Henri Lefebrve’in Görüşleri
Henri Lefebvre, “kent hakkı” ve “mekânın üretimi” terimlerinin yaratıcısıdır. Marksist teoriyi kentsel meseleleri de içine katarak genişletme çabasını bu kavramlar üzerinden şekillendirmeye çalışmıştır.
1970 ve 80’lerde şehirlerdeki inşaat faaliyetleri en az sanayileşme kadar sermaye birikiminin teşvik edici gücü oldu. Lefebvre bu konuda önemli derecede bir öngörü sahibi olmuştu.
Yine şehir merkezlerindeki işçi sınıfı semtlerinin orta sınıf meslek sahiplerince ele geçirilişi üzerindeki çözümlemeleriyle bu konunun da önemine dikkat çekti.
Emeğin kendi şekillendirdiği yapı ve peyzajlardan dışlanması yeni bir şey değildi ancak Lefebvre, bugünkü kadar yaygınlaşmış bir şey olmadığını göstererek kapitalizmin kenti ele geçirmesinde bu yeni aşamayı tahlil edebildi.
“Tüm toplum kentleşiyor” derken şehirlerin sanayi kapitalizmiyle büyük bir değişim içine girdiğini söylemesi,
Her üretim biçiminin kendi mekânını ürettiğini ve yeni mekânların yeni toplumsal ilişkiler yarattığını belirtmesi,
Mücadelenin üretim alanlarına sıkıştırılmamasını, yeniden üretim alanları ve günlük yaşama da yayılması gerektiğini söylemesi,
Banliyölerin şehirleri parçaladığını ve kır-sallaştırdığını ifade etmesi,
İnşaatın tali bir sanayi kolu olmaktan çıkıp üretimin temel bir koluna dönüştüğünü belirtmesi,
Mekânın uzun zamandır edilgen bir coğrafi mecra olmaktan çıktığını, araç-sal hale geldiğini söylemesi,
Toplumların giderek daha fazla teknokratça yönetildiğinin altını çizmesi,
Paris Komünü’nün sadece tarihsel zamanın çelişkilerinden yola çıkarak değil, mekânın çelişkilerinden de hareketle yorumlanması gerektiğini tespit etmesi,
Komün’ü, kenar mahallelere itilen işçilerin şehir merkezine güçlü dönüşü ve onlardan koparılan eseri yeniden fethetmeleri olarak tarif etmesi,
Yine Komün’ü “ şimdiye kadar devrimci şehirciliğin ilk ve tek hayata geçirilişi” olarak tanımlaması tüm bunlar gayet önemlidir.
Geldiği son noktayı ise şöyle özetler: “Günümüzde toplumsal ihtiyaçlar her şeyden önce kentsel ihtiyaçlardır ve kapitalizme karşı toplumsal devrim, mekânsal bir devrim, yani kentsel bir devrim olmak zorundadır”
Burada ifade ettiği çok soyut, öncüsü, maddesi olmayan hatta proletarya yerine kentin kendisinin veya mesken halkının (!) konulduğu bir devrimdir!
Lefebvre, Haussmann’cı dönemi, 19. yüzyılın ikinci yarısı ama aynı zamanda 20. yüzyılın başını tarihsel kentin burjuvalaştırılması, işçilerin dışarı atılması ve ayrımcılığa maruz kalması olarak görür. Birinci dünya savaşı sonrası ise işçilerin banliyölere yerleşmesidir. İkinci paylaşım savaşı sonrasında devlet toplu konutlar, uydu şehirler ve resmi şehircilikle duruma el koymuştur. Bu sıralama doğru bir kent çözümlemesidir.
Bugün ise “özel” denilen bir dönemdir ve bankaların ve sermayedarların üstünlüğü söz konusudur.
Şehir veya kent “kullanım değeri” olan yaşam ve üretim alanları olmaktan epeydir çıkmış, “mübadele değeri” olan emekçi halkın dışlandığı, artık sadece zenginlere hitap eden inşaat ve iskân alanlarına dönüştürülmüştür. Binyıllar boyunca, “kendini ararken biçimlenen” şehirler, kapitalizm tarafından çok keskin biçimde doğadan ve toplumsal ilişkilerin özünden koparılmış görünmektedir. Bizlerin felsefeyi, sanatı ve bilimi yeniden düşünmemizin, buralarda yeni pencereler açmak istememizin nedenlerinden biri de kentler, kırlar, ormanlar ve sahillerdeki bu vahşi yıkım, bu çılgın tahribattır. Bu anlamda kent artık alabildiğine politik bir mesele halini almıştır. “Mekân’ın üretimi” yarattığı muazzam sermaye birikimi ile meta üretiminin adeta en ayrıcalıklı “incisi” olmuştur! Buradaki dönüşüm, özellikli bir dönüşümdür. Çünkü mekân, doğal çevre ve insan yaratıcılığının tarihsel bir ürünüdür. Devletten ve kapitalizmden çok önce şehirlerin var olduğunu biliyoruz. Tarihin insanlara hep birlikte yaşayıp üretmeleri, soy devamını en sağlıklı koşullarda gerçekleştirmeleri ve sanatı, bilimi ve siyaseti öğrenip geliştirmeleri için sağladığı bu iktisadi-siyasi coğrafi yapının topyekûn bir “marka”, (marka şehirler!) adeta bir “şirket” olarak kapitalizme sunulmasından bahsediyoruz.
Yalnız burada kendini aşan belirlemelere dikkat etmek gerekir. Lefebvre ve takipçileri kentleri adeta bir “endüstri kolu” gibi ya da devasa bir üretim tesisi, dev bir fabrika gibi ele alıp onu hem bir “üretim mekânı” hem de bir “üretim aracı” olarak görmektedirler. Bu anlamda “mekân’ın üretimi” olarak adlandırdıkları kentsel dönüşümleri, sanki kapitalist üretim biçiminin içinde ama yine de ondan çok ayrı, adeta yeni keşfedilmiş bir meta üretimi gibi ele alabilmektedirler.
Lefebvre şöyle der: “Şehir bir eser midir? Hayır! Kelimenin Marksist anlamıyla bir üründür. Aynı zamanda da bir üretim aracıdır.” Sadece “üretim aracı” diyerek şehri soyut bir fabrikaya benzetmekle kalmıyor, “eser değil bir üründür” diyerek şehrin kökenini, tarihsel gelişimini, içinde yaşanan toplumsal mücadeleleri bir çırpıda önemsizleştiriyor. İnsanlığın belki de en önemli eserini salt bir nesneye, bir ürüne indirgiyor. Marx şeylerin incelenmesi yerine şeylerin üretildiği faaliyetin eleştirel bir gözle analiz edilmesini önermiştir. Bu temelde şehir, mekân ve coğrafyayı Marksizm’le buluşturmak önemli bir çaba olmakla birlikte buradan bir “mekân bilimi” çıkarmaya uğraşmak emek-değer teorisinin duvarına çarpmaya mahkûmdur. Lefebrve’nin şehri bir üretici güç olarak görmesi mekânsal bir fetişizmdir. Bizi mekân kadar onun içinde üretilen faaliyetin kendisi daha fazla ilgilendiriyor.
Henri Lefebvre 70’li yıllarda mekânın üretiminin “toplumsal pratiğe içkin olduğu için” yeterince fark edilmemiş olduğunu ileri sürer. Ona göre Mekân’ın bütünsel ölçekte bir incelemeye henüz konu edilmemiş olmasının nedeni de budur.
“Şehir Hakkı” ve “Mekânın Yeniden Üretimi” yayınlandığı dönem için bir manifesto sayılabilir mi? Bu noktada şu söylenebilir, bir manifesto olmaktan ziyade barındırdığı yanlışlarla birlikte Marksizm’e politik bir katkı olarak kabul edilebilir. Evet, politik bir katkıdır ama teorik değil! Çünkü ortada bir mekân teorisi yoktur. Neredeyse hayatın tüm parçalarını “mekân” ideolojisi ile bir araya getirmeye çalışarak bir teori oluşturmak isteyen Lefebvre ve takipçileri elbette kendilerince bir “mekân teorisi” oluşturmuşlar ama bu çok parçalı, bütünsellikten uzak post modern bir teori olmuştur.
Doğrusu, “mekân” emeğin ve işbölümünün sonucu olarak içinde çok çeşitli maddi ve zihinsel yapının bulunduğu bir soyutlamadır. O toplumsaldır, yapısal değil.
Mekânın üretimi, (konumuz bağlamında İmar, iskân, gentrifikasyon, mutenalaştırma, orman arazileri ve sahillerin yerleşime açılması, gecekondu yıkımı, kitlesel göç ettirme, İsrail’de işgal ve yasadışı yerleşimler, ABD-Meksika sınırında beton duvarlar, Paris’te banliyöleştirme, Hon-Kong ve Çin’de tarım arazilerinin kamulaştırılarak milyonlarca insanın sürülmesi, Latin Amerika favelalarının turizme açılması vb.) kapitalist üretim tarzı içinde yeni keşfedilmiş bir sömürü, kar, faiz ve rant biçimi olmamakla birlikte, Marksizm ve kent ilişkisini yeni görüngüleriyle kavramsallaştıran sosyolojik bir çözümlemedir. Yoksa alt yapı ve konut da maden gibi, kâğıt gibi, otomotiv gibi, petrol gibi, mübadele ağları gibi, enerji akışı vb. gibi meta üretimi içinde kapitalist sömürüye açılmış farklı bir sektördür sadece. ’70 ‘li yıllarda öne çıkması onu kapitalizmin çok yeni bulunmuş bir dinamiği gibi ele almayı gerektirmez. Öte yandan kapitalist üretimin genel doğası gereği elbette metaların üretimi ve yeniden üretimi, gerçekleştiği alanlara göre kimi özgünlükler taşır. Bir otomobilin motorunun üretim aşamalarını bilen işçiye otomobilin motor dışındaki diğer tüm mekanik ve elektriksel unsurlarını onun hiç bilemeyeceği bir şeymişçesine ona anlatmak ya da öğretmek hiç de yeni bir şey olmayacaktır veya matbaa makinasının baskı kısmına hâkim olan bir işçinin bu makinanın başta basım olmak üzere genel çalışma prensipleri hakkında bütünsel bilgisi olmadığı düşünülemez. “Mekânın üretimini” de bu bağlamda düşünmek gerekir.
1980’lerin başında henüz yeni doğan mutenalaştırma emperyalist kapitalizmin temel bir kent stratejisi oldu. Mutenalaştırma, seçilmiş konut piyasalarında izole bir olgu olmaktan çıkarak kapitalist dönüşümün genel bir payandası oldu. Mekânın üretiminin 80’li yıllardan sonra bu şekilde kapitalizmin itici gücü düzeyine çıkmış olması, daha önce fazla konu edilmemiş “yeni bir mesele” olduğunu göstermemekle birlikte, onu sermayenin yeniden üretiminin dışına çıkarmaz. Üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin içinde gömülü olduğu için “geç fark edilmiş olması” onu olsa olsa emek-değer teorisinin yeni bir kanıtı düzeyine yükseltir o kadar. Yine bu durum beraberinde onun kendi başına bir bilim olduğunu da göstermez. Mekânın üretimi ve yeniden üretimi emek-değer teorisinin içindedir. Kendi başına ayrı bir kapitalist üretim tarzı değildir.
Şehrin kendi içindeki tarihsel gelişimini, mekânın burjuvazi ve proletarya ile olan ilişkisini, alt yapı ve konut yatırımlarını ve doğal çevrenin piyasalaştırılmasını çok parlak biçimde çözümlemek başka bir şey ama onu adeta dev bir üretim tesisi, devasa bir makine gibi bir üretim aracı olarak değerlendirmek ise bambaşka bir şeydir. Sonuçta şehir elbette üretimin yapıldığı en geniş coğrafi mekândır ama bir üretim aracı değildir. Binalar ve diğer mekânsal çeşitlilik üretim aracıdır ama şehirler asla! Kentlerin kökeni bahsini hatırlarsak, sırasıyla kenti oluşturan ilk yapılar, kale, kral, tapınak, tahıl ambarı ve pazar yeri idi. Kale kent ve kral siyasi iktidarı, tapınak ruhban sınıfını, tahıl ambarı üretimi ve artık ürünü ve pazar yeri de mübadele ve tüketimi gösteriyordu. Kentlerin örgütleyici çekirdeği öncelikle kral ve ruhban sınıfıydı. Şehirlerin en ilkel hali bile böyleyken onun salt bir üretim aracı olduğundan kesinlikle bahsedilemez.
Üretim araçları bellidir. Canlı insan emeği, sermaye, toprak, fabrikalar, madenler, tüm makinalar, hammadde, enerji, teknoloji, dijital endüstri ve bilimsel bilgi vb. Şehrin tüm bunları kendi coğrafi mekânı içinde barındırması onu bir üretim aracı mı yapıyor? O zaman şehir her şeydir! Ama şehir; ordu, bürokrasi, ideolojik aygıtlar, doğa, toplum ve sınıfsal eşitsizlik ve sömürüyü de içinde barındırmıyor mu? O zaman şehir için birçok yeni yeni tanımlar ortaya çıkmayacak mıdır? Mesela şehir bürokrasinin merkezidir. Ya da şehir militarizmin kaynağıdır ve şehir işçi sınıfının grev, direniş ve toplu ayaklanmaların merkezidir vb… Şehir, kendisini oluşturan parçaların yerine konulamaz. Madde kendini oluşturan parçacıkların yerine konulamaz. Atom kendini oluşturan proton ve nötronların yerine konulamaz.
Lefebvre’ye dair bir diğer temel eleştirimiz, geçiş teorisine ilişkindir. Lefebvre feodalizmden kapitalizme geçişte kentlere özel bir rol biçer. Kent’in “Ortaçağ sistemini kıran asıl özne” olduğunu iddia eder. “Marx için feodal üretim biçiminin ortadan kalkması ve kapitalizme geçiş, bir özneye yani kente bağlanmıştır” der. Geçiş dönemi çözümlemelerinde kentler elbette dışlanamaz, ancak onlara “özne” rolü verilmesi mekânın fetişleştirilmesidir. Üretim ilişkilerinin yerine mekânın konulması kentleri sermaye birikim alanlarının ötesinde artı-değer üreten bir üretim aracı düzeyine yükseltmektir. Oysa kentler feodalizmden kapitalizme geçişte evrensel geçerliliği olan bir nedensellik değildir. Bu konudaki Marksist görüş, başlangıçta kırsaldaki emeğin metalaşması olmaksızın kentsel ticaret sermayesinin varlığının kapitalizme geçişi sağlamaya yeterli olamayacağı şeklindedir. Marx’ın “ilksel birikim” teorisinde ticari üretime yol açmak için toprak giderek daha çok sermaye gibi görülmeye başlanmış ve köylüler de yerlerinden edilmişlerdir. Doğa önce toplumsallaşıyor, kullanım değerini elde ediyor, sonra sermayeleşerek değişim değeri yaratıyor. Çağdaş kapitalizm kentlerin dışında başlamıştır. Kesin olan şey Marx’ın ticaretin ve kentlerin kapitalizme geçişte yeterli bir güç oluşturamadığı yönündedir.
Şehri şehir yapan insan doğa ilişkilerinin zaman ve mekâna bağlı olarak değişen yapısıdır. Ve toplumların bu yapı ve birikim üzerinden kendini yeniden üretmesidir. İnsan en yalın haliyle, fizik ve entelektüel olarak üretici bir güçtür. Zihinsel ve canlı emeği ile aynı zamanda üretim aracıdır. Hem üretici güç hem de üretim aracıdır. Lefebvre “ Doğa yaratır üretmez” der. “İnsana kaynaklarını cömertçe sunar, kullanım değeri sağlar ve bu değerler doğaya geri döner” diyerek devam eder.
Oysa bu ciddi bir yanlıştır. Çünkü Lefebvre doğayı insan var olmadan önceki hiç kimsenin bilmediği “hali” ile tasavvur etmektedir. Ama insan var olmadan önceki doğa bizim tarafımızdan bilinemez bir doğadır. Marx, “insanlığın tarihi öncesinde var olan doğa bugün artık hiçbir yerde mevcut değil“ der. Lefebvre, “üretemez” diyerek böylece sadece kendisi için var olan bir doğadan bahsetmiş olmuyor mu? Tanımlayabildiğimiz doğa insan dünyaya geldikten sonraki doğadır, başka bir doğa yoktur! Eğer doğa bir üretici güç ve üretim aracıysa bu insan etkinliği sayesindedir. Başıboş akan nehirlerden, okyanusları yalayan rüzgârlardan enerji elde eden doğanın ve insanın birleşik kolektif emeğidir. Lefebvre “ Gül koktuğunu, hoş göründüğünü; çiçek çiçek olduğunu bilmez” diyerek doğanın kendi varlığından haberi olmayan bir organizma olduğunu söylerken onu toplumsal bilimlerden ayırmakla birlikte, birinci doğa (çevre) ile ikinci doğa (insan doğası) arasındaki tüm tarihsel, toplumsal, organik ilişkileri de By-Pass etmiş oluyordu aslında. Doğa bizce emek ile var olmuştur. Ayrıca o kendi kokusunu algılamasa üreyebilir miydi ve o kendi kokusu sayesinde insan tarafından yeniden üretimini sağlamanın koşullarını yaratmış olmuyor muydu? Marx doğa bilimlerinin toplumsallaştırılmasından defalarca bahsetmiştir. Marks doğayı, özneye özgü olmayan şey olarak tanımladı. Ancak insanın dışındaki bu gerçekliğin ontolojik olarak anlaşılmaması gerektiğini de belirtti. Marks için doğa hem bir insan etkinliği hem de var olan her şeyin toplamıydı.
Şehir için, bir üretim aracından ziyade din, aile ve hukuk gibi kendi özel gelişim tarihi, kuralları ve yöneticileri olan bir üst yapı kurumu demek çok daha doğru olur. Üretim ilişkilerinin gerçekleştiği coğrafi mekâna ev sahipliği yapması onun en özgül farkıdır. Aile’nin kendisi nasıl ki klan ve kabile üzerinde gelişen ve kadın, erkek ve çocuk bireyler gibi yaşayan somut öznelerden oluşuyorsa ve bu somut özneler tarihsel gelişimlerinin sonucu olarak Aile denilen soyut birliği oluşturdularsa, şehirler de üretici güçler ve üretim ilişkilerinin tarihsel pratiğiyle oluşan soyut bir birliktir. Şehir de din, aile ve hukuk gibi belirli özel somutlukların birleşimiyle oluşmuş bir soyutlama, bir üst yapı kurumudur. Din nasıl ki ilk olarak insanın henüz hiç bilmediği ya da tanımlayamadığı doğa olaylarına karşı duyduğu korkulardan doğdu ise; ilk şehirler de insanın hem artık-ürünü depolamak hem de kendilerini diğer kabilelerden ve doğa olaylarından fiziki olarak korumak, bunu yaparken birbirine sığınarak güç almak, bir “yuva” kurmak ihtiyacından doğmuştur.
Arılar kovanları içindeki bal alındıktan sonra kendilerini ve balı nasıl yeniden üretebiliyor? İçinde bal yokken sadece boş bir kabuktan ibaret olan arı kovanına yeniden hayat veren, işçi arıların doğadaki faaliyetidir. Doğadan aldıkları hammaddeyi taşıyan, işleyen ve bir ürüne çeviren onların genetiğine işlenmiş, – insanlardan farklı olarak- canlı emekleridir. Kovan, içinde bir yaşam, soy kalıtım, üretim ve ürün olmadıktan sonra sadece ölü bir mekândır. Ölü bir mekândan ne üretici bir güç ne de üretim aracı olur. Mekânı yaşanılır kılan canlı yaşamı, doğa ve üretim ilişkileridir. Şehirleri yaşanılır kılan da aynı şekilde insan, doğa ve üretim ilişkileridir. Şehirler, insan, doğa ve üretim ilişkileri üzerinde yükselen, başta onlara korunaklı bir yuva olmuş ama sonra insanlığın kendi aleyhine olarak sürekli olarak geliştirip büyüttüğü kapitalist birer üst yapı kurumu haline dönüşmüştür. O yüzden şehir devrimlerinin en önemli yönlerinden biri şehirlerin kentsiz-leştirilmesidir. Bunu ilerleyen sayfalarda açacağız. Fidel Castro boşuna “Kentler devrimcilerin mezarıdır” dememiştir!
Diğer yandan kovan arı için yaşam amacı olan bir ürünü ürettiği korunaklı bir yuva iken, insan için hayvan emeğinin sömürüldüğü bir üretim aracı, bir metadır. Marx’ın daha gençlik yıllarında yazdığı gibi, ”Özel mülkiyet ve paranın egemenliği altında ulaşılan doğa anlayışı, (…) doğanın gerçek bir hor görülüşü ve pratik aşağılanışıdır.” Sudaki balıklardan kuş cenneti göllere, kovanlardaki arılardan milli parklardaki geyiklere kadar tüm insan dışı hayvanlar da mülkiyete dönüştürülmüştür. Yeri geldiği için belirtmekte fayda var, insan dışı hayvanların kapitalist yeniden üretimi en az mekânların yeniden üretimi kadar, hatta daha fazla önemlidir. Doğadaki canlıların insan dışı diğer iki temel bileşeni, bitkiler ile hayvanların kimyasala tabi tutulması, genetiğinin değiştirilmesi ya da kapitalist kentleşme için yok edilmesi, insan yaşamının en gerçek çözülüşüdür. Kapitalizm bir sömürü ve baskı sistemi olmanın ötesinde biyolojik ve sosyal varoluşun kendisine saldıran ölümcül bir seri katile dönüşmüştür.
Lefebvre, sonuç itibarıyla kendinden geriye düşüncelerinin gerçekleşmesini sağlayacak bir stratejiden yoksun bir ütopya bıraktı. Lefebvre Marksizm’e “kente geri dönüş yolunu gösterdiği” için sadece bunun için bile takdir edilmelidir.
Tufan Yakın