, Gazze Soykırımı, Suriye’nin HTŞ eliyle ABD-İsrail hegemonyasına bağlanması ve İsrail’in İran saldırısı kendi içinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Trump ’ın Ukrayna savaşında Avrupa politikaların galebe çalıp, Rusya’nın Ukrayna işgali ile elde ettiği topraklar lehine bir anlaşmayı dikte etmesi. Sonra “Rusya tüm Ukrayna’yı istiyor “ diyerek bundan çark etmesi. En son Ukrayna’nın Rusya derinliklerine beklenmedik, başarılı dron saldırısının dolaylı bir sonucu olarak ABD’nin bu meselede yüzünü tekrar Avrupa’ya dönmesi… Saldırıyı dolaylı olarak Ukrayna savaşında Avrupa’nın dışlanma girişimine karşı ABD’ye verilmiş bir gözdağı olarak ta okuyabiliriz.
Rusya-Ukrayna savaşının Avrupa’da neo-faşizmi yükseltmesi.
Avrupa’nın kendi güvenlik ve savunma mimarisine dönmeyi tartışmaya başlaması, bunun için milyarlarca Euro fon ayırması.
Trump’ın Suudilerle 142 milyar doları silah satışı olmak üzere toplamda 600 milyar dolarlık anlaşma yaptığı Riyad ziyareti sonrası Suudilerin İbrahim anlaşmalarına bir adım daha yaklaşmasıyla İsrail’in kuruluşundan beri hayalini kurduğu bölgedeki meşruluğunu pekiştirmesi. Suudilerle yapılan rekor meblağdaki anlaşma ile ABD’deki hemen tüm dijital platform sahiplerinin Riyad’a davet edilmesi (Elon Musk ve Tesla, Nvidia, Citi, Open AI, Black Rock, AMD vb.) sadece küresel krizden çıkış değil, yeni döneme kapitalist tekelleri dâhil ederek daha güçlü girme stratejisi olarak görülmelidir.
İsrail’in Gazze, Suriye ve Lübnan savaşları ile İran’ın yalnızlaştırılması ve sonunda İran savaşı için ABD’yi ikna etmesi ve 13 Haziran’da savaşı başlatması.
Suriye’nin düşüşü ile Rojava ’nın bölgede demokratik bir merkez haline gelmesi, İmralı görüşmeleri ve PKK’nin 12. Kongresi ile sadece Kuzey Kürdistan’da değil tüm Kürdistan’da yeni bir sürece girilmesi.
HTŞ’nin Trump’ın Riyad ziyaret sonrası giderek ABD-İsrail eksenine oturan bir rejime dönüşmesi. TC’nin de PKK’nin silahsızlanma kararından sonra bu ekseni tartışmasız kabul etmesi. (Erdoğan 14 Mayıs’taki haftalık meclis konuşmasında defalarca “dostum” diyerek Trump’a saygılarını sunması)
Bu dönemin özelliği, emperyalizmin 2008 den sonra içine girdiği küresel mali krizi ve resesyonu kritik-jeopolitik bölgelerdeki hibrit savaşlar silsilesi ve ekonomide ise ticaret hadleriyle oynayarak, onu adeta bir savaş aracına dönüştürerek – onu yeni bir ekonomik model haline getirmeden- aşma girişimidir. Emperyalizmin politik-mali girişimlerini askeri saldırılarla pekiştirerek daha hızlı yol almak istediği, hem küresel kapitalist krizin yaralarını sarma hem de ittifaklarını daha fazla kendi stratejisine bağlama dönemidir bu.
500 yıllık Batı merkezli dünyanın sonu
Emperyalizm reel sosyalizmin çözülüşünün ilk 10 yılında sömürü oranları ve kar maksimizasyonunu o kadar artırdı, o kadar kuralsızlaştırdı ki, hatırlarsanız 2000 yılından sonra ortada hiçbir ciddi emare olmamasına karşın “ayaklanmalar çağı” belirlemesinde bulundu. Bu kadar baskı ve sömürü karşısında halkların bir şekilde tepki vereceğini hesap etmişlerdi. Asıl amaç olası ayaklanmaların çok çığırından çıkmadan ve kendi kontrolleri dahilinde önleminin alınmasıydı. Ardından kısa bir süre sonra başta emperyalist metropollerde olmak üzere dünyanın çeşitli başkentlerinde hükümet karşıtı ayaklanmalar, meydan işgalleri ve küreselleşme karşıtı gösteriler başladı. Bu gerçekçi öngörüyü elbette boşuna yapmamışlardı. Böylece mevcut muhalif potansiyeli gözlemleyerek 21.yüzyılın güvenlik ve savunma stratejilerini yeniden dizayn ettiler.
Metropollerdeki çatışmaları başta belli oranda tolere ettiler, peşinden bu dinamiği “İslam”, “terör” ve “mülteciler” gibi yeni düşmanlar icat ederek yönünü saptırmayı başardılar. Latin Amerika’da ayaklanmalar kısmen daha başarılı sonuçlanırken, Mısır, Fas, Tunus, Libya, Suriye, Lübnan ve Sudan’daki halk isyanları (Arap Baharı 2010-2012) ile Türkiye’deki Gezi isyanı başta umut vermelerine rağmen beklentileri karşılayamamış, mevcut hükümetlerin çok daha gerici ya da diktatoryal rejimlere dönüşmesine neden olmuştur. Bu ülkeler Cezayir dışında rejimlerini isyanlar vasıtasıyla emperyalizm lehine restore ettiler. Böylece emperyalizm sosyalizmin çözülüşünden sonra yakaladığı genişleme döneminin sonunun geldiğini anladığı anda bunu sürdürmek için çok iyi düşünülmüş ikinci genişleme hamlesini yaparak sıkışmışlığını aşmaya çalıştı.
Reel sosyalizm çözüldükten sonra ilan edilen “yenidünya düzeni” nin muhtevası dikensiz gül bahçesine dönmüş yeni kapitalist devletlerin alabildiğine sömürüsü, rejimlerinin emperyalist kapitalist işbirlikçiler eli ile kendilerine bağlanması idi. Bu dönem 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırılarıyla sona ermiştir. Küreselleşmenin bu ilk safhası daha çok Doğu Avrupa- Rusya merkezlidir. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısıyla başlayan ikinci safhada ön plana çıkan, “Terörizmle Savaş” stratejisiyle enerji ve enerji yollarında yer alan devletlerin istikrarsızlaştırılması üzerinden bu bölgelerde egemenlik kurmaktı. Irak ve Afganistan savaşlarında askeri olarak yenilmişler, sadece politik bir denge tutturmuşlar, Arap Bahar’ını kendi lehlerine sonuçlandırarak bu evre kapanmıştır. Birinci Trump iktidarıyla başlayan ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle devam eden dönem küreselleşmenin bitişi olarak tarihlendirilebilir. Bu döneme zaten NATO’nun Çin’i baş düşman ilan ederek konsept değiştirmesiyle başlamıştır.
Nerdeyse 500 yıllık Batı merkezli dünyanın sonunun geldiğini söylemek için çok sebep var. 1. Ve 2. Cihan harbinden sonra son hali aldığı düşünülen teritoryal bölge ve devlet sınırlarının yeniden emperyalizmin gündemine girmesi, buna ek olarak enerji yollarının güvenliğinin öne çıkması, dünyanın ticaret savaşları gibi otarşik bir olgu ile karşı karşıya kalması, finansal hareketlerin gerçek üretimle bağını tümden yitirmesi, dijital teknolojinin siyaset, ticaret ve savaşta öne çıkması; tüm bunlar başlı başına yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzun, emperyalizmin krizini çözmek için yeni savaşlara, yeni sömürü alanlarına ihtiyacı olduğunun birer kanıtıdır.
Savaşlarla krizini aşmak, emperyalist kapitalizmin en iyi bildiği yöntemdir. Ama her savaşın insanlığa olduğu kadar kan emici emperyalist haydutlara da bir maliyeti vardır. Bu maliyet, dikey olarak daha darlaşmış bu oligarşik askeri-endüstriyel-dijital piramidin gün be gün genişleyen emekçi sınıflar ve ezilen halklar tarafından etraflarının kuşatılmış olmasıdır. Zenginleştikçe sayıları azalıyor, sayıları azaldıkça daha çok korkuyor korktukça etraflarında daha çok silahlı adam bulunduruyorlar. Şehir dışında korunaklı büyük malikânelerde, tepesinde helikopter pisti bulunan gökdelenlerin en üst katlarında yaşıyorlar. Eskiden hiç gitmedikleri devlet başkanları saraylarına, askeri karargâhlara artık çok daha sık ziyaretlerde bulunuyorlar.
Geçmişte sömürgelerden gasp ettikleri artı değeri dağıtarak isyansızlaştırdıkları Batılı halklara artık bu payı veremez haldedirler. Çin Afrika’daki yumuşak, sabırlı, zora dayanmayan ticari kapitalizmi ile Fransa ve ABD’ye kafa tutuyor. Bugüne kadar “saygı” gören BM gibi kuruluşlar artık geçmişteki kadar devletler için önem arz etmiyor. Çünkü Güvenlik Konsey’inin 5 daimi üyesi arasında alınan kararlarla, sadece onların nezdinde temsil edilen bir dünya istenmiyor artık.
AB, Trump tarafından Ukrayna denkleminden çıkarılma girişiminden sonra (Avrupalıların Zelenski’ye onca para ve silah yardımına rağmen) kendi ordusunu kurmayı artık çok daha ciddi şekilde tartışmaktadır.
Rusya ve Çin kampı ise Trump’ın tüm çabalarına rağmen şu an için sorunsuz gözükse de gerek Afrika jeopolitiği gerek Hindistan-Pakistan sorununda farklı taraflarda yer almaları ve gerekse Rusya’nın Çin’in Uzak doğu felsefesi ile bezenmiş “ticari emperyalizmi” ni (“ Kuşak ve yol” ) buradan belli bir yol vergisi alsa da uzun vadede aynı Batı gibi kendisine yönelik bir tehdit olarak görmektedir.
ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve AB arasındaki güç dengeleri daha önce görülmemiş derecede istikrarsızdır. Ne soğuk savaş dönemindekine ne de reel sosyalizmin çöküşünden sonraki ilk 20 yıla benzetilebilir. Sanki daha çok 1.cihan harbi öncesindeki teritoryal devlet sınırlarının henüz yerli yerine oturmadığı, yeni sömürgecilik iştahının yeni yeni boy vermeye başladığı ve dünyanın emperyalist savaş ve fetihlerle yeniden paylaşılmak istendiği dönemlere daha çok benziyor.
Ve görünen o ki bu kaotik sürecin yeni bir dengeye ulaşması için başlatılmış ve süren savaşlar var. Daha başlangıç evresinde bu apaçık görülmektedir. Dünyanın daha önce görülmemiş biçim ve şiddette, “düşman” devletlerin ve ezilen halkların iradesini kırarak teslim alınmasına yönelik bir “hibrit savaşlar dönemine” girildiğini görmeliyiz. Savaş politikanın başka bir aracı olmaktan çıkıyor, hani nerdeyse bizzat politikanın kendisi oluyor. Zaten emperyalizmin askeri doktrinerleri buna bir isim bulmuşlar, “bitimsiz ya da sonsuz savaşlar” diyorlar. Nükleer silahlar kullanmadan ama etkisi en az onlar kadar güçlü silahlar eşliğinde, savaş hukukunu ve sivil ölümleri hiç kaale almadan yenilenmiş bir savaş stratejisini hali hazırda yürütmektedirler zaten.
Kimi çevreler tarafından “3. Dünya Savaşı” olarak adlandırılan ve bir dizi bölgesel savaşla başlangıç adımlarını gördüğümüz bu yeni durum, kaynağını emperyalizmin mali, ticari ve siyasi genişleme krizini aşmak için gündemine aldığı bir strateji değişikliği olarak görülmelidir. Daralma ve gerilemenin önüne savaşlarla geçmek istemektedirler. 1990’da Sovyet Rusya ve Doğu Avrupa’daki çözülüşün getirdiği yeni genişleme olanakları emperyalist kapitalizme yetmemiştir, otuz yıl içinde bu yeni sömürü alanlarını birazda bu ülkelerin devlet kapitalizmine sarılmasıyla bir noktadan sonra terk etmek zorunda kalmışlardır.
Pandemi ile başlayan, Ukrayna’nın Rus işgali ve en son İsrail’in İran’a saldırısıyla giderek hızlanan bu dönem, yeni bir emperyalist genişlemenin başlangıcıdır. Ancak bu genişleme döneminin farkı direkt askeri saldırı ve işgaller, hibrit savaşlar ve bölgesel aktörler ile vekil güçlerin öncülüğündeki çatışmalar eşliğinde bunun sağlanmak istenmesidir.
Hindistan ve Pakistan arasında tarihi 1947’ye kadar uzanan Keşmir meselesi yüzünden yaşanan son çatışmada her iki ülke birbirine karşı bugüne kadar kullanmadıkları en ağır konvansiyonel silahları kullandılar. Oysa Keşmir yüzünden bugüne kadar onlarca kez karşı karşıya gelmişler ancak yaşanan gerginlikler birbirlerine bugünkü onlarca füze atacak düzeye hiç gelmemişti. Rusya’nın Ukrayna’da, İsrail’in Gazze’de, ABD’nin Yemen’de, TC’nin Kürdistan dağlarında kullandığı silahların çoğu askeri hedeflerle sınırlı silahlar değil, istisnasız her biri kimyasal ve biyolojik özellikler içeren kitle imha silahlarıydı.
Ukrayna’nın Rusya içlerine kadar soktuğu tırlardan fırlatarak gerçekleştirdiği ve Rusların stratejik ağır bombardıman uçaklarının üçte birini imha ettiği saldırı, ikinci cihan harbinden sonra Rusya’nın karşı karşıya kaldığı en büyük saldırı olarak tarihe geçti. Yapılan saldırı Rusya’nın yakın zamanda güncellediği yeni nükleer savaş doktrinini de hesaba katarak yapılmış gözüküyor. Nükleer silah sahibi olmayan bir ülkenin nükleer silah sahibi bir ülkenin açık desteği ile yapılan saldırılar da taktik nükleer saldırı gerekçesi olacaktır şeklinde özetlenecek bu doktrini geçersiz kılmak için dâhiyane bir planın hazırlandığı anlaşılmaktadır. 18 buçuk ayda hazırlanan bu planlamanın Ukrayna’nın boyunu aşacağı düşünülmelidir. Arkasında Büyük Britanya’nın olduğunu düşünmek için birçok sebep var. Kaldı ki saldırı olduktan bir gün sonra İngiliz Genelkurmayı’nın “Tüm dünya denizlerinde nükleer denizaltılarımız her an savaşa hazırdır” şeklinde açıklama yapması manidardır. Çok uzun mesafe kat eden ve atmosfer üst sınırına yakın uçuş kabiliyetine sahip, stratejik mühimmat taşıyan ve yeniden üretimi durdurulmuş bu kıymetli uçakların imha edilmesi ülke savunması açısından en çok İngiltere’nin işine gelecekti. Eylemin planlanması eski olsa da düğmenin basılmasını hızlandıran temel faktörlerin başında Trump’ın önce Zelenski’yi tüm dünyanın gözü önünde azarlaması, yerin dibine sokması ve sonra Rusya ile görüşerek Avrupa’yı bu savaş denkleminin dışına atma girişiminde bulunmasıdır. Bu anlamda bu eylem aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir mesaj olarak ta görülmelidir. Avrupa devletleri Ukrayna meselesinde teknik ve psikolojik olarak Rusya’ya ağır darbe vuran bu eylemle Trump’a bir “dur” çekmiş oldular. Dışardan gazel okuma, Transatlantik ilişkilerle bu şekilde pervasızca oynama demişlerdir. İngiltere ve Avrupa’yı ekarte ederek bu meseleye el attığında buna benzer olaylarla daha çok karşılaşabilirsin demişlerdir. Hatta İngiliz basını ( Financial Times) bu olaydan sonra Trump ’tan “Trump bir korkaktır” cümlesinin kısaltılmış baş harfleri olarak “Tako” diye bahsetmeye başlamıştır. Saldırının dolaylı sonucu en az Rusya’ya yönelik dolaysız sonucu kadar önemlidir. Bu eylemin Avrupa açısından bir diğer yararı savaş başladığından beri kendi aralarında oluşan çatlakları tamir edici bir psikolojik katkı sunmasıdır. Tüm Avrupa gazeteleri Trump ’ın iktidara geldiğinden beri “Show yaptığını” sonuçta ABD müesses nizamı neyi gerektiriyorsa onu yapmak zorunda kalacağını yazıyorlar. Bizce de İngiltere bu eylemle Rusya’dan yana taraf olan ABD’ye açıkça ciddi bir bedel ödetmişe benziyor. Çünkü Zelenski’nin eylemden sonra yaptığı açıklama her şeyi ele veriyor: “Müttefiklerin cephaneliklerinden gelen ekipmanların kullanılmamasını, ‘bu ayrımın çok açık olmasını istedim’ “ diyor. Burada ifade etmediği, gizli tuttuğu şey planlamanın nasıl ve kimler tarafından yapıldığıdır. İşin teknik, taktik kısmı Ukrayna istihbaratına ait olabilir ancak tasarım ve plan kime aittir asıl önemli nokta budur. Çünkü yukarıda da açıkladığımız gibi bu eylem çok ciddi dolaylı ve dolaysız sonuçlarıyla savaşın kaderi üzerinde ciddi değişikliklere neden olabilecek yeni bir yol açılmıştır. Bu Ukrayna’nın boyutunu aşan üst düzey bir planlamanın ürünüdür. Kimi yazarlar bu eylemi İngiltere’nin ABD’yi yanlarına çekmek için gerçekleştirdiği bir “son çare manevrası” olarak değerlendirirken çok yanılmamaktadırlar.
İsrail’in İran’a yönelik saldırısını daha önce ayrı bir başlık olarak incelemiştik. ABD destekli bu saldırının üçüncü gününde Pakistan’ın İran’a 750 füze yollaması, peşinden Çin’in Pakistan üzerinden henüz içeriği açıklanmayan yardımları meselenin sadece Ortadoğu’nun emperyalist-siyonist ittifak tarafından yeniden dizayn edilmesinin ötesine taştığını gösteriyor. İran’ı salt Ortadoğu ve stratejik Basra körfezi temelinde ele alamayız. Pakistan, Afganistan, Türkmenistan, Hazar Denizi, Ermenistan ve Azerbaycan komşuluklarıyla birlikte ele aldığımızda başta Çin, Rusya, Pakistan gibi nükleer güç sahibi devletler olmak üzere bu devletlerin bağlaşıklarının da süren çatışmaya taraf olmaları ihtimali vardır. İsrail-ABD saldırısı şu an pek konuşulmasa da Asya satranç tahtasında ciddi bir hareketliliğe neden olmuştur. Ortadoğu’da düşen İran, emperyalizmin Asya’ya açılan yeni bir koridoru olacaktır. Ortadoğu’da düşen İran, Rusya ve Çin’in Asya’daki egemenliğinde büyük bir gedik açacaktır. Ortadoğu’da düşen İran, Asya’daki güçlerin İran doğal gazı, petrolü ve enerji hatlarından mahrum kalması demektir. Dolayısıyla bir kez daha tekrarlamakta fayda var. İsrail saldırısı gerileyen emperyalizmin yeniden genişlemek için Ortadoğu ve Asya’daki hammadde kaynakları, boru hatları ve yeni pazar alanlarını ele geçirmede bir öncü savaşıdır. Bu anlamda İsrail; ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından kanlı tarihinin en stratejik göreviyle donatılmış olarak devreye sokulmuştur. Emperyalizmin “gayri meşru” çocuğu olmaktan çıkıp “öz evladı” olmak için var gücüyle kendini kanıtlamaya çalışmaktadır.
Mümkün olmayanı sürdürme çaresizliği
Trump‘ın ticaret savaşlarını ekonomik planda eskiye dönüş emareleri olarak görmemek gerekir. Bu reel sosyalizmin çözülüşünden sonra emperyalizmin kolektifleşen, yekpare bir güce dönüşen yapısının parçalanışıyla ilgili bir durumdur. Her ne kadar FED, İngiltere ve Avrupa Merkez Bankaları arasında ciddi bir yarılma olmasa da kapitalist ulus-devlet sistemi ve tekelci devlet kapitalizmlerinin özellikle pandemiden sonra dışa bağımlılıklarını azaltıcı çok daha uzak görüşlü politikalar üretmesi kaçınılmaz olmuştur. Özellikle uluslararası ticareti durgunlaştıran böylesi salgın ya da bölgesel savaş ve doğal afet durumlarında onlar için stratejik mallara ulaşabilmeleri alabildiğine zorlaştığı için kendi kendine yeterlilik sağlayacak devletçi ya da korumacı politikalar üzerinde yoğunlaşmaya başladılar. Ukrayna-Rusya savaşı ile başlayan, Filistin, Lübnan, Suriye, Yemen ve Hindistan-Pakistan’a ve en son İsrail’in İran’a yönelik saldırısının da, ticaret savaşlarının da önemli nedenlerinden biri budur. Gerileyen emperyalizmin, balonu sönen küreselleşmenin çare arayışlarıdır bunlar.
Emperyalizm monetarizmden vaz geçmemiş, Keynesyen modele dönmemiş ancak bu konuda kısmi ve geçici düzenlemeler yapmış, asıl olarak krizini çözmek için konvansiyonel ve elektronik harp teknik ve taktikleriyle donanmış, “bitimsiz”, hibrit savaşlar silsilesini önüne koymuş, bu minvalde ilerlemektedir. Örneğin, MOSSAD geliştirdiği teknoloji ile Lübnan Hizbullah’ının çağrı cihazlarını aynı anda insanların üzerinde bir el bombası gibi patlatırken Ukrayna istihbaratı tanesini üçyüz-beşyüz dolara mal ettiği kamikaze dronları tırlarla Rusya içlerine sokarak, kimi haberlere göre Rusya içinde bir dron fabrikası kurarak; biri 5000 km ötede Sibirya’da bulunan, toplam beş hava üssündeki ağır bombardıman uçaklarını imha edebilmiştir. Her iki eylem taktik olarak sadece ileri bir teknolojik-psikolojik (düşmanı demoralize etme) düzeyi değil, aynı zamanda beklenmeyen, sürpriz birer saldırı örneği olarak savaşların gelecekte çok daha karmaşık biçimler alabileceğini göstermektedir. Rusya karşısında çok zayıf askeri kapasiteye sahip olan Ukrayna, İstanbul’daki ateşkes toplantısından bir gün önce yaptığı bu şaşırtıcı, “yaratıcı” eylemle, küçük askeri kuvvetlerle büyük askeri kuvvetler arasındaki eşitsiz dengelerin nasıl bir anda tersine çevrilebileceğine dair öğretici bir eylem gerçekleştirmiştir. Rus basını başta istihbaratın gösterdiği zafiyet olmak üzere bu olayın Rusya için ne kadar onur kırıcı olduğuyla çalkalanmaktadır. İsrail de İran içlerinde kurduğu dron fabrikasıyla F-35’leri koordine ederek İran’ın üst komuta kademesine ağır kayıplar verdirirken istihbaratla yüksek teknolojinin bir aradalığının nasıl yüksek bir etki gücü gösterdiğini sergilemiştir.
Devletlerin “şahsileşmesi”, faşizmin demagojik karakteri
Ülkelerin geçmişe göre çok daha fazla liderlerle özdeşleştiriliyor olmasının bir nedeni, buna “devletlerin şahsileşmesi” diyenler de var, yaşanan bu düşük yoğunluklu ve bölgesel savaşlardır. En büyük diktatörler hep savaş dönemlerinde ortaya çıkmışlardır. Trump, Modi, Erdoğan, Netanyahu, Orban hepsi de 21.yüzyılın Hitler zihniyetli politikacılarıdır. Bu faşist liderlerin pıtrak misali peş peşe çoğalmasının nedeni kapitalizmin yeniden genişleme döneminde çektiği nefes darlığını açacak bir totaliterliğe sahip olmaları, yani tekellerin yolunu düzleştirmeleridir. Faşizm tekeller ne zaman krize girse onun yolunu açmıştır. Emperyalizmin içine girdiği siyasi ve ekonomik kriz ve gerileme döneminden çıkmak için geçmişte kalmış direkt işgallerin yerine, sınır ötesi askeri üsleri, savaş hukukunu çiğneyen hava saldırılarını, istihbaratla eş güdüm halindeki namert dron teknolojilerini, enerji hatları ve ticaret yollarının kontrolü için jeopolitik mülahazaları, vekil güçleri, paralı orduları, ticaret hadlerini ve TC, İsrail, Suudi Arabistan gibi yükselme hırsı içindeki “bölgesel aktörleri” kullanıyorlar. Uygulanan büyük şiddetin nedeni budur. Yukarıda sayılan bu hot-zot tipler bu dönem için biçilmiş kaftandırlar. Tüm bu isimler toplumları kendi taraftarları ve geri kalan tüm muhalif kesimler olarak ortadan ikiye bölmüşlerdir. Üzerlerine çektikleri öfke ve nefret elbette yarattıkları popülizmle aldıkları “takdirlerin” kat be kat üstündedir. ABD’de vatandaşlar ilk kez demokratlar ve cumhuriyetçiler biçiminde değil, Trump taraftarları ve karşıtları şeklinde bölünmüştür. Türkiye’de çok öncesinde Erdoğan şahsında yaşanan da bu değil midir?
Faşizmin çok eskiye dayanan “halk merkezli, seçkin karşıtı” demogojik-populist karakteri mevcut dijital teknoloji (sosyal medya vb.) vasıtasıyla çok daha zengin içerikler üretebiliyor. Çok etkili ve yaygın biçimde kullandıkları dijital platformlar üzerinden gerçekleşmesi olanaksız olsa bile en uç söylemlerde bulunmaları halkın hoşuna gidiyor. Seçmenle kendini özdeşleştiren, seçmeni onlardan biri olduğuna ikna eden popülistlerin bu anlatıda başarılı olması sürpriz değildir. Faşizmin bu yeni biçimlenişi 21.yüzyıla özgüdür, aslında o da post modern bir karaktere bürünmüştür. Seçim süreçlerinde muhalefete oy verilmesini vatana ihanet olarak takdim eder, alternatiflerine “düşman hukuku” uygular. Çok temel bir özelliği seçimlere karşı çıkmaması, seçimlere birçok partinin katılımına izin vermesi ama ordu-polis gücü, yüksek seçim kurulu ve fanatik taraftarlarının sandık hileleri vasıtasıyla kazanmalarına izin vermemesidir.
Bu koşullarda seçmenleri ikna etmek artık başta sandık güvenliğini güvenceye almak üzere başlı başına bir iletişim stratejisini zorunlu kılmaktadır. Kuvvetli hile şüphesinde kitleleri seferber etmek, meydanlara yığmak burada uygulanacak en etkili yöntemdir. Türkiye’de seçmenin son 10 yıldır öne çıkan bir özelliği var, nerdeyse yüzde 20’ye varan bir kararsızlar bandında seyretmesi, direkt faşizmin yukarıda çerçevesini çizdiğimiz hile ve entrikaya dayalı seçim politikalarından kaynaklıdır. Faşizmin bu demagojik karakteriyle elde ettiği kazanımlar daha ne kadar sürebilir? Türkiye’de gençliğin önderlik ettiği 19 Mart süreci bu gidişatı frenlemiştir.
En son 2024 yılında 64 ülke seçimlere gitmiş, seçimlerin yüzde 70’inde iktidarlar değişmiş, toplumların mevcut rejimlerden duyduğu güvensizlik somut olarak ortaya çıkmıştır. Popülizmin gücü Avrupa dışında ciddi bir sallantı içindedir. Gerileyen emperyalizmin yeni genişleme umudu bugün sadece savaşa, jeopolitik gerilimleri tırmandırmaya dayanmaktadır. Karşısında bu plana karşı duran milyonlarca emekçi vardır. Dünya insanlığına yeni bir temsil sistemi gerektiği gün be gün kendini daha fazla dayatmaktadır.
Dolaylı ya da dolaysız, müttefik ya da koalisyon ortağı şeklinde savaşlara katılan tüm ülkelerin yönetimleri bir dikta rejimi uygulamak zorundadırlar. Devlet iktidarları Duçe’leşmiştir. Tekelci sermaye devletlerin yönelimleri ve istekleriyle büyük bir uyum içindedir. Bugün çıplak bir sınıf devleti ile karşı karşıyayız. Geçmişte “tekel dışı burjuvazi” ve “milli burjuvazi ”den söz edilirdi, işte görece yurtseverdirler, burjuva demokrasisine yakındırlar, hatta anti-emperyalisttirler denilirdi. Var mı bugün böyle bir şey? TÜSİAD’tan birkaç kişi soruşturmaya alındı diye Türkiye’nin tekellerini liberal, burjuva demokrat olarak gören sözde ilerici sol kesimlerin vay haline! Türkiye’nin laik (!) kapitalistleri özellikle bankacılık alanında en büyük karlarını AKP hükümeti döneminde yaptılar. Daha geçen ay Ali Koç sarayda Erdoğan’a hürmetlerini sunmaya gitmişti. Mesela Rönesans Holding, bizzat Külliye inşaatının ana yüklenicisi olan ve bundan sonra hemen hemen tüm şehir hastanelerinin ve yeni kuvvet komutanlıkları ve MİT’in ihalesini alan bu şirketin sahibi de laik-demokrat olarak bilinen bir ailedir. Bugünün dünyasındaki tüm tekelleri aynen Hitler faşizmi ile kol kola yürüyen Alman tekelleri gibi düşünmek gerekir. Trump öncesi sözüm ona “liberal demokrat” diye addedilen dijital medya ve platform sahiplerinin çoğunun nasıl da büyük bir hızla taraf değiştirdiklerini gazetelerde okumuyor muyuz? Trump ‘ın Riyad gezisinde yanında götürdüğü dijital platform sahiplerinden daha önce bahsetmiştik.
Geçmişte devlet, tekellerin ara sıra uğradığı bir sığınaktı ya da son sığınağıydı. Zorunlu haller dışında pek bir araya gelmezlerdi, ama bugün aynı apartmanda altlı üstlü oturuyorlar. Devletler şirketleşmiş, şirketler de devletleşmiştir. 20.yüzyıldaki kutsal devlet anlayışından eser kalmamıştır. Ne halk nezdinde ve uluslararası ilişkilerde devlet ciddiyeti kalmış ne de bürokrasinin sürekli devleti soymak isteyen burjuvaziye getirdiği sınırlamalar kalmıştır.
Bir maliye bakanı “ şirketlerimizi bürokrasiye yedirmeyiz ” diyebilmektedir. On binlerce insanın depremde öldüğü bu ülkede enkazdaki cesetler bile toplanmadan Kızılay’ın başındaki adam afet çadırlarını satarken suçüstü yapılmıştır. Kendisine hiç dokunulmamış, sadece işten el çektirilmiştir. Bu şahsın kızı arabasıyla çarptığı bir vatandaşın ölümüne sebep olmuş, olaydan sonra kaçtığı halde tutuksuz yargılanmaktadır. Sanayi Bakanı yapılan bir kadın, bakanlığın sarf malzemelerini eşinin açtığı şirkete ihale ederken yakalanmış ama ona da hiç dokunulmamıştır. Çankırı Üniversitesindeki rektörün üç yıldır kendine ayda 1.2 milyon TL maaş bağlattırdığı ortaya çıkmıştır. Bu olay haberleştirildikten sonra Rektör beyimiz Hacca gitmiştir! Ve eski bakan Nebatinin Çin’de Çinlilerle ortak emlak ve inşaat şirketi kurduğunu okuyabiliyoruz.
Çoklu krizler ve devrimci mücadele
Öngörülebilirliği olan bir dünya düzeni bitmiştir. Belirsizlik, tüm güçler açısından belirleyici bir durum halini almıştır.
20. yüzyılda aynı anda yaşanan “çoklu krizlere” çok rastlanmamıştır. 21. yüzyıl ise ilerde bizzat “çoklu krizlerle” anılacak bir yüzyıl olacaktır. Çoklu krizler ve belirsizlikler Komünist hareketlerin değişime uygun örgütlenme ve mücadele biçimlerini görememelerine, görseler bile hızlı karar alma ve hareket geçme yeteneklerini kısıtlamaktadır. Burada yaratılacak formüllerden biri partiyi çevreleyecek, ondan belli bir mesafede duracak çok çeşitli açık, yasal, demokratik kitle örgütleri kurmaktır. Parti geçmişte onun dikey hiyerarşine bağlı askeri ve teknik örgüt ve birimlerin, yerel komitelerin, komsomolların, fabrika ve kadın örgütlerinin fiziki toplamı ile bunların ideolojik etki alanındaki sendikalar, aydınlar ve değişik halk kesimlerinin içindeki taraftarlardan oluşan bir yapıydı. Bu ilk halka komünist partinin olmazsa olmazıdır. Ama görülmektedir ki bu ilk ve zorunlu halkayı dahi hayata geçirmek bir yana, partiyi dünyanın çoklu krizlerine ve belirsizlik momentlerine göre yeniden şekillendirmek konusunda da ciddi çaba gösterilmiyor.
Mesela organize sanayilerde yapılan bir genç işçi ve çırak çalışmasında, yaratılan bire bir politik ilişkiler üzerinden gitmek mi geliştiricidir yoksa bu bölgede çırak işçilerle çok daha sahici bir yaşam ortaklığı kurmak mı? Bir çırak işçi kütüphanesi, bir spor merkezi ya da futbol kulübü kurmak bire bir politik ilişkiler kurmaktan çok daha büyük olanaklar yaratmaz mı? Bire bir kurulan sözde gizli ilişkilerle, belli günlerde dağıtılan bildirilerle bu organize sanayi bölgesinde 3-5 taraftar kazanabilirsin, biz bunu mu istiyoruz, yoksa bu bölgede sürekliliği sağlanmış, bir kuşaktan diğerine aktarılacak genç proleterler dünyası yaratmak mı? Onlara verebileceğimiz parti gazetesi ya da bildirileri değil, kendi “Çırak İşçiler” bültenini çıkarmalarını sağlamaktır. Bugüne kadar yapılan, balık tutmayı öğretmek yerine tabiri caizse balığı elle yiyen bu gençlere balığın kılçıklarının bıçakla nasıl ayıklandığını göstermek olmuştur. Devrimci hareketler, açık, yasal, meşru örgütler yaratmakta çok başarısızdırlar. Bu konuda ne hayal güçleri vardır ne de toplumu çok yakından takip eden bir sosyolojik çözümleme yetenekleri. Parti geçmişteki klasik çevre örgütleriyle kendini sınırlamamalı, çoklu krizlerin ürettiği ve ortaya çıkardığı hiç umulmadık alanlarda kendini gösteren bu zengin çeşitliliğin farkına varmalı, içine dalmalıdır.
Örneğin bugün ülkemizde eşinden boşanmış 2 milyon çocuklu bekâr anne var! Bu annelerin işçi sınıfı içindeki sayıları artıyor. Yaklaşık 1 milyon motokurye var, 350 bini İstanbul’da. Kırlarda genç çiftçi sayısı hızla azalıyor. Köyler genç nüfusunu kaybediyor. Bunu kabaca “kırdan kente göç” diye tanımlayamayız artık! Bugün “evde oturan” bir gençlik var, ne okuyorlar ne de çalışıyorlar. Hem okuyup hem çalışarak hızla proleterleşen başka bir gençlik var. Üniversite mezunu nitelikli iş gücü sefaleti yaşıyor. Eğitimli işsizlik had safhada. En önemlisi beklenmedik anlarda hızla politikleşerek sürprizler yaratan bir kitle hareketi var. Bu, akacak kanal bulamasa da zaman zaman taşarak küçük seller yaratan bir kitle gerçekliğidir. Adeta fırsat çıksa da sahaya insek diyen, “apartta bekleyen” bir kitle hareketi. Var mı bunlara dair söyleyecek bir sözümüz!
Havacılık kurallarına göre yaşayan burjuvaziye karşılık karayolları trafik kurallarına göre yaşayan bir gerçekliğimiz var. Hep umutlarla hareket ediyoruz, umutla başlayıp hüsranla sonuçlanan o kadar çok deneyim yaşadık ki. O zaman şimdi geçmişin unutulmazları içinde olup bugün yadsınan ilkeler ve prensipleri tekrar hatırlama zamanıdır. İlkelerle mücadele hüsranla sonuçlanmaz, mağlup olsanız da bu sadece fiziki bir yenilgidir, ideolojik değil. Maruz kaldığın fiziki bir travmadır duygusal değil. Düştüğün yerden tekrar ayağa kalkabilirsin. Oysa hüsran yeniden mücadele edecek gücü bulamamaktır.
İlkelerle mücadele edelim bırakın umut yarına kalsın!