Sendika.Org’un açtığı “Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” tartışma çağrısı zamanlama ve siyasal ortam açısından önemli bir boşluğa işaret etti. Çağrı devrimci ve sosyalist hareketlerin genel stratejik yöneliminden çok, içinden geçtiğimiz dönemde sosyalist strateji ne olmalıdır anlamındaydı. Tartışmaya katılan hareket veya kişilerin bir kısmı döneme ilişkin görevler üzerinden belirlemeler yaparken bir kısmı ise, Türkiye devriminin stratejisi üzerine genel değerlendirmeler yaptılar. Şebnem Oğuz, “Faşist zamansallığa karşı sosyalistler nasıl bir siyasal strateji geliştirmelidir?” [1] sorusunun, yanıtın merkezinde durduğunu söyledi. Bizim yanıtımız da dönemin stratejik hattını belirlemek ekseninde olacak. Ancak zorunlu olarak dünya devrim güçleri için strateji sorununa kısaca girmek gerekiyor.
Burada bir parantez açıp şimdiye kadar görüş bildiren değerlendirmelerden dikkat çekici gördüklerim için bazı şeyler söylemek istiyorum. En başta bilge üslubu ile devrimci hareketimizin hali pür-melali üzerine, herkesin anlayacağı sadelikte eleştirileri ile bu tartışmaya vesile olduğunu düşündüğüm Ender yoldaşın hakkını teslim ederek başlayayım. [2]
İkinci olarak dünyada tartışılan “geç faşizm” tartışmasını gündeme getiren Şebnem Oğuz’un dönem taktiği üzerine ve sosyalist güçlerin konumu üzerine söyledikleri önemlidir. Şebnem Oğuz, 1990’lara gönderme yaparak: “sosyalistlerin sabırlı, katmanlı ve kalıcı mevzi savaşlarıyla toplumsal dokuda örgütlenme zeminlerini büyütmesini” öneriyor. Yazı boyunca öne sürdüğü görüşler de üzerinde dikkatle durulması ve tartışılması gereken önerilerdir.
Bir başka dikkat çekici değerlendirmeyi İlhan Yıldırım [3] yapıyor. Bugün anti-faşist mücadeleyi, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmi de kapsayan “eksen” olarak değerlendiriyor. İlhan Yıldırım, “Devrimci hareketin bir döneminin artık kapanmakta olduğu… Hareketin geleneğini geleceğe devrimci tarzda taşıyabilmesini ve “önderlik sorununa” çözüm olabilmesini… tüm potansiyellerini harekete geçirecek köklü bir yeniden yapılanma” olarak öneriyor. Devrimci hareketin güncel durumu üzerine getirdiği bu eleştiriler ve önümüzdeki mücadele görevleri için yaptığı önerilerin büyük bölümüne katılıyoruz. Öte yandan bütün bu tespitlerini ve faşizme karşı mücadeleyi “barış ve demokrasi cephesi”nin güçlendirilmesi olarak ortaya koyuyor. “Barış ve demokrasi cephesi”, faşizmin azgın saldırıları ve önümüzdeki mücadelenin zorluklarını karşılayan bir yerde durmuyor.
Burak Çetiner, [4] düzen içi siyasetten kopuş, iktidar perspektifini koruyan bir “yeniden kuruluş” öneriyor. Bu önerisini; “iktidarın gündelik yaşamı zor gücüyle dizayn etmesinin bir yansıması olarak siyasal alanda zor kullanımındaki yoğunlaşmayı” dikkate alan bir kadro profili önerisi yapıyor, önümüzdeki zor görevleri kavrayan bir hatta durduğunu gösteriyor. Bu önerilerine uygun olarak sağcı ve düzen içi eğilimlere getirdiği eleştiriler de dikkate değerdir. Öte yandan bunların yanına; “devrim düşüncesinin askeri kısa yollara indirgenmesi” eleştirisi ise dönem açışından anlamsız kalıyor. Tüm dünyada emperyalistlerin ve tüm gerici faşist iktidarların, soykırıma varan kanlı katliamlarla emekçilere ve halklara saldırıya geçtiği günümüzde, bunlara karşı devrim ve sosyalizm cephesinden bırakalım kitlelerden kopuk askeri eylemlilikleri, dünyada ve Türkiye’de askeri anlamda tek bir tık sesi dahi çıkmıyor. Bugün devrimci güçlere yönelik eleştirimiz, askerileşmeye değil tersine, faşizme ve emperyalizmin saldırılarına karşı eli kolu bağlı durumda beklemeye, devrim mücadelemizin emrettiği boyutta askerileşememeye, devrimin askeri görevlerini unutmaya dönüktür. Bugünün dünyasında devrimcilik siyasal yelpazenin en aşırı ucunu işaret etmektedir ve tüm dünyada devrimciler daha fazla “aşırı”laşmak zorundadır.
Ali Ergin Demirhan, [5] Saray’ın tüm düzen karşıtı güçler açısından stratejik hedef haline geldiğini, bunun devrimci bir siyasi iradeyi gerektirdiğini, bu boşluğu “devrimcilerin doldurması” gerektiğini ifade ediyor. Bunun da isyanın içinde ve isyanın örgütünü yaratarak gerçekleştirmeyi sosyalist hareketin devrimci kesiminin görevi olarak koyuyor. Değerlendirmeleri boyunca A. E. Demirhan, Saray faşizmine karşı mücadeleyi doğru bir perspektife oturtturuyor. Ancak dönemin taktiğini somutlamıyor ve bu konuda sosyalist hareketin iradi müdahalesini zamana havale ediyor, daha doğru bir ifadeyle kendiliğindenliğe bırakıyor; haliyle sosyalistlerin önüne dönemin taktiği olarak somut iktidar hedefi koymuş olmuyor. İktidara alternatif olacak bir güç birliği ve cepheye uzak konumumuz üzerinden olması gerekeni ifade etmiyor; olabilene teslim oluyor. Faşizme karşı mücadeleyi gerçekten hedefleyen devrimci ve sosyalist hareket, adım adım hem toplumsal dinamiklerin ve kesimlerin birliği için gereken siyaseti ve araçları yaratmak hem de bütün siyasal dinamikleri, sadece solun değil, faşizme karşı olan tüm güçleri birleştirecek siyasal taktikleri düşünmek ve yaratmak zorundadır.
Bu dosya kapsamında şimdiye kadar yayımlanan tüm görüşler, farklı açılardan döneme ilişkin devrimci görevleri tartışıyorlar. Tümü üzerinden bir muhasebe yapmak gerekir ama burada ancak sınırlı sayıdaki görüşlere kısa göndermeler yapmakla yetinmek durumundayım. Görüşlerin tümü üzerinden devrimci ve sosyalist hareketin genel bir muhasebesini yapmak gerekiyor. Bu belki başka bir yazının konusu olabilir; ama her koşulda bu tartışmayı derinleştirerek sürdürmek, ortak mücadelemizin güçlenmesine hizmet edecektir.
Kitlesel ayaklanmalar ve strateji sorunu
Günümüz Marksistleri, dünya çapında yükselen kitle isyanlarının gerisinde kalmış, yüzyıl önceki amentüleri tekrarlamakla yetinmiştir. Yeni bir yükseliş için, teorik dogmatizme karşı mücadele, başa alınmalıdır. Önümüzde duran güncel strateji sorunu, her şeyden önce, hemen tüm ülkelerde, yıllanmış diktatörleri deviren, hükümetler yıkan, sarayları ateşe veren, bu yeni güçlerle nasıl ilişkilenileceğidir. Onların devrime nasıl kanalize edileceği, nasıl örgütlenip yönlendirileceği sorusu, tüm komünizm ve devrim iddiasında olan örgütlerin önünde duruyor. Bu isyanlar, sarayları yakıyor, diktatörleri yıkıyor. Ancak bu yüksek ve şiddet yüklü kendiliğinden öfkenin, kalıcı ve devrimci sonuçlar doğurması, yeni bir örgüt ve mücadele tarzını zorunlu kılıyor.
Stratejinin yenilenmesi en başta örgütün yeniden kurulması demektir. Örgüt sorununu klasik ve kitabi bakıştan kurtarıp, verili dünya gerçekliği içinde kavramak zorundayız. Siyasetin burjuva anlamda dahi tüm yasallıklarını yıktığı; emperyalizmin ve siyonizmin ellerindeki muazzam boyutlarda şiddet araçlarıyla, direnen tüm güçleri ülkeleriyle birlikte yerle bir ettiği; klasik silahların yerini füzelerin aldığı; devletlerin birbirlerine siyaset dili olarak nükleer de dahil yüksek teknolojili silahları konuşturduğu böyle azgın bir şiddetin söz konusu olduğu bir dönemde, örgüt ve strateji sorununu tartışıyoruz. Bir örgüt gerekiyorsa ve kalıcı olacaksa, kitaplardan ve klasik modellerden çıkıp gelmeyecek, bu cehennemi koşullarda ve verili durumdaki siyasal, sınıfsal çelişkilerin, var olan toplumsal potansiyelin, insan ve örgüt malzememizin içinden çıkacaktır. Var olan örgütler ve tüm dünya devrim güçleri, tam teşekküllü şekilde emperyalizme ve faşizme karşı savaşmayacak; mevcut örgütler kendilerini bu ölümcül koşullara göre yeniden kurarak, olan devrimci potansiyelle faşizme ve gericiliğe karşı savaşıma cesaret edebilirse, adım adım mücadelemizin ihtiyacı olan örgüt doğacak. Materyalist isek sorunu böyle anlamak zorundayız. İdealist, subjektivist olan ise kendi hayal dünyasındaki modeli, bu koşullara dayatmak için çırpınacaktır. Büyük toplumsal isyan ve ihtilaller, sosyal bir silah gerektirir. Bugün de bu mücadeledeki en büyük ve vazgeçilmez silahımız, komünist partidir; ama 100 yıl öncesinin değil, bir model veya kurmaca değil, bugünün dehşete dönmüş çelişkileri içinden doğacak savaşan bir komünist partidir.
Türkiye’de hemen tüm devrimci örgütler, güncel devrim mücadelesinde bütün yapılamayanları ve yapılması gereken tüm görevleri getirip işçi sınıfının kazanılmasına bağlıyorlar; sınıfı kazanamazsak hiç bir şey yapamayız diyorlar. Bu anlayış 1900 başlarındaki ekonomizmden daha geri bir oportünizm, özcü ve kaderci bir anlayıştır. Marksizm’de böyle özcü bir sınıf ve öncü tanımı yok, bu sınıf mistifikasyonu 2. Enternasyonal’e aittir. Marksizm’de ve devrim mücadelesinde, işçi sınıfının öncülüğü tartışılmaz bir yerde durmaktadır. Öte yandan bu, her koşulda işçilere verili bir özellik değildir; ancak sınıflar savaşı içinde ve iktidar mücadelesi sürecinde işçi sınıfı öncülüğü kazanır. Bu anlamda, işçi sınıfı zaten ana gövdesiyle tüm dünyadaki kitlesel çatışmaların içindedir ve mücadele sürecini her anlamda güçlendirmektedir, sadece öncü rolünü oynayacak ideolojik bilinç ve örgütlülükten yoksundur.
Bugün bu güncel ekonomist oportünizm “sınıf körlüğü” olarak ağırlaşarak sürüyor, devrimci dinamikleri küçümsüyor ve asıl olarak devrimci ataklara körleşiyor, devrimci çıkışları engelliyor. Devrimci çıkışları küçümserken sınıfçılık adına olmayan hayaller kuruyor. En belirgini, her toplu sözleşme döneminde yıllardır “Metal Fırtına” üzerine halüsinasyonlar kurulmasıdır. Fırtına bir yana, ortada esinti bile yok; olan bu kesimin sınıfsal talepler değil lonca çıkarları için patronlarla giriştiği pazarlıktan ibarettir. Ayrıca bu işçilerin öncüleri, bilinçli dinci ve milliyetçi eğilimliler ve ana gövdeleriyle AKP ve MHP destekçileri. İşçi sınıfının bu kesimi, hemen bütün ülkelerde sağ, muhafazakar gerici partileri destekliyor. ABD’de Trump, geçen dönem İngiltere’de Boris Johnson işçilerin desteğiyle kazandı. Metal işçilerinin elbette direnişçi ve ilerici kesimleri de vardır. Metal Fırtına, daha çok Bursa’daki işçiler belirtilerek dillendiriliyor ve Bursa’daki eylemlilikler ise söylediğimiz gibidir.
Dünya ve Türkiye’yi devrimci okuma
Dünyada daha önce görülmedik şeyler yaşanıyor, dünya Marksistlerinin tüm dikkatini gerektiren gelişmeler yaşanıyor; son 5-10 yılda 50 tane ülkede, hiçbirinde beklenmedik ortalığı yakıp yıkan ayaklanmalar oldu. Daha önce bu boyutta, sertlikte ve kitlesel zincirleme olaylar yaşanmadı. Dünya Marksistleri, bu gelişmeleri hala tam anlamlandıramadı, hatta gereken önemde devrimci bir analizini yapamadı. 1960 sonlarında dünyada Maoculuğun en yükseldiği dönemdeki sloganının bir bölümü gerçek oluyor; “Halklar devrim istiyor”. Dünya için bu girişle yetinelim.
Tüm Türkiye’de yeni gençlik çeteleri konuşuluyor, bu öyle böyle bir iş değil; gençlikteki çeteleşme, adları bilinen onlarca gruptan ibaret değil, bütün büyük şehirlere ve tüm Anadolu’ya -illere ve ilçelere kadar- yayılmışlar. Bunlar devlet mafyaları değil, üslendikleri varoşlarda bekçi, polis gibi en alt düzey unsurlarla ilişkileri olabilir ama devletin koruyup kolladığı çeteler değil. Bu yeni bir semptomdur ve devrimci bir gözle okumaya tabi tutulmalıdır.
Bu semptoma düzenin gözüyle bakarsak farklı, devrimci gözle okursak farklı şeyler görürüz. Sadece gençlik çeteleri değil bir dönem Muharrem İnce’nin bugün Zafer Partisi’nin peşinden gidenler de dahil gençliğin bir kesimi bu sisteme itiraz ediyor; bir anlamda bu sisteme silah çekiyorlar ve bu sisteme karşı savaşmaya, ölmeye hazır bir kuşağın varlığını gösteriyor. Bunu anlamak lazım. Bu sistemin boğduğu gençlik, başka bir alternatif göremediği için başkaldırısını bu tavırlarla gösteriyor. Clara Zetkin, faşizm için “komünistlerin günahlarının bedelidir” diyor. Zetkin’in bu sözünü, varoşlar gençliği için de söyleyebiliriz; varoşlardan yükselen bu gençlik çeteleri, Türkiye devrimci hareketinin (TDH) günahının kefaretidir. Solun geniş kesimi, düzene itirazını bu kadar sert ortaya koyamıyor. Bu sokak çetelerinden hiçbir şey anlamıyorsak, en azından devletin bütün kontrol mekanizmalarına rağmen faşist saldırılara anladıkları dilden cevap verilebileceğini, şehirlerde militan güçlerin üstlenebileceğini, devrimci savaşım için hiçbir dönemde olmadığı kadar derin mevzilerin ve kadro adaylarının olduğunu gösteriyor.
Başka bir semptom, bir burjuva partisi, devlet partisi, solun sloganlarını kullanarak kitleleri kontrollü de olsa sokağa çağırıyor ve bu çağrılar, geniş kitlelerden çok yoğun destek buluyor. Buradaki gariplik, aylardır süren bu kitlesel mobilizasyonu bir adım ileri taşımak bir yana, sol hareket seyirci durumda bekliyor. Büyüyen devrimci öfkeyi devlet partisine terk etmiş ve bundan rahatsız değil.
Türkiye ve Kürdistan’ın bütün kırlarını, 780 bin küsur kilometrekare coğrafyanın büyük bölümünü emperyalist tekellerle birlikte yağmalıyorlar. Doğayı imha ediyorlar ama yalnız doğayı imha etmekle kalmıyor, yaşayanları topraklarından sürüyorlar, yaşam kaynaklarını kurutuyorlar ve bu insanların gidecekleri bir yer yok.
Tüm büyük şehirlerde büyük bir nüfusu tehcir edecekler. Kentsel dönüşüm dedikleri, rezerv alan dedikleri metazori konutlara el koymak. Bütün büyük şehirlerde 10 milyondan fazla nüfusa bir zaman içinde yer değiştirtecekler. Dolaysıyla, ekoloji ve kent mücadeleleri geçmişte dar aydın çevrelerinin duyarlılığını yansıtırken bugün milyonların yaşam ve gelecek sorunu olarak çok büyük bir direniş potansiyeline dönüşmüştür.
Kadına dönük çok yönlü katliam boyutundaki saldırılar artarak devam ediyor. Kadın özgürlük mücadelesi eski radikalliği azalsa da daha geniş kesimleri etkileyerek büyüyor. İktidarın temel ayaklarından biri de kadın üzerinde geliştirdiği hegemonyadır. Kadın üzerindeki hegemonya hızlanarak parçalanıyor. Kadının mevcut konumunu reddetmesi, ataerkil ailenin reddidir, düzenin reddidir, faşizmi çözecek katalizör güçlerden biridir. Buna karşı Saray tarafından derinleştirilen dinci ve ırkçı her saldırı kadınlara katliam ve cinayetler olarak dönüyor. AKP-MHP faşizmi, bütün uygulamalarıyla kadın kırımını teşvik ediyor. Faşizmin derinleştirdiği kırıma karşı devrimci kadınlar kendi güvenlik ve öz savunma ihtiyaçlarına cevap verecek daha ileri hamleleri ve örgütlülüğü gündemleştirmeleri gerekiyor. Faşizme karşı mücadele mağdurlukla değil, faillikle olur.
Küresel fabrikanın Türkiye ve Kürdistan’ı bir boydan bir boya kaplayan tedarik zinciri dedikleri OSB’ler, bir tarihte istihdam alanı ve iş kapısı iken bugün bölgedeki insanlar ve çalışanlar için köle pazarlarına dönüşmüş ve giderek büyük bir kaynamanın yatağı durumundadır. Bunun ilk biçimlerini Urfa ve Antep tekstil işçilerinin direnişleri gösterdi. Bir dönem ekmek kapısı olarak görülen kölelik hangarları Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova hattından Elazığ, Malatya hattına ve oradan Konya Kayseri hattına yayılan kitlesel öfkeyi biriktiriyor.
Devrimci kesimleri de içine alan genel sol, bu olayları, bu semptomları nasıl görüyor ve nasıl okuyor? Buna bir örnek olarak yasal partilerin en görüneni, kamuoyu önünde belli bir gövdeye sahip olan TİP’i inceleyelim. Bu parti, cinnet geçiren Türkiye’de akıllı uslu ve iyiliksever insanların partisi durumundadır; bu yapısıyla çıldırma aşamasına gelmiş Türkiye toplumu ile ciddi bir doku uyuşmazlığı içindedir. Türkiye’nin canı yananları, özellikle gençleri, makul sözler duymak istemiyor; zorbalardan hesap sorabilecek kararlı bir ses ve buna uygun pratik bekliyor. TİP, Türkiye’de kendisine yakın belirli bir kesime seslenmekte ve ilgi görmektedir. Bu tabana hoş görünen, bu tabanın hoşuna giden konularda iyi konuşan yöneticilere sahiptir. Ama faşizme karşı mücadele ve devrim gibi zor ve belalı işler için; kabaran bu öfkeye kanal oluşturmakta umutsuz bir vakadır. Burada TİP için söylediklerimiz tüm yasal sol partiler için geçerlidir hatta TİP bunlar arasında en canlı ve hareketli olandır. Öte yandan eleştirilerimize rağmen bu partiler tartışmasız olarak dost ve müttefikimiz olarak devrim cephesindedirler.
Burada durmayalım, aynı zamanda devrimci güçlerin tavrını da masaya yatıralım. Semptom dediğimiz bu vb. gelişen tüm olayları, iş cinayetlerini, kadın katliamlarını, Narin vahşetini, MESEM’de kıyılan gençliği, yeni sokak çetelerini, devlet ve mafya iç içeliğini, faşist saldırıları vb. uzatabileceğimiz tüm olayları, devrimci güçler nasıl analiz ediyor? Lafı uzatmadan çuvaldızı kendimize batıralım; bütün bunları kötülükler olarak alıyor, teşhir ediyor ve bunları bu düzene şikayetçi bir dil kurarak teşhir ettiğimizi düşünüyoruz. Bu tarz kurulan dil ile sistemin dışına çıkamıyor, bir anlamda eski “güzel günleri” burjuva hukukunu davet ediyor. Burjuva hukuku ve yasalar üzerinden yapılan eleştiriler; şunu da yaptılar, bunu da yaptılar, bunlar yasal değil, yasaları çiğniyorlar şikayetlerinin hepsi eski burjuva düzene çağrıya dönüşüyor. Ve haliyle buradan devrimcilik çıkmıyor, buradan muhaliflik çıkıyor, buradan meslekten siyasetçilik çıkıyor. Şikayet edilen bütün bu saldırılar, faşistleşme sürecini derinleştiriyor. Şikayetçilik üzerinden devrimci bir eleştiri kurulamaz. Devrimci eleştiri için şikayetçilik ve yasallığa davet değil; yıkıcı bir çağrı ve yeni bir dil kurmamız gerekir. Bu anayasacılık, demokratik cumhuriyetçilik üzerinden hukuksuzluk itirazları, bütün bunların hepsi, sonuç olarak hiçbir devrimci ve yıkıcı ajitasyona dönüşmüyor; en fazla eski güzel günler hayalini veya CHP’ciliği çağrıştırıyor.
Semptomlar olarak tanımlanan olaylar, toplumu derinden sarsacak kan dondurucu gelişmeler, bir tarihlerde tüm kitleleri yerinden zıplatacak olaylar, bugün toplum tarafından adeta kanıksanmış durumda. Daha da vahim olanı, sol veya devrimci analizler içinde de sıradanlaşmış olmaları. Bu duruma sadece ‘kötü işler’ demek, bir bilinç yaratmıyor; öfkeyi bilemiyor ve bir kıvılcım da çıkartmıyor. Kısacası, siyasal tahlillerimiz ne düşmana etki ediyor ne de kitleleri kızıştıracak bir sonuç açığa çıkarıyor. Bu, bir dünyasal atmosfer; ancak nesnellik bu diyerek olgulara teslim olamayız. Bu edilgen toplumsal atmosfer, aynı zamanda dünya devrimcilerinin eksiklikleri ve hatalarından ayrı değerlendirilemez. Bu atmosferi, tersine bir katostrofa, devrimci bir fırtınaya çevirecek dili ve eylemi yaratma zamanıdır.
Nasyonal sosyalizm canlandırılıyor
Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir faza geçmiştir. Türkiye siyasetini, devletini daha önemli olarak toplumsal yaşamı 45-50 yıldır allak bullak eden savaş ortamı, en azından bir ara aşama olarak farklı bir düzeye evrilmiştir. Bu değişimi de iyi anlamamız lazım; demek ki biz bir sene önceki Türkiye’den daha farklı bir Türkiye’deyiz. Bu koşullarda, Kürt hareketinin başlattığı yeni süreç, halkların stratejik ittifakını yeniden tarif etmeyi zorunlu kılan köklü değişimler dayatmaktadır. Bu durum aynı zamanda, Türkiye devrimci hareketinde bir döneminin kapandığını ve yeni bir döneme geçtiğimizin göstergelerinden biridir.
Türkiye’de Saray faşizmine öfke yükselirken bunu gölgeleyecek çok ciddi bir ulusalcı, gerici, şoven dalga oluşturuluyor. Kürt hareketinin teorik yönelimlerine karşı ideolojik mücadeleyi kararlı olarak sürdürürken, bu azgın ırkçı dalgaya alan açmamaya azami dikkat gösterilmelidir. Bu yükseltilen ulusal hezeyan, keskin bir anti-komünizm ve tehlikeli bir gerici katliam eğilimidir. Ulusalcılık, tüm gericiliklerini tüketen TC devlet ve sermayesinin yeni ideolojik cephanesi ve karşı-devrim silahı olmaya adaydır.
Bilinçli veya bilinçsiz Kürt düşmanlığı temelinde köpürtülen şovenizm dalgası, Saray faşizmine karşı yükselen tepkiyi Kürtlere döndürmeye çalışıyor. Beyni şovenizmle zehirlenmiş ulusalcı geniş bir kesim, ırkçı-faşist kesimle Kürt düşmanlığı ekseninde birleşiyor. Saray’a karşı yükselen öfkeyi Kürt halkı üzerine döndürmek gibi uğursuz bir siyaset güdüyor. Tüm yaşanan krizlerin sebebi Kürtlerdir, diyecek kadar cinnet halinde bir tepki örgütleniyor. Sol ulusalcılık, giderek nasyonal sosyalist çizgide derinleşiyor; bu, Türkiye’de yeni bir durumdur. Türkiye’nin geleneksel dinci ve milliyetçi partileri zayıflasalar da hala toplumun bir kesiminde etkisini sürdürüyorlar; ama çok çürümüş ve yıpranmışlar, toplumda bir heyecan yaratmaktan çok uzaklar. Bundan dolayı taze kuvvet olarak, yeni bir ulusalcı sola çalan nasyonal hareket, devlet ve sermaye tarafından piyasaya sürülüyor.
Soldaki ideolojik erozyon tehlikeli boyutlardadır. İsmi TKP olan ve sureti haktan Marksist hatta Leninist geçinen parti, adı derin devlet veya gerçek adıyla kontrgerilla ile anılan paşalarla ortak politik metinler imzalamaktan gocunmuyor; hatta bunu devrimcilik adına bir öncü tavır olarak savunuyor. Bu parti, dönemin siyasal taktiğini, yalnız Türkiye’de değil, bölge çapında Kürt halkının kazanımlarını önleme hedefine oturtmuş olarak İYİP ve Zafer Partisi faşistleriyle yarışıyor. Ulusalcı geçinen kontrgerilla eskileri en az AKP’nin dinci, faşist kadroları kadar halk düşmanı ve anti-komünistirler. Geçmişte, Doğu Perinçek’in partisinde kontrgerillacılar toplanmaya başlayınca, bu partinin bazı elemanları sert eleştiriler yaparak ayrıldılar. Sürekli Marksizm adına ve Marksist terimlerle konuşan TKP adını kullanan partinin geniş örgüt yapısı içinde kontrgerillacı paşalarla ilişki, hiçbir rahatsızlık yaratmıyor. Daha önemli olarak, tüm devrimci harekette de bu konuda ciddi bir duyarsızlık hakim. Bu gelişen eğilim, tüm devrimci değerleri hiçleştiren ve tüm devrimci hareketi, nasyonal sosyalizme doğru yumuşatıyor. Bugün yükseltilen bu ulusalcı dalga kesin olarak bir devlet siyasetidir ve sol, halkçılık ve ilericilikle hiçbir ilişkisi kalmamıştır; Türkiye tipi nasyonal sosyalizmdir. Gelişen bu yeni tehdit; nasyonal sosyalizm, bildiğimiz azgın anti-komünizmdir ve tüm devrimcilerin, sol-sosyalist hareketin düşmanıdır.
TKP adını kullanan parti, Marksist kavram ve kategorilerle konuşuyor ama birçok konuda anın politikasında eski devlet eliti asker ve benzeri tasfiye edilenlerle aynı siyasal taktikte buluşuyor. Birileri klasik şovenist sloganlarla, TKP sol jargonlarla aynı taktikte ortaklaşıyor; devletin Kürt siyasal hareketiyle görüşmesini “uçuruma sürüklenmek” olarak görüyorlar. Tam bu Kürt düşmanı, ırkçı şovenist dalganın köpürtüldüğü dönemde, TKP’nin tüm bu eski kontrgerillacılarla imzaladığı “uçurum” bildirisinin zamanlaması bunun göstergesidir. TKP ve onun gibi ulusalcılığa yaslanan kimi sol çevreler, genel sol ortamlarda bilinçlerde ciddi tahribat yaratmaktadır. Hem kafa karışıklığına karşı hem sol içinde ulusalcı sapmaya karşı bugün ideolojik mücadele öndedir, bu görev hem tüm devrimci komünist güçlerin hem de TKP içindeki komünizme inanan güçlerin önündedir.
Kürt ve Türk halklarının çoğunluğu Saray yıkılsın istiyor
Ana halka faşizmin yıkılmasıdır ve bu, bugün birçok devrimci örgütün programından yer almaktadır. Faşizmin yıkılması bir anda olacak bir şey değildir, içinde değişik mücadele biçimlerini taşıyan uzun bir siyasal mücadeleler sürecidir. Bu süreç içerisinde, devrimci güçler adım adım öncülük rolünü oynayabildiği oranda, bu süreci en ileri devrimci hedeflere taşıyabilirler. Bizzat bu anti-faşist iktidar mücadelesi, bizi politik bir devrime, tam anlamıyla sistemin tümünü alt eden, devleti parçalayan politik bir devrime de ulaştırabilir, güç dengelerine göre daha geri aşamada da sonuçlanabilir. Komünistler her koşulda kendi devrim stratejisi ve programından taviz vermeden kararlılıkla mücadelesini sürdürür.
Faşizme karşı mücadele sorunu doğru kavranmıyor; “faşizmi yıkacağız” sloganı atan birçok çevre, neyle karşı karşıya olduğunun tam bilincinde değil. Bu konuda yazılanlar; bir takım talepler sıralanır, öneriler yapılırsa gerçekleşecekmiş gibi bir hayal alemini ifade ediyor. Bir iktidarı devirmek zor bir iştir, faşizmi yıkmak ise iki misli zor; karmaşık ve kanlı süreçlere gebedir. Olmayan yasal cendere içinde, hiçbir güvenlik tedbiri düşünmeyen birçok sol çevre; şöyle olsun, böyle yapılsın, şunlar birleşsin diyerek faşizmle mücadele edilebileceğini sanıyor. Faşizmle mücadele hayat memat meselesi, varlık yokluk sorunudur. Bugün faşizm ve iç savaştan söz edenler, mutlak surette profesyonel ve öz savunma yapabilecek güçler yaratmak zorundalar. Ancak bu biçimde konumlanmış ve mevzilenmiş güçler, bugünkü egemenlik aygıtlarıyla mücadele edebilir. Bu tür hazırlıkları olmayanlar, yalnızca sivil siyasal mücadele yöntemleriyle sınırlı kalanlar, kendilerini faşizmin ve faşizmle iç içe devlet kuvvetlerinin insafına terketmiş olurlar.
Bugün faşizm klasik Almanya, İspanya veya yakın dönem Şili faşizmi gibi olmayabilir ama Türkiye devletinin derinleri tüm bu devletlerden daha kanlı soykırımlarla doludur. TC devleti, modern ve çağ dışı karmaşık bir faşist ve gericiler koalisyonudur. İçerde dev TC devlet bürokrasisi, TSK, MİT, kontrgerilla, tarikatlar, mafya, ırkçı MHP faşistleri, AKP ve dinci selefi faşizmi, Türk nasyonal (ulusal) faşistleri, Hizbulkontra, Türk IŞİD’i vb. cihatçılar, JÖH’ler, PÖH’ler… Hepsi birbirinden azılı kana susamış halk düşmanlarıdır. Bugün devletin kurucu partisini hedefe yerleştirdiler. 15 Temmuz’da ne yaptılar; aynı inanca sahip Müslüman ve din kardeşiyiz diyenler ellerinde ne varsa birbirlerine fırlattılar, uçaklarla bombaladı, birbirlerinin boğazını kestiler. Devrimcilere ve Alevi muhaliflere neler yaptıklarını Maraş ve Çorum katliamları, Sivas yangını, Gazi Katliamı vb. binlerce katilliklerden biliyoruz.
1960 sonlarından beri Türkiye içinde iç savaş rejimi hüküm sürüyordu, bir tarihten itibaren Türkiye’de sınırlar dışında da aktif bir savaş rejimi hüküm sürmektedir. Bu askerileşme ve faşist saldırganlık, hazırlık aşamasında değil; adım adım yükselerek pratikleştirildi. Devlet aygıtlarıyla birlikte sivil faşist ve dinci silahlı güçler, iç içe geçmiş olarak toplumun tüm gövdesini ağ gibi sarmıştır. Aslında bunlar çok da yeni olgular değil, şiddet ortamı bu kadar gerilmemişken bile 1970 sonlarında Maraş ve Çorum’da yaşananlar hatırlanmalıdır. Bugün tüm Türkiye, Maraş ve Çorum’daki caniliklerden daha saldırgan bir ruh haline sokulmuştur. Ve tüm bu saldırganlığın komuta merkezi Saray ve devlettir. Devrimci güçlerin yasadışı mevzileri zayıf, yasal mevzileri kuşatma altındadır. Her iki alanda da muazzam örgütlü, hazırlıklı ve tepeden tırnağa silahlı, katliamcı güçlere bu araçlarla karşı koyamayız. Faşizmi yıkmaktan söz ettiğimizde, karşımızdaki güçlerin bunlar olduğunu bilmek ve bu katliamcı sürülerle dövüşecek örgüt, mevzi, araç ve gereçleri hazırlamak için zaman kaybetmemeliyiz. Buraya kadar söylenenlere itiraz edenlerin önerilerini bekliyoruz. Değişik devrimci ve sosyalist örgüt ve partiler bir yanıyla tehdidin farkındalar. Cafcaflı lafların, dolambaçlı sözlerin zamanı değil. Uçak, tank, bomba, silah, faşist milisler, dinci katil sürüleri, mafya tetikçileri, devlet üniforması giydirilmiş IŞİD, JÖH ve PÖH’ler salon toplantıları, demokrasi temennileri, vicdan sızıltılarıyla yenilemez.
Faşizme karşı mücadelede her türlü sekterlik öldürücü her türlü doktrinerlik gerileticidir. Bu tür hatalara düşmeden ama devrim hedefimizi unutmadan geniş cepheyi inşa etme yaratıcılığını göstermeliyiz. Komünistlerin devrim programı, daha ileri hedefleri içeriyordur ama bugün öne çıkan acil devrimci adım faşizmin yıkılmasıdır ve buna cevap verecek anti-faşist bir iktidar programıdır. Faşizm ve anti-faşist mücadele, daha derinleştiği ve sertleştiği aşamada, kimse bu kavganın dışında kalamaz; en küçük birimlerine kadar tüm toplumu içine çeker. Bu aşama, toplumdaki binbir çelişkinin iç içe geçtiği, toplumun bütün kesimlerinin karşı karşıya geldiği mahşeri bir hesaplaşmadır. Değişik sınıfların, değişik amaçlarını gözeterek, kendi cephemizi en geniş biçimde örerken, düşman cepheyi olabilen en dar sınırlara hapsetmek esastır. Tartıştığımız, faşizmin yıkılmasıdır; bunun için devrim programlarında anlaşmak gerekmez, dönemin aciliyeti olarak faşizme karşı tutulması gereken yol, yöntem, örgütlülük, mücadele biçimleri ve araçlarda ve hedeflerde anlaşmak yeterlidir.
Faşizme karşı doğrusu yanlışıyla çok zengin bir deney birikimine sahibiz. Faşizme karşı birleşik cephe gerekliliği genel kabul görmektedir; ama en geniş güçleri birleştiren tüm cepheler başarılı olmamıştır, faşizmi gerilettiği yerlerde bile burjuvazinin iktidarı güçlenerek çıkmıştır. Öte yandan faşizme karşı en geniş güçleri birleştirerek, faşizmi devrimci zor gücüyle yıkan mücadeleler, devrimcilerin iktidarıyla sonuçlanmıştır. Bunlardan en bilinen iki örnek Bulgaristan ve Nikaragua devrimleridir. Bulgaristan’da faşizme karşı kurulan Vatan Cephesi’nin programı, bildiğim kadarıyla dokuz madde ve tek sayfadan ibarettir. Birinci maddesi, Nazi işgalinin kırılması ve işbirlikçi faşist iktidarın tasfiyesidir. Diğer tüm maddeler demokratik haklar ve tüm özgürlük taleplerini içermektedir; bunların içinde tek bir sosyalist talep yoktur. Nazi işgalini defeden askeri güçleri kontrol eden Bulgaristan Komünist Partisi, önce demokratik halk devrimini ilan etmiş ama kısa bir zaman sonra özeleştiri yaparak sosyalizmin kuruluşuna geçmiştir. Nikaragua’da içinde klasik burjuva partilerinin de yer aldığı atmıştan fazla örgüt ve kurumun oluşturduğu cephe, Somoza oligarşisini yıktığında, süreç direk silahlı devrimci güçlerin iktidarıyla sonuçlanmıştır.
Bu deneyler ışığında Türkiye gerçeğine daha yakından bakalım ve somut nesnelliğe göre anti-faşist bir devrim hedefi, nereye oturuyor netleştirelim. Bütün göstergeleriyle 20 yılı aşan dinci gerici iktidar, toplumun büyük çoğunluğunu tehdit eder duruma gelmiştir. Burjuva kamuoyu yoklamaları bir yana ülkenin dört bir yanında yükselen feryat ve öfkenin gösterdiği toplumun üçte ikisinin Saray iktidarına karşı olduğudur. Türk ve Kürt halklarının çoğunluğu, sosyalist bir iktidar için hazır değildir ama kesin olarak Saray yıkılsın istemektedir. Ama Saray faşizmi, iktidarı hiçbir koşulda terketmek niyetinde değil. Bu özel bir durumdur ve anın devrimci görevi, toplumun çoğunluğunun isteği ve beklentisini devrimci bir kanala akıtmanın siyasetini oluşturmak, örgütünü kurmaktır.
Devrimci güçlerin bir kesimi kendi beyanlarıyla faşist diktatörlüğün yıkılmasını stratejik öncelik olarak ilan etmiştir. Bu, bugün bütün programları ortak kesen tespit olmanın ötesinde ve daha önemli olarak Türk ve Kürt halklarının çoğunluğunun talebidir. Burası çok önemlidir ve politik olarak dayanacağımız asıl mevzimizdir. Devrim iddiasındaki güçlerin acil görevi, halklarımızın arzusunu politik ve örgütsel bir güce dönüştürmektir. Bu yönde atılacak ciddi adımlar, hiç tereddütsüz halk çoğunluğunun özlemleri ve giderek gücünü arkasında toplayabilir. Halkın çoğunluğuyla, “mevcut iktidar gitsin” temelinde ortaklık kurmuşsak, bu büyük bir güçtür; bunun gerekleri yerine getirildiğinde devrimci yükseliş, her zamankinden daha yakıcıdır. Bu temellerde başlayacak bir mücadele, örgütlerin programlarındaki devrim hedeflerine varmayabilir; ama devrimci durum için ve öncülük iddiasındaki tüm devrimci güçler için, büyük olanaklar demektir. Bugünden yarına bir iktidar hedefi değil; uzun vadeli bir mücadele programı, içinde değişik mücadele biçimlerini taşıyan uzun süreli bir hazırlık gerektirir. Böylesi bir dönemi, faşist rejimi sarsıp savuracak bir fırtınaya dönüştürebilmenin yolu, mücadeleyle açığa çıkan dinamikleri ve kitlesel potansiyeli daha ileri hamlelere ve faşizme karşı daha şiddetli eylemlere çekmek için cüret etmektir.
Bugün değişik çevrelerde hakim olan; devrim güçlerinin darmadağınık ve güçsüzlüğünün oluşturduğu, çok da haksız diyemeyeceğimiz devrim düşüncesine umutsuz yaklaşımlarla ciddi olarak tartışmalıyız. Bütün dünyada basbayağı şiddetli bir sancı var; toplumlar, canhıraş çabalarla sokaklara dökülüp sarayları ateşe verir ve diktatörleri yıkarken, devrimci siyasal öznelerin yok hükmündeki durumu ise dehşet bir çelişki yaratıyor. Bu duruma bakan devrimci sol örgütlerin ve aydınların geniş bir kesimi, özet olarak kafalarında şu soruyu soruyorlar: Çok zayıfız, bir yığın örgüt, bir eylemde birkaç yüz kişiyi geçemiyoruz; bu cüsseyle bu işlerin neresindeyiz; bir program yapmakla, strateji çizmekle devasa düzen güçleriyle nasıl mücadele ederiz?
Düz siyaset okuma böyledir ve böylesi bir bakışla bu sorunun cevabı umutsuz vakadır. Asıl soru, bugünün dünyasının devrimci okumasının nasıl yapılacağıdır. Gerçi toplumsal hareketliliğin ve çelişkilerin bir matematik, fizik problemi gibi çözüm formülü yok. İkincisi, siyaset teorisinin içinde de her döneme ilişkin hazır formüllerimiz yok. Çelişki, burada ve bu çelişkinin hemen yanı başında kitle hareketlerinin ve devrimsel gelişmelerin tarih içinde beklenmedik biçimde akışları sürüyor. Gerek kitlesel isyanlar, gerek siyasal hareketler, düz çizgide gelişmiyor; sıçramalı olarak devrimci biçimde gelişiyor. Bu altüst oluş dönemlerinde, kitle yaratıcılığı muazzam biçimde canlanıyor; bin bir türlü dinamik, değişik kanallardan tek bir hedefe, iktidarları yıkmaya doğru akıyor. Bu dönemlerin dinamiği ve eşitsiz gelişme; geç kalanı, geriden geleni, en ileriye iterken zayıf olanı da ileri fırlatıyor.
Kitle hareketleri de devrimci örgütler de düz bir çizgide gelişmiyor; yavaş yavaş büyümüyor; sıçramalı biçimde zuhur ediyorlar. Yoktan var olmuyorlar, bir birikimin içinden çıkıyorlar; ama o birikimi ve beklentileri tersine doğru akıtıyorlar. Devrim partileri ve devrimler böyle gelişir; reform ve devrim arasındaki fark da budur. Reformcu, görünenden hareket eder; devrimci, görünmeyen dip dalgayı sezerek tersine, akıntıya karşı harekete geçer.
Faşizme karşı mücadeleyi amaçlıyorsak, mücadeleye bütünden bakmak zorundayız; sadece bir kesimden, bir mahalleden, bir okuldan, bir küçülmüş sol binadan bakmamamız gerekir. Biz parçalara daralan, alanlara daralan, kesime daralan, örgütlere daralan bu geri ve dar dünyamızı altüst etmekle yükümlüyüz. Faşizmi yıkma iddiasıyla yola çıkanlar, bütün bu parçalardaki dinamikleri birleştirecek siyaseti tartışmak zorundadır. Bütün bu parçalardaki rahatsızlıklar, sistemdeki patlayıcı muhalefet dinamiklerinin göstergesidir, bu dinamikleri hangi eksenler üzerinden ve hangi siyasal, örgütsel hedeflerde birleştirebiliriz? Bu soruya; işçi sınıfını kazanmak, direnişlerin içine yerleşmek, sınıfa güvenerek ve sınıfı özneleştirerek bizzat içine girip çalışmak diye cevap verenler, hiçbir şey söylememektedir. Bir duayı terennüm edercesine tekrarladığımız bu sözlerle yıllarımız geçti ve hala aynı amentüleri tekrar edenler çok. Bu devrimci siyaset değil, çaresizliktir. Dolaysıyla bu tür temennilerden, yapalım edelim edilgenliğinden çıkalım; devrimci bir perspektif koyup, inatla ve ısrarla faşizmi yıkacak devrim hedefini kitlelere taşımak için yeni yollar, yöntemler, sloganlar, hareket biçimleri yaratmak için çalışalım.
Bir iktidar alternatifi yaratmak, bir arı peteğini örmek gibi muazzam bir çaba ve kolektif emek gerektirir ve bu güncel devrimci kavga içinde kurulur. Ama örgütler, günlük çalışmalarla, tek tek birilerini örgütleyerek, torbaya seçilmiş insan doldurarak sıçrayamazlar. Devrim örgütü, karanlıkta bir ışık yakar, bir yol açar ve inatla o yoldan yürür. İnsanlar, zaten bir kıvılcım bekliyordur, ışığa doğru döner ve kendiliğinden o yolun içinde, örgüte doğru akarlar; o ışık tutulan yol ve mücadelenin kendisidir. Bugün bütün geriliklerimize, ağır sorunlarımıza rağmen, nasıl edeceğiz, nasıl yapacağız, olur mu olmaz mı ikircikliğinden kurtularak bu sorulara verilecek cevap; devrimci ana halkayı tespit edip sıkı sıkı tutmak, bu konuda tüm devrimci ve anti-faşist güçlerle ortaklaşmak ve ana halkayı diğer tüm devrim dinamikleriyle sağlam bağlayıp, bilincimiz ve tüm gücümüzle Saray faşizmini yıkmak için hazırlanmaktır.
Faşizme karşı güçlerin birliği ve devrimci birlikler konusunda yanlış bir eğilim, geniş bir kesimde hakim oluyor; “herkes kendi işini yapsın karşılaştığımız yerlerde bir araya geliriz.” Bu en can alıcı sorun, kendiliğindenciliğe bırakılamaz. Zaman daralıyor; güncel siyasal kavganın keskinliği ve her aşamada daha sert ve şiddet içeren biçimler alması, her geçen gün aleyhimize işliyor. Faşizme gerçekten karşı durmak isteyen güçlerin, şu veya bu biçimde devrimci bir odağı siyaset sahnesine bir savaşım gücü olarak hazırlaması, zamana ve kendiliğindenliğe bırakılamaz. Bu en kötü ve gizli teslimiyettir.
Buraya kadar söylenenleri bir ana fikirde toplamak için, şunları söyleyebiliriz: Faşizmin ve düşmanın gücünü ve öznel olarak devrimci güçlerin durumunu düşündüğümüzde, aradaki açı kendiliğinden kapanmaz. İkincisi, bu yalnız pratik adımlarla da kapanmaz. Üçüncüsü, bu sadece politik bazı çıkışlarla da kapanmaz. Bu, çok daha temelli ve hayati bir sorundur. Derdimi bir başka dille şöyle anlatabilirim: Değişen zamanın ruhu, tüm mücadele güçlerinden yaratıcı ek girdiler gerektiren bir dönemi işaret ediyor. Artık şimdiye kadar denenmiş tüm örgütler, mücadele yöntemleri ve tarzları, savaşım araçları, kitlelerle ilişki kurma biçimleri, ajitasyon ve propaganda dilinden, teorik aklımıza kadar evrensel ve yerel tüm devrimci birikimimize yaratıcı ek girdiler gereken bir dönemdeyiz. Kendimizi siyasal sahnenin en uç, en aşırı kanadına yerleştirerek, tüm kapitalist aleme hodri meydan demeye cüret etmeliyiz. Başka türlü bu dünya cangılında devrimcilere varlık hakkı yok. On binlerce insanın, kadın çocuk demeden göz önünde katledilmesinin hiçbir karşılığı yoksa; öyleyse bu zamanda bizi bağlayan hiçbir yasayı, kanunu veya uluslararası kural ve kaide tanımıyoruz! Devrimcilerin, bu katiller hakimiyetini yıkmak için girişeceği her eylem, meşrudur ve yaşam savunusudur!
Mehmet Güneş
Kaynak: Sendika.org
[1] Geç faşizmin hızı, yeni konjonktür ve sosyalist strateji (https://sendika.org/2025/09/gec-fasizmin-hizi-yeni-konjonktur-ve-sosyalist-strateji-732751)
[2] Başka bir yol yok mu? (https://sendika.org/2025/08/baska-bir-yol-yok-mu-731105)
[3] Mücadelede yeni bir yükseliş dönemine girerken (https://sendika.org/2025/09/mucadelede-yeni-bir-yukselis-donemine-girerken-733802)
[4] Sosyalistlerin yol haritası: Yeniden sosyalist devrimci siyaset (https://sendika.org/2025/09/sosyalistlerin-yol-haritasi-yeniden-sosyalist-devrimci-siyaset-733286)
[5] Sokağın bir iktidar stratejisi olmalı: Ya Saray’a yürüyeceğiz ya Saray’a yenileceğiz! (https://sendika.org/2025/09/sokagin-bir-iktidar-stratejisi-olmali-ya-saraya-yuruyecegiz-ya-saraya-yenilecegiz-732638)
