Tarih kadar derin sorunlarımız var. İnsan an’da oluşan, kendinde bir varlık değil. Farkındayız veya değiliz her an evrenle (doğayla), toplumla, tarihle, teknik-teknolojiyle diyalog halinde kendimizi yıkar ve yeniden kurarız. Yani kendimizi kavramak, yıkmak ve inşa etmek gibi bir derdimiz varsa bu bileşkenin oluşturduğu bütünlüğü, bu bütünlüğün diyalektiğini kavramak zorundayız.
Biz, bir dünyadan örgüte geliyoruz. Bu dünya, sermaye ağının, meta ilişkilerinin hakim olduğu, erkek-“beyaz” egemen, anti-ekolojik… bir dünya. Bu dünyada çeşitli roller, düşünce ve pratik biçimleri ediniyoruz. Ben komünistim deyince bu rollerden soyutlanamıyoruz.
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserinin önsözünde, Engels’le birlikte yazdıkları Alman İdeolojisi kitabı hakkında şöyle der: “1845 ilkyazında, o[Engels] da gelip Brüksel’e yerleştiği zaman, birlikte çalışmaya ve Alman felsefesinin bakış açısı karşısında kendi bakış açımızı oluşturmaya karar verdik: bu, gerçekte, bizim geçmişteki felsefi bilincimizle hesaplaşmamızdı. Bu planımız, Hegel-sonrası felsefenin bir eleştirisi biçiminde gerçekleşti. Elyazması, formalar halinde, iki cilt olarak, Vestfalya’daki yayınevi sahibinin elindeydi ki, yeni gelişmelerin yapıtın basılmasını olanaksız kıldığını öğrendik. Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, elyazmasını, farelerin kemirici eleştirisine seve seve terkettik.” Biz veya örgüte gelen yoldaşların da ideal bir dünya görüşü var. Bir optikten dünyaya bakıyoruz. Gözümüz neye baksa meta görüyoruz, para, haz görüyoruz, arzu görüyoruz, burjuva hayaller görüyoruz. Tarihi, evreni çok önemsemiyoruz belki de. Veya ne işime yarar deyip pragmatist, anlık faydacı bir pencereden bakıyoruz. Toplumla aramıza setler çiziyoruz, karşılıklı etkileşimi göremiyoruz. Toplumu ve toplumsal ilişkilerin ürünü olan birey olarak kendimizi değiştirme hayaliyle çıktığımız yolda toplumdan koparak cemaatleşiyoruz. Çünkü toplum-birey diyalektiğini kavramada eksiğiz. Görme biçimimiz buna uygun değil. Marx-Engels, Alman İdeolojisi’nde kendi görme biçimleriyle hesaplaşır ve yeni bir görme biçimi edinirler. Bu bağlamda bizim kendi görme-algılama biçimimizle hesaplaşmaya ve yeni bir görme biçimi edinmeye ihtiyacımız var.
Kendimize veya herhangi bir bireye baktığımızda sınıfsal ilişkilerden, toplumdan azade, kendinde bir birey görüyorsak, görme biçimimizde bir sorun vardır. Ya da tersten seni, kişiliğini, karakterini oluşturan şeyleri anladığında kendini şekillendirmen, kader ağını parçalaman olasıdır. Uçuş kanunlarını bilmiyorsak, elimizde buna uygun malzeme yoksa uçamayız. Benzer şekilde toplumsal, tarihsel eğilimleri, tekniğin bu toplumla bileşkesinin eğilimini, evrensel yasaları kavradığımızda bu bileşkeye yön vermemiz daha olasıdır. Başka bir deyişle biz tarihin, toplumun, evrenin, tekniğin bileşkesinin bu andaki bir ürünüyüz. İnsanın-toplumun yeniden üretiminde bir değişim-dönüşüm yaratmak istiyorsak, tüm bunların nasıl işlediğini, tarihsel eğilimlerini kavramamız gerekir.
Olumsuzu kavramak ve bir yay gibi gerilmek
Öte yandan Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske adlı eserinde şöyle der. Mealen “Siyahlık, zencilik kimliğini-kültürünü analiz ediyorum. Analiz etmekteki amacım onu parçalamaktır.” Elbette sadece dışarı bakarak bu analizleri yapmaz. Zaten bu yönelimindeki esas, kendinde bir rahatsızlık hissetmesidir. Fransız sömürgesi olan Antiller ülkesinden olan Fanon, Fransız, batı, beyaz hayallerle büyümenin onun kişiliğini oluşturmuş olmasının rahatsızlığı hisseder. Bu çarpışma üzerine temel görüşlerini oturtur ve diğer siyah ve zencileri analiz eder.
Bir başka yerde siyahın, zencinin nasıl yabancılaştığını belirtir. Analizleri siyahın-zencinin kendisini kavraması temellidir. Eleştirisindeki amaç, siyah insanı yıkıp yeniden kurmaktır. Fakat Fanon, siyahın bir kez yabancılaşmasına karşın, köleleşmenin uygulayıcısı beyazın iki kere yabancılaştığını belirtir. Bu bakımdan biz, ezen ulus devrimcileri olarak daha güçlü eleştiri ve özeleştiri temelinde kendimizle ve toplumla diyaloğu-kavgayı sürdürebilmeliyiz. Kendimizi-değdiğimiz insanları değiştirmek, yeniden yaratabilmek için daha güçlü bir toplum-tarih-kendi kavrayışına ve eleştirisine ihtiyacımız var. Yani kendimize baktığımızda evrenin bir ürününü, içinde yer aldığımız sınıfsal/toplumsal ilişkilerin bir ürününü, tarihin bir ürününü görebilmeliyiz. Aynı şekilde topluma bakınca ondaki hiçbir özelliğin bize yabancı olmadığını kavrayabilmeliyiz. Kendimizi analiz ederek parçalayabilmeli ve yeniden doğabilmeliyiz. Diğer yandan genellikle toplumsal eleştiriler dışarıda bir dünya, bizimle alakası olmayan bir dünya eleştirisi gibi yapılıyor. Biz zembille bu dünyaya inmediysek, bu eleştirinin bir de özeleştiri boyutu olmalı. Öte yandan Fanon’un tespiti erkek-kadın için de geçerlidir. Kadın, tarihsel bağlamda erkek tarafından köleleştirilmiştir. Kadın bir kez yabancılaşma yaşadıysa, onu köleleştiren erkek iki kere yabancılaşmıştır.
Hegel’in deyimiyle “Bir şeyi ilerletecek olan onun içindeki olumsuzdur.” Bir başka deyişle çelişkidir. Benim birçok çelişkim olabilir ama ben bunun ne kadar farkındayım? Ya da bir çelişkinin farkındayım ama çok da derinleşemiyorum, üzerine gitmekten korkuyorum. Ama çelişkimizin her an farkında olarak üzerine gitme temelli anlayışı yakalarsak yerimizde duramayız. O çelişkiyi aşmak için her an düşünür ve harekete geçeriz. Çelişkinin derinliğini hissettikçe aşmak için kolektif olarak daha çok çabalarız. Kapitalist savaş dünyasının çelişkisini her bir yoldaşımıza hissettirmeye, bu bağlamda dünya ve kendiyle bir gerilime sokmaya çalışırız. Bu anlamda çelişkinin derinliği ve çelişkiyi aşma çabası bizim motor güçlerimizden biridir. Pratiği, eğitimi çelişkiyi-olumsuzu fark ettirme, derinleştirme ve harekete geçirme temelinde kurarız.
Bu yönelim her anlamda bir derinleştirmeyi gerektirir. Derinleşmeyle birlikte yeni formülasyonlar, sloganlar, tanımlamaları elbette yakalayacağız. Kurucu kadro açısından sorunun büyük bir kısmı da, bu derinleşmeyi yaşamadan, yakalamadan doğrudan kimi formülasyonlarla, sloganlarla buluşmamız. Yüzeylerde dolaşan bir kuruculuktan bahsedemeyiz. Ki zaten çağımızın en büyük hastalıklarından, eğilimlerinden biridir yüzeysellik. Her gün tonlarca bilgi alıyoruz; fakat bunlar bir bilinç, bir derinleşme yaratmıyor. Bir analiz çıkaramayız bu bilgilerden. Bilgi tek başına bilinç demek değildir. Bilinç belli bir konuda yöntemlice derinleşmeyi gerektirir. Fakat bugünün bireyci insanı ben bilirimcidir.
Kapitalist sistemi yıkabilmek için, en alttakilerin öncülüğü iddiasıyla yola çıkıyoruz. En alttan ileriye fırlamak için eşitsiz gelişimi esas almalıyız. Osmanlı, bir dönem bilinen dünyanın hakimiydi. Avrupa geri kalmıştı. Bu durum Avrupa’yı bir arayışa soktu. Dünyayı tersten dolanmaya çalışırken kendi yolunu açtı. Elbette mesele bu kadar basit değil. O pusulayı bulduran bir bilim var. O bilime olan açlık hissiyatı var vs… Burada buna daha fazla derinleşemeyiz.
Sözgelimi ben bilirim diyen, çelişki hissetmeyen, bu dünyada ortalama yaşam süren bir insan, ne uzar ne kısalır. Kendince yaşar gider, yerinde sayar veya hayat onu geriye düşürür. Fakat geride olan, geriliğini kavrayan, evren-tarih-toplum-teknik biliminin kendi ihtiyacı olduğunu kavrayan, buradan beslenerek kapitalist üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişimi diyalektiğini ve karşıtlaşma dinamiklerin bilince çıkaran kadro, aldığı ivmeyle durmaz ve en ileriye fırlayabilir. Elbette boşlukta bir ivmeden bahsetmiyoruz. İvmeyi korumak için sürekli mücadele gerekiyor.
Bir ok gibi ileri fırlamak ve eşitsiz gelişim
Kendi bilincine varmak, kendini bu saydığımız dört temel başlık etrafında kavramak aslında ne kadar bilinçsiz olduğunu da kavramaktır. Çelişki kavrayışımız derinleştikçe bir yay gibi gerilip bir ok gibi öne fırlayabiliriz. O yüzden biz bilmediğimizi kabul ederek yola çıkarız. Çelişkisiz insan, ölü insandır veya çelişkiyi kabul etmeyen çelişkilerinden-kendinden kaçıyor demektir. Bu bağlamda çelişkinin kabulü ve çelişkiyi daha derinlemesine kavramaya-kavratmaya çalışırız. Bu, bizi eşitsiz geliştirecek, sıçramamızı sağlayacak temel yaklaşımlarımızdan biridir. Bu anlayışı her bir yoldaşımızda yaratmaya, ihtiyaç oluşturmaya çalışırız.
Diyebiliriz ki tarihin çok hızlı aktığı, dünyanın küçüldüğü, insan-insana ilişkilerin teknik anlamda kısaldığı ama sosyalite bağlamında mesafenin arttığı, toplumdan-dünyasal gerçeklerden kaçış alanı olarak bireyci dünyanın büyüdüğü, her şeyin yüzeyselleştiği… bir zaman diliminde, ben kimim sorusuna evren-tarih-toplum-teknik bileşkesinde yanıtlar aramak, çağı ve insanlık sorunlarını kavramamızda oldukça ön açıcı olacaktır.
Bugün gençlik, teknolojinin-bilginin üretimde başat rol oynadığı bir dünyaya doğuyor. İnsanlar doğduğu dünyayı bu dünyanın doğalı sanmaya meyillidir her zaman. Fakat içine doğduğumuz koşulları anlamak için biraz da geçmişe, bugünkü dünyayı yaratan sürece, sıçramalara, o sıçramaları neyin yarattığına bakmakta fayda var. Bu dünyayı anlamak için tekniğin tarihsel gelişim diyalektiğini, hangi koşullarda nasıl toplumssallıklar-sınıfsallıklar oluşturduğunu anlamak, özümsemek durumundayız. Bugünün teknolojisinin varoluş koşulları, geçmiş teknik buluşlarla mümkün olmuştur. Diğer yandan teknik ve insanı ayırmak çok önemli bir hataya sürükler bizi. Marx teknoloji için şöyle der: “Doğa makine yapmaz… Bunlar insan çabasının … ürünleridir… İnsan beyninin, insan eliyle yaratılmış organlarıdır; bilimin nesneleşmiş gücüdür.” Bu bağlamda bugün teknolojinin hiç olmadığı kadar hızlı geliştiği, tüm hayatımızı sarıp sarmaladığı, ama insanın da bir o kadar teknikle hemhal olsa da teknolojiye bir o kadar yabancı olduğu bir dünyadayız. İnisiyatifi ele alabilmek için yabancılaşmayı ortadan kaldırmak gerekiyor. Öyle ki bugün egemenler, ezilenleri bu yabancılaşma sayesinde yönetebiliyor, daha fazla sömürüyor. Elimize aldığımız akıllı cihazlar, telefon, bilgisayar, yapay zeka insanın organlarıysa bu yabancılaşmayı aşmak mücadele açısından önemli bir yerde duruyor. Şu bir gerçek ki, bugün esaretin bir yönü teknoloji dolayımıyla gerçekleşiyor. Algoritmalar bağımlılık yaratma temelli yazılıyor. Her an denetlenebilir, gözetlenebilir olmayı duyumsuyor muyuz? Öyleyse bunu aşmak için ne yapıyoruz?
İşte bu anlamda tarihsel her bir girdinin nasıl bir toplumsallık yarattığını, üretici güçleri yeniden nasıl şekillendirdiğini anlamak, o diyalektiği kavramak an’ı ve geleceği kurmada, bizi geliştirecek önemli bir adım olacaktır. İnsansı maymunu ormanlardan çıkmaya zorlayan doğasal faktörler nelerdi? Belimizi nasıl doğrulttuk ve iki ayağımız üzerinde yürümeye başladık? Ellerimizin serbest kalması, bize nasıl bir avantaj sağladı? Konuşma nasıl gelişti? Konuşma ile düşünme-tasarlama-soyutlama arasındaki bağ insana nasıl bir gelişim sağladı? Üretici güçlerin gelişimi ile tarihin dönüm noktalarının ilişkisi nedir? Toplayıcılık ve küçük bahçe tarımı ile anasoylu toplumun ilişkisi nedir? Avcılık ile erkek egemen toplumun nedenselliği nedir? At’ın ehlileştirilmesi, nelere yol açmıştır? Dil, egemenlerce neden ve nasıl başta kadına ve tüm ezilenlere karşı bir silaha dönüştürüldü? Tarihsel olarak mülkiyetin dili, şimdi ise meta-sermaye ilişkilerinin dili, o dilin düşünme ve pratik biçimleri erkeği kadına karşı nasıl bir ihanete sokuyor? Televizyon, nasıl bir dünya yaratmıştır? (Truman Show filmi buna iyi bir örnektir). İnternetin hayatımıza girişi, üretimi-yaşamı nasıl etkilemiştir? Post-truth era (gerçeklik-hakikat ötesi çağ) ile TV’nin, internetin, soysal medyanın algoritmaları arasında nasıl bir bağ vardır? Gerçeğin yerini simülasyonun aldığı bir dünya ile nasıl mücadele etmeli, gerçek-hakikat ilişkisini nasıl kurmalı? Yani biz komünist hakikati inşa edeceksek, tersine çevrilmiş dünyayı-anlamları düzelteceksek, günümüz gerçeklik-hakikat ilişkisini anlamaya-analiz etmeye ihtiyacımız var. Dolayısıyla günümüzdeki durumu anlayabilmek ve parçalayabilmek-ortadan kaldırabilmek için böylesine derinlemesine bir analiz yeteneğine, birikimine, görme biçimine ihtiyacımız var.
Aslında bu gibi sorular temelinde yakalayacağımız cevaplar kendimizi anlamada, an’ı kavramada oldukça ön açıcı olacaktır. Bu, bize dünyayı yorumlamada diyalektik bir yetkinlik kazandıracaktır.
Doğa-toplum-tarih-teknoloji arasındaki ilişki bir sarmal halindedir ve birbirinden koparılamaz. Hepsi birbirini etkiler pozisyondadır.
Yine Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dan alıntıyla devam edelim: “İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Bu bağlamda eğer bir sorun varsa, çözüm o sorunun içinde gizlidir. Kanat, çarmıhın içinde gizlidir. O çarmıhı analiz ederek, pratikte üzerine giderek, parçalayıp kanatlanabiliriz. Kendini doğanın, tarihin, toplumun, tekniğin bir ürünü olarak kavramak, bu bakımdan bilinçlenmek her bireyin ve toplumun ürettiği çarmıhı analizde daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Yani bugünkü egemenlik, kapitalist sömürü ilişkilerini; erkek egemenlikçi cinsiyet rollerini, sömürgeci ve sömürülen ilişkilerini, beyazlık veya Türklük sözleşmesini… parçalayarak kanatlanabiliriz. Çözüm yolunda adım atabilmek için, sorunun kaynağını derinlemesine analiz ve onu parçalayabilecek yeti-yeteneği örgütsel bağlamda kazanabilmeliyiz.
Öyle ki Marx-Engels, “Alman İdeolojisi” eserinde komünizmi şöyle tarif eder: “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz” Bu anlamda geçmiş, an, gelecek diyalektiğini oturtabilmek için geçmişi; an’ı oluşturan koşullar bağlamında analiz edebilmeliyiz. Komünist dünya anlayışı, ulaşılması gereken bir ütopya değil, şu an’da mikrosundan makrosuna engelleri devirme mücadelesidir. Yani şimdiye çözüm üretebilmedir. Bu engeller kapitalist devlettir, erkek egemenliğidir, toplumsal cinsiyet rolleridir, bireyciliktir, bencillik, hazcılık, iktidarcılıktır, köle bilincidir… Ama aynı zamanda biz kendi kendimizin de engeliyiz. Öyleyse içimizdeki iktidarcılıkla, erkek egemenlikle, sömürgeci-sömürülen bilinciyle, toplumsal cinsiyet rolleriyle, doğaya yaklaşımla… her an kavgalı olmalıyız. Bu kavgayı sürekli dışımıza taşırmaya, çekim merkezi oluşturmaya çalışırız. Ama “oldum” dediğimiz an kaybettiğimiz an olur. Çünkü hayat akmaya devam ediyor. Ve biz “oldum” dediğimiz an’da kalmış oluruz; an’a yanıt olacak gelişimi sağlayamayız. Bu anlamda, bizim militan bir araştırmaya, yani pratik-örgütlenme içindeyken o hikayelerin-tarihlerin oluşumuna, o hikayelerin nedenselliğini anlamaya ve o kilitleri açacak anahtar yöntemlere ihtiyacımız var. Yaşamın içinde değişik girdilerin insanı neye dönüştürdüğünü anlamaya ihtiyacımız var…
Ya da bazen hayat tam da her şey bitti dediğimiz an’da başlar. Gecenin zifiri karanlığında aydınlanma başlar… Fakat doğada bitiş ve başlangıç yasa gibi işler. İnsanda ise bu eğilimi açığa çıkarmamız gerekir. Bilinen yollar tıkandığında, yeni yollar veya yol açma araçları aranır. Yani tam da burjuva hayallerin bittiği, gelecek hayallerinin kurulamadığı, nefes almanın dahi zorlaştığı bir dünyada, kırılma anlarında yeni bir yol arayanlara yol açma teknik ve araçlar sunarsak, bir seçenek olarak belirirsek; her şey bittiği an’da yeni bir hayat, yeni bir mücadele başlar. Bu her bir adımını “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran” üzerine kuran ve bambaşka bir dünyayı, ilişkileri, bütünlüğü hayal ettiren ve şimdiden bunun mücadelesini veren bir mücadele anlayışı ve örgütsellikle mümkündür. Yani günümüzdeki durumu açığa çıkaran dili, düşünceyi, pratiği, ilişkileri ortadan kaldıran bir dil, pratik, hakikat inşa edeceğiz. Yaşamı-mücadeleyi bunun üzerine kuracağız.
Sürüklenmekten, yokuş yukarı yürümeye
İnsan her an kendini yıkar ve kurar. Kapitalist dünyaya kendimizi kaptırmışsak, bu yıkma ve kurmayı anlamak pek mümkün değildir. Çünkü yokuş aşağı yuvarlanırız bu dünyada. Kapitalist dünyanın bir döngüsü, işleyen bir çarkı var. Bu bir devinim halidir. İşte etrafına bakıp bunu yapmanın doğru olduğunu düşünürsün. Çevirimleri tamamlamaya çalışırsın. Nedir bu çevirimler okumak, çalışmak, evlenmek, doğal ihtiyaçları karşılamak, modaya ayak uydurmak…
Fakat iş bu kadar basit değil. Çünkü kapitalist dünyada bu çevirimleri tamamladıkça sermaye-meta ilişkiler ağının yollarından yürürüz. Kapitalizmi besleyen, tasarlanmış gündelik hayatların esiri oluruz. İnsan bu yollardan geçtikçe, sermaye-meta ilişkiler ağına uyumlu bir “özne” haline gelir. Kapitalist dünyada ihtiyaçlar arzu-haz nesnesi haline dönüşmüştür.
Yokuş aşağı, direnmeden yuvarlansa da insan, illa bir yerde çarpar taşa. Adeta bu ana kadar kapitalist çark-döngü yokuş aşağı yuvarlar insanı. İşte bu anda insan etrafına bakar, “Ne oluyorum, napıyorum, nasıl bir dünya burası” der. Bu sesin yankısı devrimcilerle, tarihte direnenlerle buluşursa insan yokuş yukarı çıkmaya çalışır. Yokuş yukarı tırmanırken tutunacağımız kimi direnç noktaları, kerterizler, anlamlar, ilişkiler yoksa bu yokuşu çıkmak zorlaşır. Doğduğumuz andan beri kazandığımız bir karakter var, alışkanlıklar, döngüselliklerimiz var. Bunu yenmek sadece bir kararlaşma anını değil, her an kararlaşmayı gerektiriyor. Ve her an o kararlaşmayı sağlamak için kimi tutamak-kerteriz noktalarımız olmalı. İşte yoldaşlık, örgütlülük, ideoloji, yaşamla-mücadeleyle kurduğumuz anlam bağı böyle bir şey. Birbirimizi ileri çekmektir yoldaşlık, düştüğünde ayağa kaldırmaktır, yorulduğunda yokuş yukarı güç vermektir… Ya da böylesi bir görme biçimimiz olursa yani her an kendimizi yıktığımız ve kurduğumuzun bilincine varırsak, toplumsal-bireysel çelişkilerimizle her an kavga halinde olan, baktığı yerde derinlemesine bu çelişkileri görebilen bir görme biçimi (ideoloji) inşa edebiliriz. Bir yoldaşımız bir şeylere gömülmüşken “ya ne olmuş zaman geçiriyor, eğleniyor” da diyebiliriz, “gerçeklikten kaçış olarak” da çözümleme geliştirebiliriz. Ya da kapitalist tüketim ağının kölesi olacağımız gibi o esareti her an gözlemleyebilir ve esarete karşı her an çözümleme, mücadele geliştirebiliriz. Sana kapitalist sistem içinde özgürlük olarak sunulan şeyin aslında kılık değiştirmiş kelepçeler olduğunu görebilirsin.
Kendinden kaçmanın, toplumsal sorunlardan kaçmanın, gerçekleri unutmanın, körleşmenin, hatırlamamanın bir ekonomisi, ağsal bir örüntüsü var. Çünkü kapitalist sömürü ve iktidar sisteminin buna ihtiyacı var. Kendinden, toplumsal sorunlardan kopuk bir insan daha fazla tüketir, itaat eder, sorgulamaz, “hayatın akışına” uyum sağlar. Bu ağsal örüntü kaçınılmaz olarak, yaşam içinde beynimize de işler. Çoğu insan bilmediği bir özgürlük yolu yerine bildiği “hapishane”yi tercih eder. Ama gerçek varlık, kendini kavrama-bilme; kendimizden kaçmayı ve kendinle bağlantılı olarak toplumsal-dünyasal sorunlardan kaçmayı bıraktığımızda, bu sorunların üzerine gittiğimizde başlar. Bu an’a kadar adeta varlığımız kendinde varlıktır ve kapitalist döngüden nasıl çıkacağımızı, onunla nasıl baş edeceğimizi bilemeyiz. Bilememezlik hali yumruklarımızı boşluğa sallamamıza neden olur. Gardımız açık kalır sistemin attığı yumruklara karşı. Fakat asıl yenilgi yumruk yediğimizde değil, havlu atıp kavgayı bıraktığımızda başlar. Kendimizi her an yıktığımızın ve kurduğumuzun bilinciyle hareket ettiğimizde, analiz edip sorunların üzerine her an gittiğimizde kararlaşmayı diri tutar ve kendini yenmenin, toplumu değiştirmenin anahtarlarından birini elde edebiliriz. Bu anlamda yengi ise artık yediğimiz yumrukların üzerine gitme yöntemi edindiğimizde, yumruklara karşı kendimizi koruduğumuzda, yumruk atabilir pozisyona geldiğimizde, kavgayı kolektivize edebildiğimizde, toplumsallaştırdığımızda başlar.
Biz sapiens olduğumuz kadar homo videns’iz: İzleyen insan, izlediğinden, gördüğünden öğrenen insan. Veya bugün algoritmaların bağımlılık yaratmak için yazıldığını biliyoruz. Bu bağlamda neye baktığımız kadar nasıl baktığımız, hangi açıdan baktığımız, hangi hafızadan baktığımız, hafızaya ne kattığımız da önemli. Yöntemsizlik, insanı sürüklenmeye iter. Fakat seçebilmek, kendimizi inşa edebilmek için insanı kapitalist dünyada sürükleyen şeyleri analiz edip parçalamaya ihtiyacımız var. Yani o algoritmaları, bağımlılıkları parçalayabilmek için iyi bir analiz, çözümleme yeteneğimiz olmalı ve bu yeteneği militan bir pratik içinde güncelleyebilmeliyiz. Örgütlenme, böylesi bir bakış açısına (ideolojiye) insan kazanmaktır bir bakıma.
Bambaşka olanı inşa etmek
Proleterleşmek sadece mülksüzleşerek, bu sistemle bağın zayıflaması değildir. Marx, işçi sınıfı için “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar” der. Peki nedir bu zincirler? Yaşamla kurduğumuz bağ, yaşam içinde edindiğimiz, bu sömürü ve iktidar düzenini üreten roller olabilir mi? Bu bakımdan proleterleşmek, her anlamda düzenle kurulan bağın sarsılması, koparılmasıdır. Yani metanın ötesinde, “kapitalist hak ve hürriyetler”in ötesinde, günümüz sermayeyi-meta ilişkilerinin, ezme-ezilme ilişkilerinin üreten bağların (zincirlerin) ötesinde düşünemiyor ve dolayısıyla hayata böylesi bir pratik geçiremiyorsak yine o meta-sermaye ilişkilerini üretmeye mahkumuz. Bu anlamda komünizm fark değil, bambaşka olandır. Bambaşka olarak komünizm, kapitalist dünyayı üreten ilişkileri –insanı bir şekilde bu düzene bağlayan, üreten zincirleri- bütünüyle ortadan kaldırmanın pratiğidir. Sömürülenlerin, sömürgeleşenlerin daha iyi bir yaşam yaşamalarını hedeflemiyoruz. Her anlamda sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen, tahakküm altına alan ve alınan (işçi-burjuvazi, kadın-erkek, beyaz-siyah, doğa-insan) ilişkilerini komple ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Sömürülen ve sömüren ilişkisini içimizde de barındırıyoruz. Engels, aile birimi içinde erkeği burjuva, kadını ise proleter olarak tanımlar. Özellikle erkek bu savaşımı kendinde vermezse var olan ezme-ezilme ilişkilerini üretmeye; yaşamda işçi, kadının karşısında burjuva rolünü oynamaya devam eder ve şizofrenik bir kimlik edinir. Bu savaşımı her an kendimizde canlı tuttuğumuz zaman, çelişkiyi güçlü yaşar ve dışa doğru o gücü taşırabilir, örgütlenmeyi daha güçlü bir şekilde sağlayabiliriz.
Öte yandan “günümüzdeki durumu” var eden çelişkileri kendi kendimize değil, toplumsal olarak aşabiliriz. Bu demek değil ki her şeyi devrim sonrasına, “sosyalizm”e erteleyelim. Zaten doğru olan da neye inanıyorsan öyle yaşamak, onun mücadelesini her an verebilmektir. Yani sosyalizm anlayışımızı-mücadelemizi toplumsallaştırmaya çalışacağız, kurduğumuz her bağı sosyalizm üzerinden tartacağız.
Günümüz göstergelerine yaklaşım, mücadeleye yaklaşımdır
Bu diyalektiği ve çelişki kavrayışını bir de sürekli güncelleme, hayattaki göstergelere uyarlama gibi bir derdimiz olmalı. O yüzden bugünün göstergelerini bulma, bu göstergelere yaklaşım meselemiz var. Bu anlamda bugünün başat göstergelerinden biri Gazze’dir. Alevler içinde yürüyen Gazzeli küçük kız çocuğudur. Bir diğeri Narin’dir; polis sevgilisi tarafından katledilip bavulla yol kenarına bırakılan Ayşe Tokyaz’dır; madende yakılan Afgan işçi Nourtani’dir; çocuğu açlık çekiyor diye intihar eden anne-babalardır; İzmir’de derme çatma evde yoksulluğun trajedisini en ağır biçimde yaşayan, yanarak ölen çocuklardır; Afrika’da madenlerde çalıştırılan, köle pazarlarında alınıp satılan çocuklardır; Çalık Holding’den hakkını ararken dövülerek katledilen işçidir. Bunlar kendinde meseleler değildir. Kadın cinayet ve tecavüzlerini, çocuk istismarını, açlığı, işçi cinayetlerini, Gazze’yi, köleleştirilen çocukları… hiçbirini kendinde olaylar olarak ele alamayız. Hepsi içinde yaşadığımız dünyanın göstergeleridir. Gazze’yi, Narin meselesini, tecavüzleri, işçi cinayetlerini, yoksulluğu… mümkün kılan dünya ve kapitalist toplum düzeni içinde yaşıyoruz. Bu meselelere yaklaşım komünist mücadeleye yaklaşımdır.
Narin, Nourtani cinayeti, intihar eden anne babalar; içinde yaşadığımız toplum ve dünya düzeni hakkında bir şey söylüyor ve bu bize de yabancı olmayan ve bizim uzağımızda olmayan bir şey. Bunu anlamaya ve bu gerçekliği yaratan nedenleri parçalamaya-ortadan kaldırmaya çalışacağız. Gazze, dünyanın ahvali hakkında bir şey söylüyor. Eğer Gazze’deki soykırım, dünya hakkında bir parametre ise; o zaman tam anlamıyla yapay zeka temelli savaş, gözetim ve kitlesel yerinden edilme dünyasına doğru gidiyoruz demektir. Bu anlamda, bu meselelere nasıl yaklaştığımız da mücadelemizin eksenini belirleyecektir. Toplumsal eleştiriyi, sloganı, formülasyonu, savaşı tam da bu parametreler üzerinden kurmak gerekiyor. Gazze sonrası sömürü, iktidar mekanizması iyice derinleştirilmeye çalışılıyor. Gazze’de uygulanan gözetim dünyaya yayılıyor. Gazze’de kullanılan silahlar, NATO envanterinden sağlanıyor. Yeni silahlar ilk olarak burada deneniyor. Ve hiçbir katliam saklanmadı. Adeta insanın sınırları nedir gibi bir soru yöneltildi Gazze’de. Türkiye’de aynı şekilde, her anlamda ezilenlerin sınırları zorlanıyor. Seçimsizleştirme hamlesi, MESEM projesi, ÇEDES, aile-kadın politikaları, sefalet-açlık ücreti, temel haklar vb. bağlamında sınırlar zorlanmaya devam ediyor…
Ernesto Che Guevara’nın hikayesi bu duruma iyi bir örnektir. Che tıp öğrenciliğinin son yılında arkadaşı Alberto ile Latin Amerika turuna çıkar. Yolculukta zenginler ile fakirlerin yaşamı arasındaki uçurum, Che’yi derinden etkiler. Ve günlüğüne şu notları alır: “Benim tek hedefim, durmadan soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği ateşler yakmaktı…” Arjantin’e döndüğünde ise şu notu alır: “Bu deftere yazan kişi Arjantin topraklarına adım attığı anda öldü. Ben artık bambaşka biriyim. Latin Amerika yolcuğu beni hiç beklemediğim şekilde değiştirdi.” Che bu yolculukta yıkılmış ve kendini yeniden inşa arayışına girmiştir. Kendi yaşamımızda da böyle anlar vardır. Öyle anlar olur ki, öyle bir şey görür veya yaşarız ki artık eski düşünce, yaşayış biçimine dönmek istemeyiz, farklı bir arayış içine gireriz. İşte Che böylesi bir zamanda önce Guatemala devrimi ile yolunu keşiştirir. Sonra Meksika’da Kübalı devrimcilerle, 26 Temmuz Hareketi’yle yolu kesişir. Che aradığını komünist mücadelede, devrimde bulur. Artık onun için önemli olan dünya devrimidir. Zira yangında binadaki bir daireyi söndürmenin nihai kurtuluşa götüremeyeceğinin bilincindedir. Artık ezilen her insanın yediği tokadı hissetmenin çelişkisiyle hareket eder. Che’nin yaşadığı çelişki onu en öne fırlatmıştır.
İşte tam da böylesi bir kesişime ihtiyaç duyulan bir zamandayız. Dünya yanıp kavruluyor. “Nuh’a haber eyleyin de gelsin de tufan görsün” denilecek zamanlardan geçiyoruz. Distopya filmlerini aratır bir dünyadayız. İnsanlar gördükleri, yaşadıkları şeyler karşısında sarsılıyor. Artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Çelişkiler gittikçe derinleşiyor. İşte böylesi bir zaman diliminde sözümüz, eylemimiz, yaşamımızla bir seçenek olarak belirebilmeliyiz. Eğer çelişkileri doğru kavrarsak ileriye fırlamamamız için hiçbir sebep yok.
Bir çağ dönümündeyiz. Bunu ajitatif bir slogan olarak anlayamayız. Bu çağ dönümünde “yeni normaller” oluşacak. Sömürü oran ve şartlarını alabildiğine derinleştirmeye çalışıyorlar. Daha da itaatkar bir sınıfsallık yaratmaya çalışıyorlar. Yani diyebiliriz ki kapitalist devletlerin sömürü ve iktidar için yapamayacakları şey yok. Bu bağlamda mesele, sınıfın nasıl bir tepki vereceğidir. O yüzden dünyanın ve Türkiye’nin göstergeleri üzerinden mücadeleyi kavramak ve ona göre hamleler geliştirmek, bunu kolektif bir biçimde yapabilmek önemli bir yerde duruyor.
Tarihsel kırılma anları; yol ayrımlarını, farklı devinim potansiyellerini içinde taşır. İşte burjuvazi böylesi bir kırılma anında tüm insanlığın devinimini üstlenme teşebbüsünü gerçekleştirerek tarih sahnesine atıldı. İçinde bulunduğumuz kırılma anında kolektif gücümüzle, gittikçe yoksullaşan, kölelik şartları dayatılan sınıfın, gençliğin, kadınların çığlığını buluşturmak gerekiyor. Bunları ve nicesini düşündüğümüzde devrime bağlı olmayan, devrimsiz bir yaşamın bize ait olmayan, gerçeklikten kaçan bir yaşam olduğunu anlıyoruz. Bu dünyaya bugünkü rengini veren kapitalist-emperyalist gerçeklerin üzerine daha etkili gitme yöntemini arıyor ve inşa etmeye çalışıyoruz.
Meselelere bu şekilde yaklaşmazsak, bırakalım komünistliği, demokrat bile olamayız. Devrimcilik, solculuğun kaçınılmaz bir sonucu değildir. Varolan dünyasal-toplumsal sorunları çözebilme meselesidir, “günümüzdeki durumu ortadan kaldırmaya” teşebbüstür. Boşlukta bir komünist mücadeleden bahsetmiyorsak, dünya bir kırılma anındaysa, bu kırılma anında bir seçenek olarak çıkma gibi bir iddia da olabilmeli, kendimizi bu gerçeklere göre devindirmeliyiz.
Yılmaz Kara