Faşizmin OHAL Rejimlerinden Darbe Süreçlerine Uzanan Azgınlığı – Gülizar Tuncer

19 Mart sonrası bu ülkede yaşananlar ve özellikle de son bir haftada yaşadıklarımız üzerine daha fazla düşünmek gerektiği tartışmasız bir gerçeklik. Yine herkesin kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeklik olarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki AKP-MHP iktidarının 19 Mart öncesi gerçekleştirmeye çalıştığı darbe girişimleri, rejim değişikliği hedefiyle birlikte giderek sertleşiyor ve derinleşiyor.

Yıllardır süren olağanüstü hal rejimiyle bu yeni darbe sürecini birleştirerek özel bir saldırı konsepti yaratan iktidar; saldırılarını uzunca bir sürece yayarak hem toplumu terörize ediyor hem de muhalefeti etkisizleştirmeye, hatta bitirmeye çalışıyor. İktidar bir yandan toplumun geneli üzerindeki baskı ve şiddet politikasını tırmandırarak hegemonyasını rıza üretiminden zor yöntemlerine kaydırarak sürdürürken, bir yandan da toplumu muhalefetsiz bir ortama iterek siyasi arenayı istediği biçimde şekillendirmeye çalışıyor. Bu zamana kadarki süreçte de asla adil, eşit ve demokratik katılımlı bir seçim ortamı görmeyen halklarımıza artık seçimsiz, sandıksız ve hatta muhalefetsiz bir Türkiye geleceği dayatılıyor.

Yerel seçimler sonrası oluşan tabloyu asla kabul etmeyen, 19 Mart sonrasında gençliğin öncülüğünde gelişen direnişleri ise hiç hazmedemeyen iktidar, 1 Mayıs gününe kadar gerçekleştirdiği kitlesel gözaltı ve tutuklama saldırılarını farklı bir boyuta taşıdı. Sokağa çıkanlara acımazsızca işkence uygulayarak, adliye koridorlarında süründürüp cezaevlerine tıkarak amacına ulaşamayanlar; artık farklı yol ve yöntem arayışındalar. Aslında bu arayışları iktidara geldikleri günden beri var olan, son on yıldır ise iyice belirginleşen bir arayıştır ki, iç çatışma yaratarak ayakta kalma taktiği bugün bütün hoyratlığıyla gün yüzüne çıkmıştır.

Bütün çürümüşlüğüyle artık çökmeye mahkum olan bu iktidar, ayakta kalabilmek için her yolu deniyor; giderek daha fazla saldırganlaşıyor ve ülkeyi karanlık bir geleceğe sürüklüyor. Bundan sonraki süreçte seçimi kazanamayacağını anlayan Erdoğan, artık seçimi kazanma olasılığı olan lideri tutuklatmakla yetinmiyor, ona sahip çıkan partisini de tümüyle yok etmeyi hedefliyor. Aylardır dalga dalga gelişen operasyonları eleştiren gazetecileri gözaltına alıp tutuklamakla yetinmiyor, bugünkü ortamda sınırlı düzeyde muhalefet yapmaya çalışan televizyon kanallarını da RTÜK eliyle karartmaya, ekonomik ve cezai yaptırımlarla, sansür ve kuşatmayla susturmaya çalışıyor. Daha da önemlisi yıllardır din istismarcılığıyla bütün kirlerini aklamaya çalışan iktidar sahipleri, şimdi de olmadık gerekçelerle cihatçıları sokağa dökerek yeniden laik-şeriatçı ekseninde bir çatışma ortamı yaratmak istiyorlar.

Leman dergisine yapılan saldırılar ve devamında yaşananlar

Son haftanın belki de en önemli olayı olarak buradan başlamak daha yerinde olacağından Leman dergisinde yayınlanan bir karikatür üzerinden koparılan fırtına ve devamındaki gelişmelere değinmek zorundayız. Yıllardır savaş karşıtı tutumu, özel olarak da Filistin halkının destekçisi konumuyla yayın yapan Leman dergisinde, aynı çizgiye sahip bir içerikte yayınlanan karikatür günler sonra neden olay haline getirildi hatırlayalım. Bu ülkenin İçişleri ve Adalet Bakanlığı tarafından peygambere hakaret iddiasında bulunularak derginin yöneticileri ve çizerleri hedef gösterildi, “alçak” ve “ahlaksız” kelimeleri kullanılarak halkı o her zaman söyledikleri ve suçlama konusu yaptıkları haliyle açıkça “kin ve düşmanlığa sevk” ettiler. Evleri basılarak gözaltına alınan yaşlı gazetecilerin çıplak ayakla yerlerde sürünerek götürüldükleri işkence görüntülerini marifetmiş gibi hiç utanmadan kendi hesaplarından yayınladılar. Bununla yetinilmedi; Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından da açıklamalar yapıldı, olayın provokasyon olduğu belirtilerek vatandaşların “sükûnetini koruması ve tahriklere kapılmaması” istenildi.

Bütün bunların anlamı belliydi ve bu sahte inanç demagojileriyle, dindarlık kisvesi altında verilen mesajı alıp; çok öncesinden zaten hazırlık yapan cihatçılar harekete geçtiler. Yıllardır sol muhalif güçlere, gençlere, kadınlara yasaklanan, bariyerler kurarak, binlerce çevik kuvvet mensubunu yığarak, yetmedi TOMA’larla Taksim’e barikat oluşturan devlet, bu azgın güruha yol verdi. Leman dergisinin önüne giderek şeriatçı sloganlarla “ya biz öleceğiz ya onlar ölecek” diye katliam çağrısında bulunanlar ne dergi binasının önüne gittiklerinde ne de sonraki gün Taksim camisine toplanma çağrısı yapıp kalabalık gruplar halinde toplandıklarında Valilik ya da Kaymakamlık yasağı yoktu. Her zamanki gibi onlara gösteri yapacakları her yer serbestti, hatta ölüm tehditlerinde bulunup kundaklama amaçlı saldırı dahil her türlü “suç” teşkil eden fiili rahatlıkla gerçekleştirebilirlerdi.

Leman dergisinin olduğu binaya kadar gidip taşlarla sopalarla saldırıda bulunduktan sonra olayların seyircisi konumundaki polisin gözü önünde yaptıklarını gururla anlatanlara elbette ki polis dokunmadı. Oysaki Leman dergisinin olduğu binaya tekbir sesleriyle saldırıp “dişe diş kana kan” diyerek yakıp yıkmayı hedefleyenler, eğer içeride birileri olsaydı onları rahatlıkla öldürebilirlerdi. Saldırının tam da Saraçhane eylemlerinin öncesi ve Sivas katliamının yıldönümünde gerçekleşiyor olması, basit bir ayrıntı değildir.

Madımak katliamını tertipleyenler ve fiilen gerçekleştirenlerle aynı zihniyette olanların iktidarda olduğu bir ülkede yaşanacak yeni katliamların bir provasıdır bunlar. O yüzden bugün “ülkeyi ateşe atanlar yobazları sokağa saldı ama amaçlarına ulaşamadılar, halktan yeterli desteği göremediler” diyerek geçiştireceğimiz bir mevzu değildir bu saldırı. Yıllardır sesi soluğu çıkmayan İBDA-C örgütünün yıllar sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde ortaya çıkması, devamında Saraçhane camisindeki eylemleri, sonrasında Leman dergisine ve sonraki gün Bakırköy’deki Leman Kültür’e saldırmaları, yarın bu ülkede neler yaşanacağının da bir göstergesidir ve devrimci güçlerin buna ne kadar hazır olduğu da sorgulanmalıdır.

Leman dergisine gerçekleştirilen saldırı sırasında olay yerine yakın bir yerde bulunan ve saldırganlara tepki gösterdiği için linç edilmeye çalışılan ve günler sonra ev baskınıyla gözaltına alınıp tutuklanan genç akademisyene yapılanlar ise, adına “Türkiye yüzyılı” denilen bu rezil düzenin gerçek resmidir. Barış akademisyeni olduğu için üniversiteden ihraç edilen Aslı Aydemir’in kendisi orada sözlü ve fiziki saldırıya uğradığı ve mağdur konumda olduğu halde “polise mukavemet” ve “kasten yaralama” suçlamasıyla tutuklanıp Silivri’ye gönderilmişse ve hem ona hem Leman’a saldıranlar elini kolunu sallayarak dolaşıyorsa, herkesin sıradanlaşan zorbalıklara “alıştık” demek yerine, nereye doğru gidiyoruz diye oturup düşünmesi gerekiyor. Nitekim aynı günlerde TBMM’de AKP’li bir milletvekilinin büyük bir aşkla ve şevkle “salavat” okuması, bir diğerinin peygamber vb. kutsalları sayarken Erdoğan’ı da kutsallar arasında sayması, çeyrek asırdır tek parti ve tek adam rejimiyle yönetilen memleketin bugün geldiği noktayı gösteriyor.

Ana muhalefet partisi konumundaki CHP’ye ve seçilmişlere yönelik saldırılar

Yerel seçimler sonrası birinci parti olmalarına rağmen, yıllar sonra iktidarı sarsılmış ve sersemlemiş konumdaki Erdoğan’ın ayağına giderek normalleşme ve yumuşama politikası izleyen CHP lideri Ö. Özel, Erdoğan’a kendisini toplaması için gerekli zamanı kendi elleriyle sunduğu gibi, yeni hamleler geliştirmesine de olanak tanıdı. Mevcut rejimin faşist karakterini görmek istemeyen Özel, ancak art arda yediği darbeler sonrasında ve bu iktidara “artık yeter” diyerek sokağa çıkanların zoruyla ve ısrarıyla bugünkü konumuna gelebildi. Bu nedenle, iktidara geldiklerinde “mazlum ve mağdur”u oynayanların bugün ne kadar zalimleştiğini gören halkın artık korku duvarını aşması önemli bir aşama olmakla beraber, bu direncin CHP öncülüğünde nereye kadar süreceği şüphelidir.

Geçmiş dönemlerdeki haliyle çözüm sürecine karşı çıkan, savaş tezkerelerine de dokunulmazlık tezkerelerine de onay veren CHP, artık sıra kendisine geldiği için ve başkaca seçeneği olmadığından diğer muhalif güçlerle birlikte hareket etmeye ve kendi ölçülerinde direnmeye başladı. Ancak “Kent uzlaşısı” kapsamında Esenyurt Belediyesi’ne saldırıyla başlatılan operasyonlar, Büyükşehir belediyelerini ve CHP yöneticilerini de kapsayacak biçimde genişletiliyor. İstanbul’da İmamoğlu’yla birlikte genişletilen operasyonların devamında en son İzmir eski Büyükşehir Belediye Başkanı, CHP İl başkanı ve Antalya, Adana ve Adıyaman Belediye Başkanlarına yönelik operasyonlar, bundan sonra da parti merkezine doğru hız kesmeden sürecek gibi görünüyor.

İktidar DEM’le gerçekleştirilen seçim ittifakını hedef alarak başlattığı bu operasyonları, muhalefeti bölerek ve devamında da ana muhalefet partisi olarak CHP’yi kendi içine çökerterek sürdürmek niyetinde. Son dönemde “Terörsüz Türkiye” adını vererek başlattıkları süreçte Kürt hareketiyle sürdürülen müzakereler nedeniyle bu cepheye eskisi gibi saldırmayan iktidar, şimdi CHP’yi hizaya çekmeye çalışıyor. Akın Gürlek’in özel görevlendirmeyle İstanbul C. Başsavcısı olarak atanmasından sonra İstanbul merkezli olarak, bütün Türkiye çapında yürütülen operasyonlarla yüzlerce insan tutuklanırken, bir yandan da CHP’ye yönelik kurultay iptali davası açıldı. Kirli biçimde yürütülen operasyonlarda gözaltı ve tutuklamalar aile boyu sürerken, cezaevinden çıkarılıp nereye götürüldüğünü bilmeyen insanlar gizlice adliyeye götürülerek savcıların karşısına çıkarılıyor ve ailelerine yönelik tehditler eşliğinde avukatsız sorgularda pişmanlık dayatılıyor. Aynı şekilde AKP’lilerle iş birliği yapan, ihaleler alan, rüşvet alıp veren kişiler de “itirafçı” olarak dosyalara dahil edilirken, bu kişilerin ifadeleriyle parti olarak CHP’nin kendisi “suç örgütü” olarak değerlendiriliyor. Böylelikle CHP’li belediyelerin elindeki kaynakları da kendi denetimine almaya çalışan iktidar, CHP’yi yerelden merkeze doğru paralize ederek yutmaya çalışıyor.

Saray rejimi; bir şiddet aygıtı olarak devreye soktuğu yargı eliyle, bir yandan yüzlerce insanın tutuklandığı siyasi operasyonları yürütürken ve CHP’li seçilmiş belediye başkanlarını görevden alırken, bir yandan da CHP’nin kurultay davasını tehdit amaçlı olarak kullanıyor. CHP içindeki işbirlikçilerin ihbarlarını ve kayyum olarak partinin başına atanma misyonunu yüklenmiş Kılıçdaroğlu’nu hazırda tutan Erdoğan, davayı Eylül ayına erteleterek Ö. Özel’e süre verdi. Erdoğan, operasyonlar devam ederken “Bakalım daha kaç CHP’li telef olacak” diyerek başladığı tehditlerini, CHP sokak eylemlerinde, mitinglerde ısrar edince “Vatandaşım sokak eylemlerinin ancak bölücülere, darbecilere hizmet edeceğini biliyor, CHP’ye tavsiyem sabredip yargı sürecini beklesin” sözleriyle sürdürdü.

Böylelikle Ö. Özel’i terbiye etmeye soyunan Erdoğan, ona süre tanıyarak CHP’yi eski kodlarına döndürmesini ve kendisinin de normalleşme-yumuşama sürecindeki gibi uyumlu bir siyasetçi konumunda onların belirlediği sınırlarda hareket etmesini, özellikle de sokaktan uzak durmasını istiyor. Cumhur ittifakının diğer sözcüsü Bahçeli de boş durmayarak “kartel partisi” olarak nitelediği CHP’nin “bir bütün olarak kalmak istiyorsa” kendine çekidüzen vermesi gerektiğini belirtti, sokağa çıkması halinde de “çık da boyunun ölçüsünü alalım” diye tehdit etti. Ancak Ö. Özel kendisinden hiç beklenmedik bir performansla geri adım atmadan konuşarak, kendisine “miting yapıp halkı sokağa çağırmak yerine, Ankara’da oturması için rüşvet teklif edildiğini” söyleyince kıyametler koptu. Öyle bir noktaya gelindi ki, Gezi sürecinde “yüzde elliyi zor tutuyorum” diyen Erdoğan, son anket sonuçlarında artık o yüzde elliyi de göremediği için iyice sertleşti. Kendisini takip eden diğer partililer de saldırının dozajını artırdılar; AKP’li Mücahit Bilici, “Biri sokak köpeklerini sokağa çıkarmakla tehdit ediyor” diyerek yalnızca Ö. Özel’e veya CHP tabanına değil, onlarla birlikte sokağa çıkan herkese ağır hakaretlerde bulundu. 

Karşılıklı restleşmeler sürerken Ö. Özel yıllarca sol muhalif güçlerin söylediği biçimde devletin kendilerine “düşman hukuku” uyguladığını söyleyerek, arkadaşlarının içeride “esir” tutulduğunu belirtti ve sokaktan vazgeçmeyeceklerini, mitinglere devam edeceklerini açıkladı. Son olarak TBMM’ye gönderilen Cumhurbaşkanlığı tezkereleriyle, Ö. Özel başta olmak üzere, CHP’nin 135 milletvekilinden 61’i hakkında 240 fezlekeyle dokunulmazlıklarının kaldırılması isteniyor. İmamoğlu hakkında açılan diploma davasının idare mahkemesi hakimi HSK kararıyla görevden alınırken, ceza davasının hakimi de sürgün edildi ve dosya şimdi başka bir evreye sıçrayarak sahtecilik suçlamasının yanında İmamoğlu’na “siyaset yasağı” getirilmesi talebiyle yürütülüyor.

CHP’ye İmamoğlu’na da sahip çıkmayın, sokağa da çıkmayın denilerek, eylüle kadar uslu durmaları dayatılıyor ki seçimlere kadar yapılacak yol temizliği amacına ulaşsın, CHP bir daha kıpırdayamaz hale gelsin. Kendisine rakip konumdaki en güçlü adayı hapse attıran Erdoğan, bundan sonra artık formalite icabı seçimler yapılacak olsa bile seçim güvenliğinin olmadığı ortamda hileli işlere, mühürsüz oylara bile ihtiyaç duymaksızın rahatlıkla sandığı tekmeleyebilecektir. Nasılsa bu ülkede seçimlerin bir hükmü kalmamış; yıllardır var olan kayyum siyasetiyle seçilmişlerin içeri atılarak tasfiye edildiği, seçmen iradesinin yok sayıldığı bir siyaset zemini yaratılmış ve bu durum artık herkesçe kanıksanmıştır.

Siyasi ve toplumsal meşruiyetini yitirmiş iktidara karşı yalnızca hak ve özgürlük arayışı temelinde hukuksuzluklara karşı çıkılarak mücadele edilemeyeceği; esas olarak yoksulluğa, işsizliğe, işçinin, emekçinin sorunlarına, çiftçinin, köylünün yaşadıklarına dokunulması ve buradan hareketle politika üretilmesi gerektiği halde bu yapılamıyorsa, zaten uzun süre devam ettirilemeyecek bir mücadele biçimi olarak sürekli miting yapmanın, meydanlara çıkmanın da bir anlamı olmayacaktır.  

Bundan sonraki dönemde yaşanacaklar

Devletin dış siyasette izlediği saldırganlığa paralel olarak içeride de sertleşeceği ve muhalefeti ezmeye çalışacağının göstergeleri; yalnızca CHP’ye yönelik operasyonlar, medya üzerindeki baskılar ile artık toplumun geneli için bir cezalandırma yöntemine dönüşen ve süreklilik hâlini alan gözaltı ve tutuklamalar değildir. Bu devletin iç cepheyi tahkim amacıyla giriştiği yol ve yöntemlerin hangi boyutlara varabileceğini geçmiş dönemlerde, oylarının azaldığı ve kazanamayacaklarını anladıkları zaman başvurdukları ve bombaların patlatılmasına varan kanlı süreçlerden biliyoruz.

Bu dönemde özellikle de ekonomik krize dair çözüm geliştirmek yerine daha da batağa, bir yıkım ve çöküş sürecine giriliyor olması, iktidarı bugünkünden daha da sert yöntemlere başvurmaya itecektir. Bütün devlet aygıtını ele geçirerek orduyu, polisi, bürokrasiyi, yargıyı halkı kuşatma altına alıp nefes alamaz hale getirmek üzere kullanan diktatörlük; ekonomik, sosyal ve siyasi krize çözüm üretemeyeceği için daha da saldırganlaşacaktır. Yıllardır ezerek, sindirerek, kendi gölgesinden korkar hale getirmeye çalıştıkları toplum açlığa, yoksulluğa itiraz edip başkaldırdığında ellerindeki bütün güçleri seferber edeceklerdir.  

Yıllar önce yaşanan Gezi’nin intikamını almak ve bir daha yaşanmaması için gözdağı vermek amacıyla aydınlara, yazarlara, sanatçılara dahi ihbarcılığı ve ajanlığı dayatan, kabul etmediklerinde yalancı tanıklıktan ceza veren saray yargısı; bugün olduğundan daha fazla acımasız olacaktır. Yakın zamanda çıkardıkları 10. yargı paketiyle artık eskiden yatarı olmayan suçlar da mutlak surette yatarı olacak hale getirildiği ve çok basit suçlamalarda dahi insanlar “kamu düzeni” gerekçe gösterilip tutuklanabileceği için, Yüzyılın Türkiye’si, gelecekte yüzyılın hapishanesi olacaktır. Saray rejimi, çökmeye mahkum olduğunu gördüğü için öfkeyle hareket ediyor ve önümüzdeki dönemde de zorbalıkta hiçbir sınır tanımadığını daha saldırgan biçimde gösterecektir.

Bu konuda yazılması gereken çok şey var; Dergimiz KOMÜN, diğer basın yayın kuruluşları gibi bugüne kadar defalarca kez sansüre uğradı ve sosyal medya hesapları kapatıldı, basılı yayınımız hakkında toplatma kararı verildi. Ancak ilk defa internet sitesi, Twitter, İnstagram, Facebook, Bluesky ve YouTube hesapları hep birlikte ve tek bir mahkeme kararıyla kapatıldı. Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 28.06.2025 tarihli kararıyla bütün bu hesaplar hakkında “erişimin engellenmesi” kararı verildi.

Bunları yazarken, yine haberlerde Güvenlik Şube Müdürlüğü’nde görevliyken göstericilere, gazetecilere, milletvekillerine şiddet uygulayarak, kadınlara tacizde bulunmakla, hakaret ve tehdit etmekle suçlanan ve görüntülerle sabit olan bu olaylara ilişkin hakkında yığınla şikayet dosyası bulunan Hanefi Zengin’in İstanbul İl Emniyet Müdürü yardımcısı olarak atandığı bilgisi yer aldı. Yargılanarak cezalandırılmak yerine, ödüllendirilerek daha çok şiddet uygulasın ve bu yönlü talimatlar versin diye yapılan bu atama, Ensar Vakfı’ndaki tecavüzcülerin eğitim müdürü olarak başka şehirlere atanmasına benziyor. Bu halka daha çok zulmedin, çocuklara tecavüz edin, kadınlara şiddet uygulayın, toplumu sindirilmiş, suskun bir hale getirin ve çürütün diye yapılıyor bunlar.  

Bütün bu antidemokratik uygulamaların gölgesinde, “gerçekten bu ülkede çözüm sürecini nihayete erdirip barışı sağlamak mümkün olabilecek mi?” sorusunu tekrar sormak gerekiyor.  Hegemonyayı artık muhalefeti ezmek, yok etmek üzerine kurgulayan ve inşa etmeye çalıştıkları rejimi her ne pahasına olursa olsun hayata geçirmeye çalışan egemenlerin, bundan sonra daha da acımasız olacağı görülüyorken, Kürt hareketiyle CHP ve hatta sosyalist hareket arasında çatlak yaratarak muhalefeti bölmeye çalıştıkları bir ortamda nasıl bir karşı koyuş içine girilecek ve ne yapılabilecektir? Devletin Kürt sorununa geleneksel yaklaşımını düşündüğümüzde, çözüm sürecini uzun bir döneme yayarak ana muhalefeti ezdikten sonra Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelip tasfiye etmeye dönük hamlelerde bulunması durumunda ne yapılacaktır?

Sorularımızı devam ettirirsek; sermayeden kopamayan, hatta onca yoksulluğa rağmen sistemin mevcut ekonomi politikalarına ses çıkarmayan, düzen içi bir muhalefet gücü olarak CHP, bu zamana kadar sürdürdüğü “direnişi” nereye kadar devam ettirecek? Bugünkü haliyle yalnızca söylem düzeyinde değil, eylemlilik anlamında da mevcut koşullarda olabildiği kadar sokaktaki halk hareketinin merkezinde duruyorken, bu amorf yapısıyla iktidarın ezici gücüne daha ne kadar dayanabilecektir? En önemlisi de devrimci muhalefet cephesindekiler, Kürt Hareketinin yokluğunda faşizmin çözülüşünü sağlayacak ve saldırıları boşa çıkaracak bir siyasal irade ortaya koyabilecekler midir? Devrimci güçlerin gerçek anlamıyla öncülük edebildikleri işçi ve emekçilere dayalı, güçlü ve örgütlü bir halk hareketi yaratılabilecek midir?

Gülizar Tuncer